bc

KOMŞU KADIN

book_age12+
510
FOLLOW
1.2K
READ
second chance
sensitive
drama
sweet
bxg
mystery
female lead
realistic earth
secrets
lonely
like
intro-logo
Blurb

"Artık ilerleyemediğinizde olduğunuz yerde kalmak istersiniz. "

Gürültülü şehrin ayak seslerinden, yaşanılan krizlerden, insanların boş lakırtılarından kaçıp kendine bir oda dünya yaratan Roman yazarı Mehlika Sultan'ın hayat için artık ikinci bir şansı vardır. Gizemli bir adam tesadüf ve kader arasındaki çekiciliğiyle Mehlika Sultan'ı

rahatsız etmeyi başarır. Bu rahatsızlık Mehlika Sultan'ın yıllar sonraki ilk yaşam belirtisidir.

Kendi işlerinin dışında aile işleriyle de ilgilenmek zorunda kalan Hatem kısa süreliğine şehre gelir. Metro istasyonunda şapkasını ilginç bulduğu bir kadının bakışıyla karşılaşır.

Akşamında en yakın arkadaşına bir mesaj atar;

"Kendini insanlara yabancılaştırmış, modern zamanın gerisinde, bana bakma, beni görme bakışıyla bir kadın ilgimi çekti. Sandığımdan daha uzun bir süre burada kalacağım."

Bir adam kapıyı çalar;

"Merhaba ben yeni komşunuz"

Türkçe hikaye

chap-preview
Free preview
YAŞANMIŞLIKLARA
Komşu kadın masanın üzerinde duran defteri açtı. Eskimiş defterimin ilk sayfasında şunlar yazıyordu; "Tanıdığım bütün insanlara teşekkür ederim. Beni bu hale siz getirdiniz. " Her şeyden soyut birinin cümleleri. Her şeyi ardımda bırakmak istemiştim. Koşmak, kaçmak, kaçmak, kaçmak... Kaçarken bile bu kadar uzağa gelebileceğimi düşünmüştüm. O zamanda biliyor muydum her şeyin peşimden geleceğini emin değilim ama bir gün gerçekliği olmayan her şeyden uyanmış ve hikayenin sonunu biliyor gibi yazmaya başlamıştım. O GÜN Monolog Öylesine duruyordum vedalaşmak için günün doğmasını beklemediğim yatağımda. Bazı şeylere uyanmak, bazı şeylere uyumaktan daha zor oluyordu. İnsanların bu denli sıkıcı ve güvenilmez olduğunu düşünmeyerek en büyük hatanın bende olduğunu biliyordum. Kahverengi uyandığım günde, kahverengi gözlerimle etrafı süzüyor ve başka renklerin farkına varıyordum. Gözkapaklarım, sabahın köründe açılan işyerlerinin camları gibi yarıda bekliyordu…Tüm perdelerini sonuna kadar açtığım odanın aslında ne kadar boş göründüğünü unutmuştum. Zamanla atılan eşyaların ardından bir yenisini hiç sokmamıştım hayatıma. Ne yeni bir defter almıştım, ne yeni bir sehpa… İçi boş insanların varlığından habersizken aval aval bakardım etrafıma. Bir şeylerin farkında değilken safça inanmışken doğruluğuna, inadına gülerken yaşanmışlıklara ağzıma ihanetlerin dolacağını, yüzüme gözüme gerçeklerin bulaşacağını düşünemedim. Hayata asılan salıncaklardan pek çok kez düştüm, evet. Düştüm ve kanadı dizlerim. “bir şeyim yok…” derken aslında hep yalan söyledim. “iyiyim …” derken hep bir maskenin altına gizledim gerçek olanı. Gururumdan ağlamadım ama bir vakit kulaklarıma değen alaycı gülüşler, tenimi delip geçecekmiş gibiyken arkamı dönmüşken hayata, o gün, gururumu göklerden alıp yerden yere vurduğum o gün, zehirli bir ihanet aktı yanaklarımdan. Başkalarının omuzlarına akıttım gözyaşlarımla gelenleri… Başkalarının omuzlarına yükledim artık kaldırmakta zorlandığım sözleri… Aslında doğru olan meydandaydı insan hiç konuşturmamalıydı yüreğini. “ Sen sus, ne haddine!” demeliydi ki kapansın çenesi. Kalpleri ölü gibi simsiyah olan insanların yüzlerine bakmamalıydım ama nereye kadar.. Bak işte! Kendime en çok sorduğum bazı aptalca soruları listeliyorum; “Bütün bunlar çok mu gerekliydi, siyaha ak döksem paklanmaz mıydı? Susmayı bilmeyen kalbi çıkarsam kabuğundan, kessem dilini akar mıydı gözyaşları yine böyle derinden sessiz? Yüreğim, aklım susamaz mıydı ya da ben sadece susamaz mıydım?” Ben bile itiraf etmekte zorlanıyordum bazı doğruları. Bir değil iki değil duyuyordum ucubelerin arkamdan konuştuklarını. Dostlarım inadına gül derken, ben inadına gülerken, inadına ağladım aslında…Farkında olduğum diğer bir gerçekte, duyguları maddelerin üstünde şekillendiren insanlara katlanamıyordum. Göründüğü kadar basit olmayan şeyler vardı. Mesela… Ben aynaya bakamadım kimse de aynaya yansıyanın ardındaki görüntümle konuşamadı. Apaçık bir itirafım var. Gözlerimin yaşlandığı gün, iki vakit daha yaşlandım. Öyle ki yüreğim kırıştı. Ellerim beyazladı. Yaşamanın sarhoşluğundayken uyanmak istediğim kabusun içinden çıkamazken gerçek kabusa gözlerimi kapatmanın gerektiğini unutmuştum. İçinde olduğum öyle bir oyundu ki insanlar “el bende” değil “kalp bende” diyordu. Bu sözün anlamı kafama dank ettiğinde dünya ayaklarımın altında çatlamış başıma yıkılmıştı. Daha önce hiç görmemiştim bir kalple oynanıldığını… Çok şey düşünmüştüm güneşin doğuşunu izlerken… Bir ara ayağa kalkıp pencereleri sonuna kadar açmış olmalıyım. Çünkü rüzgar ezgilerini fısıldıyor kulağıma ve ben dans etmem gerekirken uyuyorum. Uyumanın kolaylığıyla… Defteri kapattı. O zamanlar hayatımın bir anlamı vardı ya da ben yaşadığım her şeyi anlamlı buluyordum. Yaşamak hissi mutluluktu. Paylaşmak, sevmek, güvenmek, gülümsemek büyük ve kolay eylemlerdi. Eylemlerimi zamanla kaybetmiştim. İçimin eski neşesi kalmamıştı. Hayatta ne istediğimi bilmiyordum ya da aslında gerçekten istediğim şeyleri yüksek sesle düşünmeye ve söylemeye artık cesaret edemiyordum. Hayal kuramıyordum, korkuyordum. Yorgun hissediyordum. Sevgisiz, samimiyetsiz. Kandırılmış. Büyük şeyler yaşayan insanlar daha da büyüyerek devam ederlerdi ben ise gittikçe küçüldüğümü hissediyordum. Büyük kalabalıklardan uzaklaşmak istedim, bütün bu dramaların dışında olmak istedim, etrafımdaki insanların gösteriş merakı artık katlanılmaz geliyordu. Statü farkının bu kadar net hissedildiği o yerde büyük ve küçük arasında bir orta yoktu. Saydam çizgiler yoktu. Her şey netti. İyilik kadar kötülük de. Gerçek kadar yalan da. Bildiğim bir şeyde bir anda bu hale gelmediğimdi. Her şeyin dayanılmaz olduğu o noktada telefonumu atmış, giysilerimi parçalamış, yanıma aldığım bir valiz, birkaç eşya, birkaç kitapla bu sessiz mahalleye bu tuhaf apartmana bu dört duvar içinde eve sığınmıştım. Beni burada kimsenin bulamayacağını düşünüyordum. Değişmiş , değiştirmiştim. Adımı bilen kimse yoktu. Burada yalnızdım. Burada sadece Komşu kadındım. O kadar uzak olmayı istiyordum ve buna o kadar ihtiyacım vardı ki çok uzun zaman kendi varlığımı bile unutmak istedim. Size bu hikayeyi yavaş yavaş anlatacağım. Herkesin kendi hikayesinde baş rol oynadığı, yan karakterlerin bütün hikayeyi şekillendirdiği bir hikaye. Bir sürü hikayeden ve bir sürü hayat kahramanından oluşan bir hikaye... Komşu Kadın bu semte normal gecelerden daha da karanlık bir kış gecesinde yerleşmişti. Havalar soğuktu, elleri yalnıztan üşümüştü. Uzun kollu kazağının içine içine ellerini gömdü. Kırmızı şapkası başındaydı. Sürükleyerek yanında gelmesi için ikna ettiği valiziyle dışardan bakınca bile soğuk görünen gece kadar karanlık apartmanın önünde durdu. Apartmanın önünde ağaçlar vardı. Bazı dairelerde sarı, bazılarında beyaz, bazılarında kırmızı ışıklar yanıyordu. Bir sürü hikayenin olduğu bu apartmanın hangi dört duvarı, hangi penceresi ona aitti? Penceresinden baktığında sağ tarafında dikilen bu ağacı görebilecek miydi? Derin bir nefes aldı karanlık geceden. Bir elini tekrar karanlık kabanının içine soktu. Diğer eliyle bir ayağının incindiği valizini çekiştire çekiştire yanında taşıdı. Apartmana girdiği anda yüzüne sıcak hava çarptı. Elleri yavaş yavaş çözüldü. Fazla sıcak olduğunu düşündü. İçten içe buna sevindi. Çalışmayan bir asansör. Ne işe yarar, bütün gücünü toplayarak merdivenlerden çıkmaya başladı. 1.katın köşesinden dönerken yanından sessiz adımlarıyla biri yaklaştı. Komşu Kadın onun yanından geçip gidişini izledi. Duraksadı. Yanından geçip yürüyen bu kadın bir anda arkasına baktı. Göz göze gelmişlerdi. Yüzü kış kadar soğuk, hayalet kadar beyaz, genç ve uykusuz bir kadına benziyordu. Komşu kadın irkildi. Hayalet kadın ise dudağının kenarını yukarı kaldırıp gözlerindeki keskin bakışı Komşu Kadın'ın üzerinden çekip yoluna devam etti. Komşu kadının içine bir ürperti düşmüştü. Sessiz ve kısa soluklu bir nefes alıp ilerlemeye devam etti. Hayalet kadın 3. katta durdu. Dairesinin önünde bir süre yüzü kapıya dönük bir halde bekledi. Komşu Kadın onu geçerken Hayalet kadına yandan bir bakış attı, soğuk bir enerji o alanı kapladı. Onu geçtiğinde anahtar deliğe girdi ve kapı açıldı. Hayalet Kadın içeri girip sertçe kapıyı kapattı. Komşu kadın irkildi. Yüreği ağzında atarak hızla 4.kata çıktı. Merdiveni çıkar çıkmaz 13. daire ile karşılaştı. Yorulmuştu. Nefessiz kalmıştı. Bir an önce güvenli alana girmek istiyordu. Kapıyı açarken elleri titriyordu. Ayak sesleri duydu. Koşar adım ayak sesleri ona yaklaşıyordu. Sesler gittikçe daha net gelmeye başladı. Hızla anahtarı kapı deliğinden sokmaya ve kapıyı açmaya çalışan Komşu Kadın bir anda anahtarı yere düşürdü. Korkunun Hayalet Kadının yüzü gibi bembeyaz hal aldırdığı yüzü, yutkundu. Yerden anahtarı almak için eğildi. Arkasındaki silueti hissetti. Cesaretini toplayarak arkasına baktı. Gözlerinin olduğu hizada kimse yoktu. Gözlerini yavaşça aşağıya indirdi. Bir çocuk. Korkup tedirgin olduğu sadece bir çocuktu. Çocuk ters ters Komşu Kadın'a bakıyordu. Komşu Kadın kendini gülümsemeye zorlayarak; "Korkuttun beni " dedi. Çocuk kadına ters ters bakmaya devam ediyordu. Komşu Kadın çocuğun ifadesini inceleyip; "Ne var ne bakıyorsun?" diye sordu. Çocuk yüzünü biraz yukarı kaldırıp Komşu Kadın'ı süzdü, sonra dudaklarını büzüp, kaşlarını kaldırıp; "Hiç de korkunç değilsin" dedi. Komşu Kadın cevap veremeden, ki zaten vereceği bir cevap yoktu. Çocuk koşarak bir üst kata çıktı. Komşu Kadın apartman halkıyla tanışmaya başlamıştı. Kapıyı nihayet açtı. İçeri girer girmez yine aynı sıcak hava. Pencereye yaklaştı, biraz önce yanında duran ağacı görüp göremeyeceğine baktı. Evin bu cephesinden ağaç görünüyordu. Eve şöyle bir baktı. Bir anda hazırlanmış bir düzen yoktu, sanki kurulu bir düzenin içerisine gelmişti. Ev sıcaktı. Bir gece lambası ile salon aydınlanmıştı. O sıcak rengin yansıdığı eşyaları izledi. Büyük pencereler, Geniş alanlar, ahşap kapılar, koskocaman bir kitaplık. Bir koltuk, bir sandalye. Kendine ait bir ev, kendine ait bir oda. Yaşamın herhangi bir gecesi. Bu koca evde yalnızdı. Buzdolabını açtı. Sonuna kadar doldurulmuş. Her şey düşünülmüştü. Her şeyden iki tane vardı. İki çatal. İki kaşık. İki tabak. İki bardak. Oysa ben tek kişiyim, diye düşündü. O sırada telefon çaldı. Evin içerisine yerleştirilmiş bir telefon vardı. Komşu Kadın, sakince telefona yaklaştı. Telefonu kaldırdı karşıdan gelen ses; "Her şey yolunda mı?" diye sordu. Komşu Kadın; "Evet." diye cevap verdi. Bütün konuşma bu kadardı. Karşıdan gelen sesleri dinledi ve telefonu kapattı. Tekrar pencereye yaklaştı. Artık buradaydı. Burada kendine yeni bir hayat kuracaktı. Kendini dinleyecekti. Uzak olacaktı, bir anda bütün gövdesiyle onun penceresine bakan bir adamla karşılaştı. Şapkasını takıp direkt onun penceresine bakan adamla göz göze geldi. Bir süre kalakaldı. Sonra hızla perdeyi çekti. Kırmızı şapkasını çıkarıp masanın üzerine bıraktı. Koltuğa uzandı. Hayalet Kadının yüzü gözleri önüne geldi. Bembeyaz yüzü olan bu kadının bakışları çok keskindi. Şiddetliydi. Şu tuhaf kadın neden bana öyle baktı, diye düşündü. Arkasını döndüğünde karşılaştığı çocuk adamı anımsadı sonra Şu minik adam peki neden korkunç olmadığımı söyledi, korkunç mu olmam gerekiyordu, diye düşündü. Sonra şu göz göze geldiği şapkalı adam. Neden onu izliyordu? O sırada bütün apartmana bir müzik yayıldı. Keman sesi. Bu apartmanda hem de. İnceliği ve anlattıklarıyla bütün apartmanı etkisi altına aldı. Gece karanlıktı. Işık sıcak, Hava sıcak. Komşu kadın gözlerini kapadı. Bir koyun.. İki koyun... 251 koyun... Gün doğmadan gözlerimi açtım. Buna alışkındım. Üstüme kabanımı alıp, saçlarımı şapkamın altına saklayıp dışarı çıktım. Biraz yürüdüm. İnsanlar... Etrafta olmayınca her yer daha da güzel görünüyordu. İçimde hiçbir his baskın çıkamayacak kadar yorgundu. Gece kızıla çalmış, aydınlığa yaklaşmıştı. Eve doğru yürüdüm. Gün yüzü görmeden bu büyük pencerelerin bütün perdelerini üstüne çektim. Bu daireye yerleşirken sadece bir şey istemiştim. Koyu renk perdeler. Sabahın ışığını geçirmeyen bir renk hangi renk olduğuna karar verirsem ait hissederim korkusuyla bir seçim yapmamıştım. Kahverengiyi seçmiş. Soğuk olmayan ama karanlık sayılabilecek bir renk. Onun vermek istediği mesajı alabiliyordum, karanlıkta da sıcak vardır. Yerleşmeye başlamalıydım, kutularının içerisinde yeni evleriyle tanışmak isteyen kitaplarım heyecanlı olmalı diye düşünüyordum. Bu büyük kitaplığı kaplayacak kadar çok kitaba sahip olmak bütün o kitapları okumuş olduğum anlamına gelmiyordu. Bugünün geleceğini biliyor gibiydim. Artık okumak için çokça zamana sahip olacaktım. Belki yazmak içinde... Kitaplarımı tek tek kutusundan çıkardım. Bazılarıyla olan anılarımızı anımsadım. Sırasıyla yerleştirdim. Okuduklarım ve okumadıklarım. Kapı ziliyle yerimden kalktım. Beklediğim kimse yoktu. Kim gelmiş olabilirdi ki? Kapı deliğinden baktığımda elinde üstü peçeteyle kaplı tabağını elinde tutan bir kadın vardı. Kapıyı açmayacaktım. Birkaç kere daha çalınca açana kadar durmayacağına emin oldum. Kapıyı açtım. Genç bir kadın gülen gözlerle beni yakaladı. Yanındaki çocuğa bakıp; "Heh, açtı bak" dedi. Yanındaki çocuk adam dün gece karşıma çıkıp beni korkutmuştu. Yüzündeki ukala ifadeyi gururla taşıyarak bana bakmaya devam ediyordu. İçten içe gülesim geliyordu bu çocuğun tavrına. Kendimi tuttum. Kadın elindeki tabağı bana uzattı. Heyecanla konuşmaya başladı; "Bak ben hemen şu karşıdaki dairede oturuyorum. İsmim Zehra." Sonra gözlerinden yıldızlar çıkararak yanındaki çocuğa baktı; "Bu da benim oğlum Özgür" Sessizce dinledim. Sonra kısa bir an sustu. Gözleriyle beni izledi. Elindeki tabağa baktı; "Almayacak mısın, taşındığını duydum. Hemen bir kek çırptım. Kakaolu cevizli, sever misin?" Özgür tekrar eden sessizlikten sonra annesine dönüp; "Anne istemiyor işte, hadi gidelim, ben yerim." dedi. Birbirimizle pek anlaşamayacağımız belli olmuştu. Zaten kimseyle anlaşmak gibi bir niyetim yoktu. Yine de kakaolu ve cevizli keki severdim. Zehra kafasını tamam anlamında sallamaya başlarken elinden tabağı alıp kapıyı kapattım. Kapının arkasında onların konuşmaları hala duyuluyordu. Zehra, "Bak gördün mü, seviyormuş. " dedi gururlanarak. Kapı deliğinden baktım. Zehra, Özgür'ün elini sıkıca tutmuştu. "E ben adını bile soramadım. " diye devam ederken evlerine girdiler. Adımı sorsaydılar yanıt verebilecek miydim, belki de kendime yeni bir isim bulmalıydım. O sırada aklıma daha önce tanıştığım bir anne ve oğlu geldi. Kakaolu kekten bir parça yerken istemsiz gülümsedim. Lezzetliydi. Akşam olmadan bütün kitaplarımı yerleştirmiş, bütün eşyalarımı katlayıp dolaba koymuştum. En sonunda akşam oldu ve ben perdelerimi açtım. Kendime bir çay koydum. Bundan sonra sıkça oturacağım sandalyeme oturdum. Kendime yeni bir hayat kuruyordum. Kimsesiz bir hayat. Sadece kendimden oluşan. Ertesi gün erkenden kalkıp elmalı kurabiye yaptım. Zehra'nın bana verdiği tabağa en güzellerini koydum. En azından bunu yapmalıyım diye düşünüyordum. Kendi alanımdan çıkıp koridorda yürüdüm, kapılarını çaldım. Zehra kapıyı açtı. Beni gördüğüne hem şaşırmış hem de sevinmişti. Elimdeki tabağı görünce sevinçle; "Ah ne gerek vardı, zahmet etmişsin" dedi. Tabağı ona uzattım. Cümleleri içimde kuruyordum ama dilime getiremiyordum. Yazdığım notu uzattım. Teşekkür ederim. Notu eline alınca bakışlarındaki sevinci üzüntü kapladı. Kendi duygusunu yüzünde kovalayan o kadını çok net gördüm. İnsan düşününce aslında bazı insanların çokta büyümediğini fark ediyor. Birileri için hep küçük kalıyorsun. Zehra gibi. Neşe dolu. Etrafına enerji saçıyor. Onun bu samimiyetinden etkilenmemek mümkün değil. Beni tam da bu yüzden en çok da Zehra korkutuyor sanırım. İçindeki çocuğa sıkıca tutunmuş bu kadın. Bir çok şey yaşamıştır bir çok mücadele vermiştir kim bilir. Dönüp gidecekken evlerinden Hayalet Kadın çıktı. Beni gördüğünde bana şöyle bir baktı. Zehra ortamı yumuşatmak için lafı aldı; "Bu da alt kat komşumuz 9 numara Buse, Özgür'e derslerinde yardımcı oluyor. Gece tıngır mıngır keman sesi var ya.." Buse, yani hayalet komşu o sırada Zehra'ya ters bir bakış atıyor. Sonra tabaktan bir elmalı kurabiye alıp bana bakıyor. Yanımdan geçip gidiyor. İkinci görüşümde bile soğuk. İlk gördüğümde verdiği karanlık hissi hatırlatıyor. Bu soğuk kadından öyle sıcak sesler duymak. Dünyada daha başka neler var göründüğü gibi olmayan merak ediyorum. Tepkilerimi izleyen Zehra yine lafı ağzına alıyor; "Onun kusuruna bakma, soğuk, sert görünür ama iyidir. Biraz uyku problemi var ama olsun. Geçer inşallah." diyor. Sonra tam bir daha bir şey söyleyecek gibi oluyor. Oradan uzaklaşıyorum. Aklımdan tek bir şey geçiyor. Ya adımı sorsaydı? Eve adımımı attığımda rahatladım. İnsanların samimiyetine karşılık verecek gücüm yoktu. Kaba davranmamak için ise çok yakın olmamalıydım. Gece yine keman çalmaya başlıyor. Bu sefer bambaşka bir tarzda. Öfkeli...Kızgın. Bu duygular her şeyi yapmayı mümkün kılan kontrolsüz bir zihnin saf duyguları...Saatlerce devam ediyor. Sonra duruyor. Durmasıyla uyumak üzere olduğum yatağımdan kalkıyorum. Müziğe dikkat kesiliyorum yerini ağlama sesine bırakmış ama nasıl içli nasıl içinden içinden. Boğazım düğümleniyor. Kaybettiklerimi düşünüyorum. Kayboluşumu düşünüyorum. Belki de aynı olmak, diğerlerine benzemek kaybolmanın tek yoludur. Bütün apartman her gece aynı saatte o keman sesini dinlerdi. Bazıları öfkenin ardından ağlama sesini daha önce de duymuştu. Komşu Kadın içinse başlangıçtı. O gece apartmanda yaşayan bütün insanlar gibi o da müziği dinlemiş, o da o sesle birlikte göz yaşlarına boğulmuştu. İnsanlar birbirine böyle bağlanırdı işte. Birbirlerini tanımayan bu bir avuç insanın hayatları bir noktada kesişmişti. Hepsi evlerinde yalnız olsa da bu apartmanda birlikteydiler. Böyle birkaç gün geçmişti bile. Hayatımın bir kısmında başka başka kadınlara komşu olduğumu düşündüm, hiçbiri benim kadar soğuk, benim kadar yabancı, benim kadar ruhsuz değildi. Buraya taşındığımdan beri gördüğüm hiç kimsenin yüzüne doğrudan bakmadım. Kısacık bir anda benimle konuşmaya çalıştıkları her noktada kaçtım. Ruhsuz komşu kadın. Yine konuşmaya çalışırlarsa yine kaçacaktı. O kadar yalnızdım ki kendi sesimi bile unutmuştum. Yanlışlıkla ağzımdan bir şey çıkar da kendi sesimi duyarım diye korkuyordum. Bu kısım biraz hüzünlü. Kendi sesine bile yabancı kalmayı istemek. Kim olduğumu unutup yeniden başlayabilir miydim? Bazen kim olduğumu unutmamış mıydım? Ya sen bazen kim olduğunu, nerede büyüdüğünü, nelerin seni üzdüğünü, nelerin seni utandırdığını unutmak istemiyor musun? Hiç unutmadın mı? Unuttun. Ben unuttum. Defalarca. Tekrar tekrar. İlk kırıldığım yerde. İlk parçalara ayrıldığım yerde. Her hayatın bir sonraki yaşam için bir bedeli vardı ama her hata karşılığını bu dünyada alırdı. Çok yoruldum. Kafamın içinde bağıra bağıra konuşan o kişi , boğazımı düğüm düğüm yapıp asla ağzımdan çıkmayan o söz. Yoruldum. Kendimden. Kimsesiz mücadelemden. Almam gereken intikam için yaşamaktan. Kimse bilmemeliydi. Allah ve insan arasında bir anlaşma varsa, insan insanın hem dostu hem de düşmanı olabilirdi. Dostum düşman olmuş, düşmanım beni sırtımdan vurmuştu. Bunu unutmadan bu güne kadar geldim. Artık sesimi duymalıyım. Sesimi duyabilmem için bana yardım etmelisin. Lütfen bana yardım et. Sana yaklaşamam. Sen bana yaklaş. ... Ben her sabah perdelerimi çektim, her gece perdelerimi açtım. Her gece o müziği dinledim. Her gece koyunları saydım. Her sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyandım. Bu sabahki gibi... Vaktim yoktu sanki. Ne bileyim, bir iki dakika sonra her an olaylar değişecek, bir sözcük hayatımı değiştirecek, bir hayal kurabilsem bütün ütopyam kaplanacak, bir davranışım bütün bir hayatıma mal olabilecekmiş gibi hissettiriyordu. İlk günden sonra ısrarla çalan kapıları bile açmadım. İnanılmaz derecede baş ağrısı çekiyordum. Sanki herkesin bana olan nefreti toplanmış kafama oturmuştu. Bu baş ağrısını nasıl anlatabilirim, şiddetli bir öfke gibi ya da bu hiç kimseyle konuşmadan yaşamanın stresi. Geçmişimi düşünüyorum. Annemi, nasıl olduğumu sormayıp ne yaptığımı soran annemi. Hissettiklerimi önemsemeyen hiç kimseyi önemsememe kararı alıyorum. Bir şeyler okusam geçer mi ki başımın ağrısı, okumaya başladım. Sen portakalları izliyordun pencere arkasından, ben iki lira uzatıyordum şoföre .Sen hala portakalları izliyordun, ben ayakta kalmıştım. Islanıyordu etraf, insan vücutları...Yanında olsaydım ve ayaklarım yere basabilseydi sana uzanırdım. Yanında değilim ve ayaklarım ağır, korkuyor parmak uçların kirpiklerimin titreyişinden Yağmur yağıyor, rüzgar şiddetli. Ben yağmurları seviyorum sen portakalları. Geçmedi. Pencerenin dışına bakıyorum. Kar yağıyor. İnsanlar ilk kar heyecanıyla dışarıda. Gülüşüyorlar. Bütün bu insanların çabası komik geliyor. Onların kahkaha seslerini duydukça, onları izledikçe gülmeye başlıyorum ancak uzaktan bakabiliyorum onlara. Onlar güldükçe ben gülüyorum. Ben güldükçe başımın ağrısı geçiyor. Meğer başım mutsuzluktan ağrıyormuş... Gülümsedim bir noktada o şapkalı adamı görüyorum. Bütün vücuduyla bana bakıyor. Dümdüz bana bakıyor. Perdeleri sonuna kadar kapatıyorum. Kim bu adam? O soğuk kış gecesinde sıcacık evimde oturup düşünüyorum. Gecenin en sevdiğim saati geldi. O gece keman çalmıyor, ertesi gün oluyor, gece oluyor, yine çalmıyor, üçüncü gece oluyor yine sessizlik. Üçüncü gece kapısına gitmeye karar veriyorum. Merdivenlerden iniyor sonra vazgeçip geri dönüyorum. Kısa sürede ne kadar uzak olursan ol yeni bir alışkanlık kazanmama hayret ediyorum. Hakkında ismi dışında hiçbir şey bilmediğim o kadın için endişeleniyorum hatta. Başına bir şey mi geldi, hasta mı merak ediyorum. Dördüncü geceye girdiğimizde merakıma yenik düşüp kapısına gidiyorum. 9 numara Buse. Bir cesaret çalıyorum kapıyı. İçerden bir tıngırdama geliyor ama kapı açılmıyor. Korku alıyor içimi ısrarla çalıyorum kapıyı, ağzımdan tek cümle çıkmıyor ama olabildiğince gürültü yapıyorum. İçerde olduğunu hissediyorum. Kapıyı yumruklamam ile toplanan komşular polisi arıyor. Daha önce pencerenin arkasından gördüğüm yüzler ve daha önce hiç görmediğim yüzler... Polis geliyor, kapı açılıyor. Buse, neredeyse baygın ölmek üzereyken bulunuyor. Hiç tanımadığım bir kadını öyle görünce yüreğim de boğazım gibi düğüm düğüm oluyor. Refakatçiyi soruyorlar günler sonra ağzımdan ilk defa bir laf çıkıyor; "Ben, benim" Komşuların konuşmasına fırsat vermeden, herkesi orada şaşkınlıkla bırakıp oradan uzaklaşıyoruz. Günler sonra evin dışındayım. Her zaman arkasından baktığım pencereme bakıyorum. Komşuların hepsi pencerelerinde benim onları izlediğim gibi bizi izliyorlar. Sonra penceremin birkaç metre ilerisindeki pencereye bakıyorum. Şapkalı adam, dümdüz bana bakıyor. Gözlerini hiç ayırmadan bana bakıyor. Ambulansla oradan uzaklaşıyoruz. Bana yaşını soruyorlar. Zehra'nın elime tutuşturduğu sırt çantasında Buse'nin cüzdanını çıkarıyorum. 26 yaşında. Benden 2 yaş küçük. Kız kardeşimle aynı yaşta. Gerçek adı ise Berrak. Kendim için bunu düşünürken başkasının sahte adına şaşırıyorum. Gerçeklerden kaçış yoktu. Bir yabancı bir anda kim olduğunu, adını, yaşını öğrenebilirdi. O gece orada onunla yeniden tanışmıştım. Üstelik bu sefer onunla bir bağ kurmuştum. Gözlerini açana kadar yanından ayrılmadım. Kim bilir ne hissetmişti, ne kadar acı çekiyordu... Bu dünyadan yok olmayı isteyecek kadar katlanılmaz mıydı? Onu daha önce bulmadığım için kendime kızıyordum. Bembeyaz, zarif ellerini tuttum. Demek bu ellerle keman çalıyor. Gözlerimi kapatıp belki uzun zaman sonra onun için dua ettim. "Komşu kadın." Dudaklarından zorla çıkan ses. Tutmadığım eliyle masanın üzerindeki suyu gösterdi. Onun için su doldururken ellerim titriyordu. Tekrar yanına oturdum. Hiçbir şey konuşmadık. O suyunu içerken ağlamaya başladı, ben onu izlerken. Nihayet gözlerimiz kuruduğunda ona tek bir şey söyledim. "Bir daha bunu sakın yapma" Sadece kafasını salladı. Dayanılmaz geldiğinde bana gel diyemedim, beni bul diyemedim. Sadece bir daha yapma dedim. Bir daha yapması için fırsat vermeyecektim. Apartmana döndüğümüzde herkes ne zaman döneceğimizi biliyordu. Zehra, koşarak gelip bizi karşılamıştı. Elimizden çantaları aldı. Yine o büyük enerjisiyle bizi mahcup ederek; "Kimler gelmiş böyle, gözümüz yollarda kaldı." dedi. Buse yine gözlerini doldurup ağlamaya başladı. Bu duyguyu biliyordum. Mahcubiyet, utanç, karşısındaki insanın merhamet duygusundan etkilenmek... Buse'nin evine çıktık. Zehra, biz gelmeden Buse'nin evini temizlemiş, ona yemekler yapmıştı. Özgür de koşarak gelmiş, Buse'ye kocaman sarılmıştı. Sonra bana dönmüş ; "Elmalı kurabiyeleri çok sevdim." demişti. Kendimle gurur duymuştum nedense. Buse biraz mahcup; "Siz gidin hadi, iyiyim ben." diyerek bizi göndermeye çalışıyordu. Doktor ise birkaç gün özellikle yalnız kalmaması gerektiğini söylemişti. "Olmaz öyle şey seni yalnız bırakamam" dedim. Zehra hayretle beni dinliyordu. Kahkaha patlattı. İkimizde ona bakıp anlamaya çalışıyorduk. Sonra kolumdan çekiştirip; "Ee ben seni dilsiz sanıyordum ya sen bayağı şakıyormuşsun" dedi. Sonra kahkahasına devam etti. Buse de gülmeye başladı. Artık içimde tutamayıp ben de onlara eşlik ettim, o gün o apartmanda kahkahalarla güldüğüm ikinci günümdü. Gülmekten ağlamaya başlamıştık. Komşu Kadın'ı aslında kimse tanımıyordu. Komşu Kadın onlara göre kimsenin kapısını açmazdı. Kimseyle konuşmazdı. Evden çıkmazdı. O güne kadar. O gün komşu kadın konuştu. Hatta gülüştü. Komşu Kadın'ın soğuk görünümünün ardındaki merhametli kadın kendini uzun süre saklayamadı. O gece üç kadın oturduk. Uzun zaman sonra birileriyle zaman geçiriyordum. Buradaki hayatım kafamda düşündüğüm gibi ilerlemiyordu. Buse'yi o halde görmek beni biraz uyandırmıştı. Özgür annesinin kucağında uyuyakalınca Zehra onu odalardan birinde yatırmaya gitti. Buse dikkatle yüzüme bakıyordu; "Biliyorsun değil mi?" diye sordu. Neyi bildiğimi sorduğunu anlamıştım. Kafamı salladım. İç çekti. "Bazen hiç tanımadığın biri hakkında bir gerçeği öğrenebiliyor" dedi. Bu cümle tanıdık gelmişti. Bazen bazılarımızın içinden aynı cümleler geçiyordu. Zehra uzaklardan bize yaklaşırken ikimize de bakarak; "Neden bahsediyorsunuz bilmiyorum ama dünyada hiçbir sır uzun süre kalmıyor." dedi. Buse bana baktı; "Sıra ben de o zaman" dedi gülümseyerek. Ben onun bir sırrını öğrenmiştim. O da benim sırrımı merak etmeye başlamıştı. O gece hiç kimse kendi hikayesinden bahsetmedi. Birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmeden o evden çıktık. Buse'ye yarın yine geleceğimizi söyledik. Sonra yine, sonra yine... Buse kendini toparlayana kadar her gün onu gördük. Onu yalnız bırakmayacağımı söylemiştim. Bırakmadım. Bu iki kadın bana içtenlik veriyordu. Beni tanıdıkça kabullendiler. Kış bitmiş bahar gelmişti. Bir mevsimin bitimine şaşırıyordum. Yine bir gün Zehra kapımı çaldı. Yüzü endişeliydi, bir şey söyleyecek gibi oldu, ağzından çıkmadı. Bu durumu biliyordum. Onu ilk defa bu halde görüyordum. Merdivenlerden koşarak gelen Buse; "Apartmandan bir hışım çıkan o adam da kimdi?" diye sordu. Zehra kafasını sallamaya başladı. Buse Zehra'nın elini tutup; "Zehra. Ne oldu? İyi misin?" diye sordu. Aklıma türlü türlü şeyler geliyor, ağzımdan hangi cümleyi çıkartacağımı ben de kestiremiyordum. Zehra'nın gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamıştı. Titreyen ellerini nereye koyacağını bilmiyordu. "Oğlumu benden alacak." dedi. Cümle kuramayacak şaşkın ve korkmuş görünüyordu. "Kim Zehra, kim oğlunu senden alacak, sakin ol, bir sakin ol" Buse'nin defalarca sakin ol demesine rağmen Zehra'nın elleri titremeye devam ediyordu. Buse bana bakıp; "Ambulansı mı arasak" diye sordu. Zehra'ya baktım. Hayır anlamında kafasını salladı. "Öncelikle içeri gelin." dedim. O gün ilk defa evime birileri girdi. Meraklı Zehra'm etrafa bakamadı bile endişeden, gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Buse etrafa şöyle bir göz gezdirip asıl konuya geldi. Sakinleşmesi için su verdik. Bir anda hızla anlatmaya başladı. Zehra, liseden mezun olunca sevgilisinden hamile kalmış, Özgür'ün babası okuyacakmış, üniversiteye gidecekmiş Özgür'ü istememiş. Zehra'nın annesi ise Zehra'nın her kararına saygı duyacağını ve kabul edeceğini söylemiş. Zehra karnına düştüğünü anladığı ilk andan itibaren Özgür'e sahip olmak istemiş. Gözlerindeki parıltı Özgür'den bahsedince daha da büyüyordu. Bir annenin destekleyici cümlesi bir kadının bütün hayatını etkileyebilirdi... Buse de ben de onu dikkatle dinliyorduk. Bu Zehra'nın gücüydü. Kalbi o kadar büyüktü ki, bütün insanlığa yetecek gibiydi. Özgür şanslı bir çocuktu ve ben içten içe Özgür'ü kıskanıyordum. Büyümüş de küçülmüş bu çocuk adam annesinin en büyük neşesi ve parlayan yıldızıydı. Sonra Zehra'nın gözlerindeki yıldız söndü. "O kapıdan çıkan adam var ya, o işte Özgür'ün babası. Okumuş. Büyük adam olmuş. Çok parası varmış. Evlenmiş ama şansı yokmuş ki eşinin çocuğu olmuyormuş. Başkasının çocuğunu evlat edineceğine kendi oğluna bakarmış." Buse de ben de hayret içinde dinliyorduk. Buse bir anda; "Yok ya yok öyle bir anda Şam babası gibi ortaya çıkıp o ben onun babasıyım demek" Buse'yi çekiştirip sakince; "Otur yerine Buse" dedim. Buse gözlerini devirerek oturdu. Zehra devam etti; "Bana yardım edin. Benden oğlumu almasın" Derin bir nefes aldım. Tam da bu yüzden başkasının hayatına karışmadan yoluma bakmak istiyordum. Birileriyle bir bağ kurduğunda onun hayatı konusunda tepkisiz kalamıyordun. Uzun uzun düşündüm. Sadece eski hayatımda tanıdığım çoğu kişinin bu iş çok uzamadan bu durumu çözebilecek güçte olduğunu biliyordum ama o kişilerden sadece birisi artık hayatımdaydı. O kişiyi aradım. Telefon ikinci çalışında açıldı; "Bana yardım etmen gerekiyor." dedim. Ayrıntı vermeden telefonu kapattım. Yüz yüze görüşecektik. Beni bekleyen bu iki kadına yöneldim. Zehra bir umut bana bakıyordu. Buse ise sanki tahmin eder gibi çoktan ayaklanıyor. "Kızlar hazırlanın, gidiyoruz" Zehra'da derin bir oh çekip evine geçiyor. Bir saat sonra apartmanın önünde buluşuyoruz. Zehra'yı ilk defa bu kadar şık görüyorum. Saçlarını sıkı sıkı toplamış. Topuklu ayakkabılarını giyinmiş. Zehra'nın aksine Buse, olduğu gibi dün üzerinde gördüğüm eşofmanlarıyla gelmişti. Zehra, Buse'ye bakıp üstündekini çekiştiriyor; "Sen gelmiyorsun galiba" Bu kadın bu durumda bile ağzından çıkacak bir lafla hepimizi güldürmeyi başarıyordu. Buse; "Yoo, geliyorum çekiştirmesene, kırıştıracaksın" diye uzaklaşıyor Zehra'dan. Zehra kafasını sallıyor; "Biraz özenseydin aklım kalırdı, aman ha" Gülümsüyorum. "Hadi kızlar hadi, vaktimiz yok." Apartmanın önüne bir araba yaklaşıyor. Zehra ve Buse biraz şaşkın biraz da onaylanmayı bekler gibi gözlerini bana döndürüyorlar. Onlara kim olduğum ile ilgili ufak bir ipucu veriyorum sadece. Şirkete geldiğimizde insanlar beni selamlıyor. Buse'ye bakıyorum. Üstündeki kıyafetlerin dışında tavrı bu ortama hiç yabancı durmuyor. Zehra nereye basacağım, nereye yürüyeceğim diye düşünürken Buse olabildiğine sakin. Onu ilk gördüğümde olduğu kadar soğuk görünüyor. Demek ilk karşılaştığı insanlara tavrı bu diye düşünüyorum. Bir çeşit savunma mekanizması. Bir çeşit gözlem. Sekreter bizi karşılıyor, bana doğru yaklaşırken kafamla selamlıyorum gülümseyerek; "Merhaba, hoş geldiniz, bir süredir sizi görmemiştik, Levent Bey toplantı odasında" diyor. Toplantı odasına varıyoruz. Zehra'ya; "Seninle gelmemizi ister misin," diye soruyorum. Evet, diyor. Üç kadın Levent Bey'in karşısına geçiyoruz. Levent Bey lafa girecekken; "Me.." demesine kalmadan lafı ağzından alıyorum "Levent Bey merhaba, Bir arkadaşım sizi özellikle tavsiye etti. Bizim size danışmak istediğimiz bir durum var ve eğer sizin için de uygunsa Zehra'nın avukatlığını üstlenmenizi rica ediyorum" dedim. Levent olayları anlamakta yeterince zekiydi. "Hay hay, memnuniyetle. Buyrun oturun" Hep birlikte geldik hep birlikte oturuyoruz. Zehra bize geneliyle anlattığı şeyleri biraz daha detaylandırarak bir kere daha anlatıyor. Anlatacakları sona geldiğinde hepimiz Levent'e bakıyoruz. Levent büyük bir titizlikte dinleyerek en sonunda; "Siz hiç merak etmeyin, sizden oğlunuzu almalarına izin vermeyeceğim" diyor. İçimize bir soğuk su dökülür gibi oluyor. Zehra, önce bana ve Buse'ye kocaman sarılıyor sonra Levent'in yanına gidip ellerini tutarak gözleri dolu dolu; "Çok teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkür ederim" Levent bir afallıyor. Bir erkeğin gözlerine böyle güzel bakarsan olacağı budur, diyor Buse fısıltıyla. Gülüşüyoruz. Toplantı odasından çıktığımızda kızlara beni biraz beklemelerini birazdan döneceğimi söylüyorum. Bütün zamanlarımda yanımda olan arkadaşımın kapısını çalıyorum. Odada kimse yok. Bir süre de kimse gelmiyor. Toplantı da olduğunu düşünüp kızların yanına dönüyorum. Buse; "Hazır dışarı çıkmışken birer kahve mi içsek" diyor. Sonra bana bakıp; "Sen bilirsin buraları me.." Duraksıyor. Gülümseyip; "merak ediyorum" diye devamını getiriyor. Duymuş muydu, belki de. Şirketten çıkarken Oğuz'la karşılaşıyoruz. Yanında onun boylarında, başka bir yakışıklı adam. Oğuz; "Senin de geleceğini bilmiyordum" diyor. "Öyle oldu bu seferlik" diyorum. Sonra yanındaki adamı benimle tanıştırıyor. "Daha önce bahsetmiştim, Hatem çocukluk arkadaşım." Kafamla umursamadan selamlıyorum. Oğuz başkalarının hayatına ilgisiz olduğumu ve yeni insanlarla tanışmaktan çokta hoşlanmadığımı zaten biliyor. Oğuz arkamda duran kadınlara bakarak "ve bu hanımlar?" lafı bıraktığı yerden alıyorum. "Bu hanımlar 9 numara ve 15 numara." Zehra ve Buse birbirine bakarak kahkaha patlatıyor. Zehra araya girerek; "Ben Zehra bu paspal arkadaşımız da Buse. 13 numaranın komşularıyız" diyor. Oğuz gülümseyerek ve yüzümdeki gülümsemeyi yakalayarak; "Vaktiniz varsa birer kahve içelim" diyor. Kızlara bakıyorum. Az önceki kahve muhabbetinden sonra bunu yapmayı istedikleri kesin. Benden önce yola koyuluyorlar. Oğuz'un arkadaşı Hatem kızlarla muhabbeti kuruyor. Kahkahalarla gülüşerek yürüyorlar. Oğuz bana bakıp; "İyi görünüyorsun," diyor. Nedense bu cümleye üzülüyorum. Konuşmaya devam ediyor; "İkisi de harika insanlara benziyorlar." Kafamı sallıyorum. "Öyleler.." Diyorum. Komşu Kadın'ın her zaman yanında olan arkadaşı Oğuz gözlerini ondan ayırmadan izlemeye devam etti. Komşu Kadın bilmese de izlemeye devam ediyordu. Hatem, bizim şimdilik küçük kahramanımız bir iki kere rastlamış olduğu Komşu Kadın'ı şapkasından tanımıştı. Onu daha önce gördüğüne neredeyse emindi, şapkasının gölgesinde kalan yüzü unutması mümkün değildi. Yine de dikkat çekmemek için Komşu Kadın'a olabildiğine ilgisiz davranıyordu. Daha sonra kurduğu ittifaklar sayesinde ona yaklaşmayı başaracaktı. Sıcak kanlı Zehra ve Hayalet komşu Buse Hatem'in cazibesine çoktan kapılmıştı. Muhabbetin bir yerinde Hatem'in telefonu çaldı. Komşu Kadın kendisiyle ilgilenmeyen bu adamı o sırada bir kere daha fark etti. Emlakçıyla yaptığı kısa görüşme sonrasında; tam da Komşu Kadın, Zehra ve Buse'nin mahallesinde kiralık bir dairenin olduğunu söyledi. Zehra heyecanla; "Aa bizim oturduğumuz mahalle orası, belki de bizim apartmandır,13 numaranın yanındaki daire birkaç aydır boştu" diyerek araya girdi. Hatta yetmedi. Zehra her zamanki neşesiyle ev sahibini aradı. Herkesin kulağı oradaydı, gizlemeye çalışsa da Komşu Kadın merakla bekliyordu. Oğuz, iyi şeyler ve kötü şeyler arasındaki ayrımı yapabilecek yaşta olmasına rağmen içten küçük bir kıskançlık duygusu yaşıyordu. Karşı taraf aramayı yanıtladı; "Hıh, Melek teyzem, senin oğlunun evine kiracı bulduk." Sonra Hatem'e bakıyor; "Ne zaman gelecek, diyor." Hatem, "bugün?" diye soruyor. Zehra memnuniyetle başını sallayıp gururlanarak "Bugün gelip bakacakmış" diyor. Bir bu eksikti, diye geçmiyor değil aklımdan. Buse'yle göz göze geliyoruz. Değişik bir şekilde bu kadının içimden geçenlerini duyduğunu hissediyorum. Daha fazla anlamasına izin vermemek için gözlerimi kaçırıyorum. Hep birlikte kalkıyoruz. Hatem arabasını önümüze çekiyor. "Hanımlar, madem aynı yere gidiyoruz. Hadi atlayın, sizi bırakayım" diyor. Sağıma soluma bakmadan kızlar arabaya yerleşmişti. Oğuz'a baktım. Derin bir nefes aldım. "İyiki varsın" ağzımdan çıkan her söz onun samimiyetini bildiğim içindi. O da defalarca aynı şeyi benim için söyleyebilirdi. "Yazmaya başladın değil mi" diye sordu, kafamı salladım. Oradan öyle ayrıldık... Birkaç ay sonra Yani... Uzun zaman sonra, sen geldin. Kapımı çaldın. Kendini tekrar tanıttın. Yanımdan yürüdün. Beni merak ettin. Ben senin merak ettiğin soruları yanıtlamak istedim. Kapıyı açarken tıngırdayan anahtar sesine alıştım. Her gün aynı saatte adımlarını duyuyorum. Israrla kapımı çalıyorsun. Cesaretim yok kapıyı açmaya ama her gün o sesi duymak bana hareket etmem için umut veriyor. Tekrar ayağa kalkmam için, anlatmaya başlamam, anlamam için. Hazır olmam için. Bugün ben günler sonra ilk kez her gün kapımın önünden geçip apartmandan çıktığın pencerenin köşesinde gölgemi bile görsen selam verdiğin anları düşünüp izi olmayan adımlarına güvenerek adımlarına basa basa şu köşedeki markete gittim. Mahalle çocuklarının Dodi diye seslendiği yaşça büyük ruhça çocuk kişisi dondurma tezgahının başında oturmuş ; "çiçekli mi çileklii, muz vaaar, kavuuun vaaar, kakaoluu kek vaaar, keçi sütlü sütlüü var" Beni görünce durdu. "Komşu kadın, komşu komşu kadın" diye seslendi. Bakakaldım. Hayat karşısında bu kadar gürültü. Yakışmıştı Dodi'ye. Öyle de oldu, hemen anladı neyi sevdiğimi; "Sen kavuun seversin kavun! Kavunlu dondurmam var..." deyip hemen iki top attı külaha. Kavun sever miyim ki diye düşünürken tutuşturdu elime. Demek böyle satıyor dondurmaları...Para vermek için cüzdanımı açtığımda huysuzlanmaya başlıyor Dodi. "Yoook istemem. İstemem. Geri koy." Ne olduğunu anlamaya çalışırken çocuklar koştura koştura Dodi'yi kurtarmaya geliyor. "Abla, Dodi para sevmez. Onun dondurmaları bedava" diyor biri. Ah Dodi. Parayı kim sevmez. Gözümden aylar sonra bir yaş düşüyor sonra. Dodi'nin çömeldiği yerde oturup ağlıyorum. Dodi ile Mehlika işte böyle tanıştı. Dodi'nin oturup kafasına vurduğu yerde Mehlika oturup ağlamaya başlamıştı. Dodi, ailesinin tek oğlu. Küçük bir dükkanın ceosu. Mahalledeki çocukların kankası, yetişkinlerin dert ortağı, eline para değmemiş, çocuk adam, Mehlika ise kimsenin adını bile bilmediği, gizemli komşu kadındı. Kısa zaman sonra Dodi, Mehlika'nın da dert ortağı olacaktı. 

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

Kalbimin Derininde

read
7.4K
bc

HÜKÜM

read
131.8K
bc

SINIR (TÜRKÇE)

read
12.8K
bc

Leyl Tutkusu

read
304.1K
bc

KALP HIRSIZI (Hırsız Serisi-2)

read
5.8K
bc

Ufaklık | Texting

read
1.6K
bc

Yasak İlişki (+18)

read
7.8K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook