bc

DOĞMADAN ÖLENLER

book_age18+
10
FOLLOW
1K
READ
possessive
goodgirl
kickass heroine
gorgeous
stubborn
like
intro-logo
Blurb

Her şey kitabın ikinci kahramanı Halil’in bir gece yolculuğunda dinlenmek için mola verdiği, yol kenarında başlar. Duyduğu tuhaf seslerin ne olduğunu anlamak için arabasından inen Halil; kaza yapmış bir araba ve içinde sıkışmış yardım isteyen üç kişiyi bulur. Hiç tanımadığı bu insanlara; ilk önce yardım etmek için cankurtaran ve jandarmayı aramak ister. Fakat daha sonra yaşadığı bir şok ile tam anlamıyla katliam yaparak adamları öldürür. Aynı gece ise Halil’in yolu kitabın ana kahramanı olan Seher ile kesişir. Seher’in hayatı ise başlı başına bir dramdır. Çünkü hakkında söylenen kehanete göre büyük ailelerin başına bela olacağıydı. Oldukça güçlü, güzel ve varlıklı olan bu kadın, irsi sorunlarından dolayı çocuk sahibi olamıyordu. Bu durum onu akla hayale gelmez yollara başvurmaya iter. Bu yollardan birisi ise kitabın 3. Kahramanı Meral’in karnındaki çocuğa kendince mantıklı ama herkesin karşı çıktığı bir sebeple el koymaya kalkmasıydı. Durumun böyle olması büyük bir savaşı başlattı. Çünkü Meral sıradan biri değildi. İki güçlü kadın arasında başlayan savaşta kimse kazanamadı. Yazarın deyişi ile “Yeşeren çiçeği sulayacak olan, o çiçeği elde etmek isteyenler ile o çiçeği vermek istemeyenlerin kan ve gözyaşından başka bir şey olmayacaktı.” Diye bu savaşın acımasızlığı anlatılmış.

chap-preview
Free preview
İLK KAVGA
Bazen ölümün kolaylığı ile yaşamın zorluğu arasında bir tercih yapmak zorunda kalır insan. Bu durumda zoru seçmek, ne büyük ahmaklıktır. İlk kavga                                            İki mevta için kazılan mezarların başında durmuştu nurani güzelliğe sahip yirmi üç yaşındaki kadın. Bir müddet onlara baktı. Gözlerini kapadı. Ne kimse onu görüyor ne de olduğu tarafa bakıyordu. Herkes ondan ve olacaklardan bîhaber halde, “Helal olsun! Helal olsun! Helal olsun!” dedi. Zalimlikte, Firavunun bile imrenmesine sebep olacak kadar, gaddar olan tabuttakiler için. Kız, kısık bir ses ile “Haram olsun!” dedi. Kendi kendine, “Allahtan korkmayan münafıklar! Hakkınız helal de bu kazıkları kimler çakıyor bugün gömülenin daha ilk gecesinde bağrına ve köpek leşlerini kimler asıyor, o kazıkların başına?” dedi. Devam etti. “Marifetli mezarcı, yüreğimdeki acıya da bir mezar kaz ve onu göm. Ant olsun ki o gömülmeden bunlar da gömülemez!” Kapalı göz kapaklarının arasından, nur beyazı yüzünden aşağı süzüldü birkaç damla yaş. Sonra, billur billur akan gözyaşının damladığı mezar toprağından bir avuç toprak aldı. O toprak ki kan ve gözyaşına yüz yıldır aşinaydı. Toprağı kokladı. İçine çekti, “Babam gibi kokuyorsun,” dedi. “Can gibi kokuyorsun, kan gibi kokuyorsun. Kokun ve rengin kara. İçin ve özün müberra.” Sonra başını çevirdi hemen yakınında bulunan mahşeri cemaate. Kendini toparladı. Gözlerini tekrar kapayıp iç çekerek derin bir nefes aldı. Kendinden emin bir halde sesinin ulaşabildiği en yüksek, en öfkeli ve en tesirli sayhasıyla haykırdı tam tabutlar omuzlanacakken. Herkese meydan okur ve Allah’tan başkasına başkaldırır gibi. “Duruuuun! Bunları bu mezarlara gömemezsiniz! Gömerseniz, ölüm ve onun sahibi olan Allah’a yemin olsun ki çıkarır atar, kuduz köpeklerin önünde leş yaparım! Bana bu ölülerin, Kasımoğullarından olduğuna dair üç şahit getirin! Çünkü bu mezarlığın bir şeraiti vardır. Bu şerait katidir. Doksan yıllık şeraite başkaldıramazsınız. Mezarlığın bu tarafına Kasımoğullarından, diğer tarafına da Tahiroğullarından olmayanlar gömülemez! Yoksa ant olsun ki dediğimi yaparım.” Namaz için toplanan yüzlerce kişi, söylenenleri hayretle dinleyip, dehşetli gözlerle kızı seyrettiler. İkindi namazının ardından cenaze namazı kılınmıştı. Cenazeler az ileride bulunan çukurlara indirilip üzerleri örtülecekti. Kimse henüz bilmiyordu ama bu kızın itirazı sadece toprağa girecek olan bu iki kişiye değildi. Girmiş olanlara da itirazı vardı. Yine kimse bilmiyordu ama gün gelecek bugün amcalarına yaptığı bu itirazın bir benzerini, kendi öz çocuğu için de yapacaktı. Şahit istiyordu kendi öz amcalarını, “Tanıyan var mı?” diyerek. Şehrin en kalabalık ailesinin, en büyüğü ve kumandanları olan, namları bütün şehirde bilinen iki mevta için ne acıdır ki kimse şahitlik yapamadı. Yaşarken binlerce kişinin tanıyıp konuştuğu bu iki kişiyi kimse “Tanıyoruz,” diyemedi. Çünkü doksan yıllık şerait böyle emrediyordu.        Bu hikâye çok uzundur. Bildiğiniz gibi değildir bu hikâye. Yazılacak bir hikâye de değildir. Zaten yazılacak olsaydı yazardı müellifler. Ben aslında bir yazar değilim. Ben bir şairim. Şiirlerim var benim, bir zamanlar kapatıldığım akıl hastanesinin bahçesindeki elma ağaçlarına astığım şiirlerim. Bembeyaz zarflar içinde, en kırmızı elmaların yanına asardım onları. Birileri görüp koparsın diye. Çocuklar gelip aşırsın, seven sevdiğine hesapsız versin diye. Elmalardan bir farkı yoktu ki onların. Tek fark, elmanın dışı kan kırmızı içi kar beyazı, onların dışı kar beyazı içi kan kırmızı. Elmalar, kırmızı kabuğunun altında mükemmel lezzetler, şiirlerim ise beyaz zarfın altına müthiş acıları saklardı. Bundan olacak ki kimse onları olduğu yerden koparmazdı. Beni kapattıklarında daha yirmi iki yaşımdaydım, yukarıdaki kadın beni bulduğunda otuza yaklaşmıştım. Dedim ya bu hikâye yazılacak bir hikâye değildir. Ne zaman eline bir kalem alsa bir kalemkeş, benim şu ana kadar yazdığım kadar yazdı, bıraktı. Kim bilir belki ben de bir yere kadar yazıp bırakacağım daha öncekiler gibi. 2020 yılındayız. Aslında nereden başlayacağımı bilmiyorum. Neyi nasıl anlatacağımı da. Keşke yazarım demeseydim beni bulan kadına.                                                                                                Mezarlık Hikayesi:        Birbiri ardına dizilmiş beş küçük mezar. Kendi mezar taşlarından daha küçük beş mezar. Taşlarında sadece ölüm tarihleri yazıyor. Yazılanlara bakılırsa hepsi kız ve hepsinin adı aynı. Kundağa sarılması gerekenler kefene sarılmış ve beşiğe girmesi gerekenler mezara girmiş gibiydi. Bu, gören herkesin dikkatini çeker yukarı köylere çıkan ana yolun kenarındaki bu kocaman mezarlıkta. Ama kimse gerçek hikâyeyi bilmez. Bilenler de zaten söylemez, söyleyemez. Çünkü bu kabristandaki kabirlere bile sığmayacak kadar büyük acılarla mezara gömdü onları gömen. Bir tarafı ormana, bir tarafı Karadeniz’e doğru büyüyen kabristanda, yüzden fazla mezar vardır. İçinde şehitlerin ve gazilerin de yattığı bu mezarlık, ortasından iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar genişlikte bir hat boyunca dümdüz bölünmüş gibiydi.        Mezarlık iki aileye aittir, bu ailelerden biri Tahiroğulları, diğeri Kasımoğulları. Tahiroğullarından Necdet ile Kasımoğullarından Osman bu mezarlık yeri için zıtlaşır. 1850’li yıllarda burası bir tarlaydı ve çok değerliydi. Suyu vardı, düzdü, şehre yakındı. Şehri tepeden gören bir mevkiye sahipti.        Tahiroğulları eşkıyalıkta nam salmıştır. Kasımoğulları ise daha mülayimdi. Tahiroğulları savaşlarda çok şehit verdiği için, o zamanki hükümetler Tahiroğullarının taşkınlıklarına bir nebze göz yumuyordu. Kasımoğulları ile Tahiroğulları arasına bu arazi yüzünden kan girdi. Her iki aileden vurulanlar oldu. Kimse bu davaya razı değildi. Kimse kana razı değildi. Kasımoğullarının, o zamanki en yaşlısı ve lideri olan Osman bu kan davasını bitirmeyi başardı. Bu yerin sağ kalanlara yâr olmayacağını anlayan Osman bir plan yaptı.        Tahiroğulları bir sabah uyandığında bir bakarlar ki arazinin tam ortasında bir mezar. Mezarı gören Tahiroğulları “Bizim arazimizde bu mezarın ne işi var!” diyerek çileden çıkarlar. Mezar gece vefat eden Kasımoğlu Osman’ındı. Osman hasta yatağında öleceğini anlayınca bir hekim çağırtır. Hekimi kendine hiç baktırtmaz çünkü anlamıştır ki artık vadesi dolmuştur. Çocuklarını yanına çağırıp “Bu kan davası böyle bitmez, dışarı çıkın ve köyde herkese babamız veba olmuş, hekim öyle söyledi deyin,” der. Çocuklar dediği gibi yapar, söylenti Tahiroğullarına ulaştı. Birkaç gün sonra da geceleyin öldü. Osman ölmeden önce vasiyet eder. “Bu gece ölürsem beni, sabah olmadan o tarlanın ortasına gömün. Gündüz ölürsem kimse görmeden yarı gece gömün.” Kasımoğlu’nun yaptığı plan tuttu. Tahiroğulları veba oluruz korkusuyla mezarın yanına bile yaklaşmadı. Fakat Tahiroğullarından o sıralarda ailenin başında olan Necdet de öldüğünde bu araziye gömülmeyi vasiyet eder. Her iki ailenin yaşlıları da aynı şekilde vasiyet eder. Kan davası biter.        Kasımoğlu’nun dediği çıktı ve bu araziyi diriyken can pahasına yarı yarıya paylaşamayanlar, ölüyken iki metrelik toprağı, can ve canan misali kardeşçe paylaştılar. Tam yüz on yıldır kimse, seslerinden zerre duymadı. Birbirinin canına ve kanına kast etmiş iki ailenin daimi uyurlarından 1900’lü yıllardan beri her iki soydan ölenler hep bu mezarlığa gömüldü. Zamanında, burası iki aile arasında davalı olduğu için köylü de buraya “Davalı Mezarlık” adını verdi. Tahiroğulları tarafı, ormana doğru büyüdüğünden onlar için yer meselesi olmadı. Bazı ölenlerini ormanın içine bile gömdüler. Kasımoğulları denize ve şahsi arazilere doğru büyüdüğünden onlar için yer meselesi olacaktı ama bunu uzun yıllar kimse önemsemedi ve Kasımoğullarından ölenler bu arazilere gömülmeye devam etti. Tahiroğullarında umumiyetle erkek çocuk sayısı az olduğu için, 1900 yılından sonra sülaleden şehit çıkmadı. En son savaştan gazi olarak dönen Tahiroğullarından Tahir idi. O da mezarlığın ilk yatanlarındandır. Fakat Kasımoğullarından iki şehit bu mezarlıkta yatmaktadır. Tahiroğulları bunu belli etmeseler de bu mezarlıkta kendilerinden şehit yatmamasını elbette bir eksiklik olarak görürlerdi. Tahiroğulları eşkıyalıktan gelen bir ailedir, bu özellikleri bugün de devam eder. Kasımoğulları, sakin ve sessiz bir ailedir fakat bu özellikleri bugün alenen devam etmemektedir. Kasımoğulları, kendi içinde birbirlerine karşı çok acımasız fakat dışarı karşı çok mülayim insanlardır. Sülale halen yaşayan Büyük Dede Kasımoğlu Hasan’dan devam eder. Hasan’ın ilk eşinden dokuz erkek çocuğu oldu. İkinci eşinden tek erkek çocuğu Cemil’di ve Cemil o küçük mezarlarda yatanların dedesidir. Abi, abla ve kardeşlerinin ve onların çocuklarının zulmüne dayanamayıp genç yaşta öldü.                   İlk Kehanet: Beddua ile feryat eden bu kadın İsmail’in annesi. “Benim oğluma mermi sıktıranın Allah bin beter belasını versin de ben de göreyim. Ben onu okutacaktım. Büyük adam edecektim bırakmadınız. Kuş kadar yavrumdan korktunuz da otuz kurşun vurdunuz ona. Attınız dereye. Allah’ım sen ver belalarını. Allah’ım sebep olanların canlarını kan kustura kustura al. Âleme el âleme hem akıllıya hem deliye, hem ölüsünü hem de dirisini rezil rüsva et. Allah’ım yavrumu vurduran o iki domuzu öyle et ki köpek leşi gibi leşleri ortada kalsın. Kimse onlara bakmasın. Kimse onları tanımasın.” Daha neler, daha neler. Ne kulak dayanır duymaya ne yürek dayanır sabretmeye. Allah’ın takdiridir ki gün gelecek kadının ettiği beddualar aynısı ile tutacaktı. Kadın mezar toprağından alıp yüzüne sürüyor,oğlunun tabutuna sarılıp feryat ediyor, mezar çukurunun içine kendini atıyor sonra zorla çıkarıyorlardı onu. Kocası Kasımoğlu Hakkı. Cenazede yok. İki yıl önce evini bastılar. Hakkı çatışmada öldü. Ailenin en hırçınıydı. Yaşasaydı Kasımoğullarının kumandanı olabilirdi. On altı yaşındaki oğlundan korkup onu, bir dere kenarında katletti amcaları. Kasımoğlu Hakkı boyundan büyük işlere kalkınca kendi şehri dışındaki güçler onu ortadan kaldırdı. Oğlu İsmail ise on altı yaşında katledildi. 1980’li yıllar. Kasımoğulları kendi içinde bir savaş veriyor. Şehrin, bu son derece engebeli ve dağlık köylerinde karşı konulamaz bir savaş veriliyordu. Üç ailenin de kendi içlerinde bir kumandanlık savaşı vardı. Kasımoğulları sorunu çözmüştü. Çözüm ise onlara göre basitti. Şimdi ya da ileride sorun olabilecek herkesi ortadan kaldırmak. Küçük İsmail bunlardan biriydi. Daha sonraki yıllarda ise annesini de ortadan kaldırdılar. Zavallı kadının cesedini üç gün üstüne buldu av köpekleri. Gürgenyatak köyünde ormanın içinde, üstü çalı çırpı ile kapatılmış halde. Tahiroğullarında da bir sıkıntı yoktu. Şomonoğullarında ise savaş patladı patlayacaktı. Kasımoğulları dokuz erkek ve beş kız kardeştiler. Sülalenin başında en acımasız ve zalimlikte tüm kaideleri aşmış iki şahıs vardı. Cenazede bunlar da vardı. Katledilen kendi öz yeğenleriydi aslında. Esasında onu kimin katlettiğini herkes çok iyi biliyordu. Bir kişi bakışlarını bir küçük kıza öylesine dikmişti ki korkmamak ne mümkün. Gaddarca, zalimce. Küçük kız annesinin koluna sarılmış, helallik için gelecek cenazeyi bekliyordu. Erkekler ve kadınlar ayrı cemaat halinde bekliyorlar. Kız başını kaldırdı. Aslında bu bir başkaldırıştı. Kendisine bakan adamı fark etti. Kıza bakan kişi, çok uzun aralıklarla ve korku ile nefes alıp verirken kız ise çok rahattı. Bu adamın bakışlarından değil küçük bir kız, yüreği içinde deve gezer kazanlara sığmaz kadar büyük olan biri bile olsa tir tir titrerdi. Hınç dolu, nefret dolu, kin dolu. Püskürse ağzından kan püskürecek kadar öfkeli ve garezli gibi. Bakan kişi Alaybey. Alaybey gözlerini küçük kızdan hiç ayırmıyordu. On yaşlarındaki kız ise ona gayet soğukkanlı bir şekilde ve korkusuzca bakıyordu. Sonra bir ara yanına Kasımoğullarının ikinci kumandanı Ayvaz geldi. Ayvaz Alaybey’e çok saygılı bir halde yaklaşıp selam verdi. “Selamünaleyküm Alaybeyim.” Alaybey sessizliğini bozmaz. Gözlerini baktığı yerden ayırmadan öylece dalmıştı. Ayvaz, “Alaybeyim Allah’ın selamına bir karşılık yok mudur?” dedi. Alaybey korkak ve titrek bir sesle seslendi. Sesi sanki kendi sesi değil de içinde karanlıktan korkan zavallı bir çocuğun sesi gibi çatallıydı. Daha on yaşlarında olan bu küçük kız, koskoca Alaybey’i nasıl korkutmuştu böyle, anlamak mümkün değildi. “Ayvaaaaaz!” diye seslendi sert bir ses ile. Ayvaz daha mülayim bir sesle “Buyur Alaybeyim,” dedi. “Ayvaaaaz! İmparatorluğuna güvenme. Bir sümüklü annenin sidikli kızı, yıkar onu.” Bu sözler Ayvaz’ın hoşuna gitmedi elbette. Biraz sinirli bir şekilde yüzünü ekşitti ve konuştu. “Alaybeyim, sana bir saygısızlığımız mı oldu? Bize niçin böyle ağır konuşursun? Büyüğümüzsün. Seni hep dinledik, sözüne itimat ettik. Şimdi ne oldu?” diye şaşkın bir ifade ile sordu. Alaybey altmış yaşını geçmiş. Ayvaz daha otuzlu yaşlarda. Alaybey gözünü kızdan ayırmadan konuştu. “Ayvaz şu atmaca gözlü kız kimin kızı biliyor musun?” “Annesinin kolunu tutan kızı mı soruyorsun yoksa onu tutan kadının mı?” Bunu duyan Alaybey daha da sinirlenerek “Bana ne kadından Ayvaz! Sen kızın kim olduğunu söyle biliyorsan yoksa başınız sağ olsun. Ama tabuttaki için değil bundan sonra tabuta girecekler için,” dedi. Ayvaz Alaybeyin delirdiğini, bunadığını ya da ne söylediğini bilmediğini düşünüp yüzüne tuhaf tuhaf bakarak cevap verdi. “Alaybeyim, elbette kim olduklarını biliyorum.” “Kim olduklarını sormadım Ayvaz. Şu atmaca bakışlı, gözleri ateş saçan kızı sordum,” diyerek manalı bir şekilde karşılık verdi. “Alaybeyim, belli ki bizde bir körlük var ki senin gördüğünü biz görememişiz. Çünkü biz o kızın gözlerine kundaklığından beri bakarız. Ne ateş saçar ne de atmaca gibi bakar.” “Ayvaz! Seninle konuşulmuyor. Bir soru sordum kırk nağme çaldın. Kızı sorarım anasını söylersin, kimdir diye sorarım beşiğini salladım dersin. Eğer dadılık yapmayı çok seviyorsan çık bu şehirden bir an önce yoksa akıbetimiz hayır değil.” Ayvaz duyduklarından şaşkındı. Yaşı daha gençti. Çabuk sinirlenir kontrolü çabuk kaybederdi. Bu arada cenaze geldi. Kadınlardan ve erkeklerden ayrı ayrı helallik alındı ve daha on altı yaşındaki Küçük İsmail’in cenazesi, kendi gibi küçük mezara, annesinin dağlar kadar büyük feryatları  ile gömüldü. Alaybey ise istediği cevabı alamamıştı. İçindeki sıkıntı her geçen dakika daha da artmış, korkusu büyümüştü.   Halil ve Hikayesi Temmuz ayının tam ortası. Sıcak tahammül edilemez derecede. Köylüler telaşta. Herkes eline aldığı bir şeyler ile koşuyordu. Kazma, kürek, kova, balta, sopa ve bir sürü şey daha. Aslında bu koşma ilk başta Hüdaverdi’nin karısı ile incir tarlasında görülen bir genç delikanlı içindi. Fakat kısa zaman sonra işler değişti. Genç çocuk sevdiği kızın evli bir kadın olduğunu anladığında onunla son kez buluşmak için gittiği üzüm ve incir tarlasının, canını kurtarmak için ateşe verildiği gündü bugün. Minibüsçü Adnan  birkaç saat önce birini Aslanlı köyüne bırakıyordu. Genç adam Adnan’a, “Abi ben askerdim burada. Tezkeremi aldım. Akşam memleketime gideceğim,” dedi. Adnan hafif bir gülümseme ile cevap verdi. Arabasında tek yolcu kalmıştı o da bu gençti. Asker olduğunu anlayınca ona karşı daha merhametli ve daha bir candan davranmak ister gibi konuştu. “Eee söyle bakalım, burada kimseyi tanır mısın, ne yapacaksın köyde?” Genç kekeledi, kızarıp bozardı, zor bela cevap verdi. “Fevzi diye bir arkadaşım var, bazen yanıma uğrardı şubeye. Bana beni görmeden gidersen gönül koyarım, sana kırılır gücenirim demişti.” Adnan önce bir müddet düşündü. “Allah Allah, bu Fevzi acaba bizim Ali amcanın oğlu mu?”  Genç adam, sağına soluna baktı. Üzüm ve incir bahçelerini gördü. Aydın şehrinin Nazilli kazasıydı burası. Bu ürünlerin en güzel yetiştiği yerlerdi. Genç adam Adnan’ın bu çıkışı karşısında ne diyeceğini şaşırdı, “Hem gitmişken biraz üzüm biraz da incir alacağım bahçelerinden,” diye cevap verdi. Adnan yine şaşırdı. “Onların öyle güzel ne incirleri var ne de üzümleri. Memleketine annene babana götüreceksen sana bir yer göstereceğim oradan dilediğin kadar topla. Ananın ak sütü gibi helal olsun asker.” Genç adam yaşadığı bu ezik durumdan bir an önce kurtulmak istiyordu. Adnan minibüsünü durdurdu. Durağına gidip yolcusunu alıp şehre dönecekti. “Bak asker! Bu gördüğün tarla Hüdaverdi diye biri var onun. Arkasından konuşmak gibi olmasın ama çok gudubet biridir. Ekmeğini köpek bile yemez. Valla memleketine kadar gelir onun parasını senden alır. Görürsen selam bile verme. Allah, karısı olan o yetime acısın. O yüzden çok dikkat et sakın onun bahçesinden alma Bu toprak yolu yürü. Sağında bir ev göreceksin onun evi onu geç. Onu geçince etrafı çevrili bir tarla var işte o tarla benim. Tarlanın kenarında kasalar var. Ben bir saat sonra köye döneceğim. Sen istediğin kadar topla buraya çık ben seni tekrar şehre götüreyim.” “Abi Allah razı olsun. Ben bir saate kadar buraya çıkarım,” dedi. Daha sonra Adnan oradan ayrıldı.        Hüdaverdi. Filizin kocası. Şu anda şehirde. Genç adam Filizi görüp gidecek. Filiz çok güzel bir kız. Fakat evli. Onunla son kez görüşüp ayrılacak ve onu bir daha görmeyecekti. Genç adam yukarı doğru toprak yolu yürüdü. Filiz onu yol kenarında bekledi. Adam onu görmezden gelip yanından geçerek Adnan’ın tarlasına doğru yürüdü. Kuytu bir gölgede Filiz’i beklemeye başladı. Filiz bir müddet sonra yanına geldi. İşte sıkıntı bu andan itibaren başladı. Belli ki Filizin kocası durumu anlamıştı. Korku ve panik başlamıştı gizlice buluşan bu iki kişi için. Hüdaverdi yanına aldığı sekiz on adam ile peşlerine düştü. Filiz âşık olduğu bu çocuğa baktı. Sanki bir sonun başlangıcı gibi ya da bir daha kavuşamamanın kati belirtisi gibi “Hemen git! Hüdaverdi seni yakalarsa keser. Zaten çok zamandır şüpheleniyordu birinden,” diye büyük bir korku ile seslendi. Sesler duyuluyordu. Çok yaklaştıkları aşikârdı. Adam, “Nereye? Beni kesen Hüdaverdi seni kesmez mi sen kendini nasıl teminata alacaksın?” diye sordu. “Hemen git. Sakın beni düşünme bana bir şey olmayacak sana söz veriyorum. İkimizi yakalarlarsa ikimizi birden öldürürler. Beni yakalarlarsa senin peşine düşerler sen de zaten uzaklaşmış olursun.”  Kız, adamı ikna etti. Adam hızla uzaklaştı oradan. Bir an önce ana yola çıkıp oradan bulabildiği bir vasıta ile şehre gidip oradan da memleketine dönme ve bütün bu sıkıntıları geride bırakma hayali ile koşuyordu. Filiz bir müddet ardından baktı. Kendi kendine, “Seni yakalarlar ve öldürürler buna izin veremem,” dedi. Kendince yaptığı hesaba göre onu kurtarmanın tek yolu bu bahçeleri yakmaktı. Filiz biraz daha baktı köylülerin bir evlat gibi sevdiği fidanlara, rengine doyamadığı çileklere, kokusuna bayıldığı üzümlere. “Ferman kaçınılmazsa darağacında ipi kendin çekeceksin ki ecelin bile mağrur olacak,” diye düşündü. Sonra kız, gözlerinde biriken yaşlar ile hızla uzaklaşan sevdiğine baktı. Kendi kendine “Ne bekliyorsun?” dedi. Başka çare yoktu. Her taraf kuraklıktan altın sarısı gibi sararmıştı. Bu sararmış arazileri önce kızıl kırmızıya sonra da kömür karasına çevirmek hiç zor olmadı onun için. Cebinden bir çakmak çıkartıp ilk kıvılcımı çaktı. Ateş bir anda her yeri sardı. Filiz oradan hemen uzaklaştı. Duman gökyüzüne ulaşınca köylüler, yangın çıktığını ve bu çıkan yangının tüm köyü hatta kasabayı yakacağını anlamak onlara zor gelmedi. Hemen yangına koştular. Bu arada Genç adam, kan ter içinde ve bitkin bir halde ana yola ulaştı. Kafasını çevirip geldiği yöne baktığında gökyüzünü kaplayan simsiyah dumanları fark etti. Manzara korkunçtu. Yangından kaçan hayvanların çığlıkları ve yanan çalı çırpı, fidanların çıkardığı çığlıksı sesler, duyup da anlayanlar için son derece korkunç ve durdurulamazdı. Asker dumandan başını çevirince gelen minibüsü fark etti. İçinden “Çok şükür!” dedi. Bu gelen Adnan’ın arabasıydı. “Oooo asker! Ne yaptın? Atla bakalım. E hani ne üzüm ne incir almamışsın,” dedi meraklı bir sesle.  Adnan henüz yangından habersizdi. Asker cevap verdi. “Abi geç kalınca bıraktım. Ama çok yedim. Bir daha geldiğimde hazırlıklı gelip alacağım.”  Adnan, “Tamam bakalım. Yahu adın neydi senin bir türlü soramadık,” dedi. Genç adam bir şeylerin ters gittiğini anladı ve gerçek adını söylemedi. Tedirgin ve kekeleyerek “Şey abi adım Hasan,” dedi.  Bu arada Adnan’ın dikkatini ardından hızla gelen ve aralıksız selektör yapan, korna çalan bir araba çekti. “Allah Allah. Bu Yusuf’un arabası. Ne oldu ki acaba? Hele bir durup bakalım.” Adnan durdu. Asker iyice tedirgin oldu. Yakalanma korkusu ile telaşa kapıldı. Bir şey yapmadan olacakları beklemenin akıllıca olduğunu düşündü. Bir şey yaparsa bu zaten yeterince gergin olan ortamı iyice gerebilirdi. Adnan ve diğer yolcular araba durunca hemen aşağı indiler. Yusuf telaş ile anlatmaya başladı. “Adnan abi! Adnan abi! Abi Hüdaverdi’nin karısını yabancı biriyle bastılar senin tarlada. “Adam kendini kurtarmak için tarlayı ateşe verip kaçtı,” diyorlar. Abi yangın söndürme ekibi gelene kadar bütün köy yanar geri dönüp biz de müdahale edelim.”        Adnan bir müddet donakaldı. Bu arada diğer yolcuları bir telaş sardı. Aralarında bağrışarak konuştular. “Bunu yapanın… Bunu kim yaptı ise yakalayıp o ateşte yakacağız Allah’tan da mı korkmadı! Nasıl yaktılar canım bahçeleri! Ona artık yaşamak haram! Hüdaverdi ve karısını da bu köyden süreceğiz!” gibi konuşmaları arabanın içinden dinleyen adam yüzünden akan terleri silmekle ve korkudan bağı çözülmüş dizlerinin titremesini engellemekle meşguldü. Adnan hışımla arabanın içine daldı ve çok sert bir ses tonu ile “Hasan!” dedi. Genç adam kendi kendine, “Artık yapacak bir şey yok. Bu adamlar beni öldürür,” diye nerede ise ağlayacak bir halde cevap verdi. “E. Ef.. Efendim abi?” Adnan yine aynı sertlikte karşılık verdi.   İlk kehanet: Cenaze gömüldükten ve herkes dağılmaya başladıktan sonra Alaybey ile Ayvaz tekrar karşılaştı. Alaybey Ayvaz’a seslendi. “Ayvaz!” “Buyur Alaybeyim,” dedi Ayvaz. “Ayvaz. O kız kimdi?” diye tekrar sordu. “Alaybeyim sen ne kadar merak ettin bunu böyle. Açık konuşayım ben bile tedirgin oldum. Bilmeni isterim ki kız da annesi de babası da bizim himayemiz altındadır. Kız üvey kardeşim Cemil’in kızı, annesi de yengem Melek. Bilmem anlatabildim mi?” Alaybey bu cevabı alınca iyice dehşete kapıldı. “Ayvaz, dur! Beni dinle. Sana kötü haberlerim var. Rahmetli annem hep anlatırdı. Rüyasında kaç defa görmüştü. Hep derdi, “Kasımoğullarından bir çocuk çıkacak ve herkesi kendi boyunduruğunda bir yük hayvanı yapacak,” diye. Ayvaz yanlış çocuğu gömdünüz.” Ayvaz hem şaşkın hem de azarlar gibi konuştu. “Ne diyorsun Alaybey! Bizimle eğlenme. Biz kimi gömmüşüz. Sen git kadın fistanı giyen, kız gibi konuşan oğlunla eğlen.” Kalabalıktan biraz uzakta devam eden bu tartışma iyice büyüyordu. Alaybey sesini iyice yükselterek. “Ayvaz! Kes martavalı. Çocuğu, abin niçin öldürttü bilmiyor muyum sanıyorsun. İleride başına sıkıntı olur diye. Deli Hakkı’nın oğluydu o. Ama o değil Ayvaz. Sana ölmüş annemin üzerine yemin ederim ki rahmetli annem hep söylerdi, “Kasımoğullarından biri çıkacak herkesi sindirip korkutacak,” diye. “Rahmetlinin dediği çocuk da, babası da mezarda şu anda Alaybey. Bizim içimizde bir savaş yok artık daha. Siz kendinizi düşünün. Kardeşin Necati senin fistan giyen oğlunun kumandan olamayacağını ve kumandanlığı senden alacağını söylüyor. Haklı da fistanlı kumandan olmaz çünkü.” Bunları diyen Ayvaz dalga geçerek pis pis güldü. Adeta cenazede değil de düğün evindeymiş gibi neşelendi. Alaybeyin yüzünden ateş fışkırıyordu. Çünkü Alaybey korkuyordu. “Ayvaz anlattıklarımı abine bir bir anlat. Korkarım ki o fistanlı kumandan bizden değil de sizden çıkacak. Sadece size değil herkese kumandan olacak.” Bu cenazede anlatılan bu hikâye içten içe Ayvaz’ın kafasına kurtları serpti. Bu bölgelerde batıl inançlar yaygındı. Zaten Küçük İsmail bu yüzden öldürülmüştü. Onun ileride Kasımoğullarının başına geçip gücü eline alacağını söyleyen birkaç yaşlı bunak, zavallı çocuğun da katliam fermanını çıkarmışlardı. Bu savaş çok acımasızdı. 80’li yılların daha başlarıydı. Ülkenin içinde bulunduğu buhrandan dolayı bu savaşa çokta müdahale edilemiyordu. Bu durum ise güçlünün mazlumu daha fazla ezmesine sebep oluyordu. Şehrin bu dağlık köylerinde hükümranlık üç ya da dört aileye aitti. Bunların en büyükleri Tahiroğulları sonra da Kasımoğullarıdır. Bunlardan sonra ise Şomonoğulları gelir. Anlatılanlara göre Şomonoğullarının kökeni Rumlara dayanıyordu. Fakat yine herkes çok iyi bilir ki ailenin sekiz on bireyi hariç hepsi tam anlamıyla dinini yaşayan, devlet ve bayrağa tam bir sadakat ile bağlı şahıslardan oluşurdu. Birçoğu ise devlet mevkilerinde önemli görevlerdeydiler. Alaybey de öyleydi. Bu üç aile dışında güç sahibi sayılabilecek bir de Koçaliler vardı. Onlar ise varlığını son yirmi otuz yıldır göstermiş olmalarına rağmen diğer ailelerin kökenleri Osmanlı’nın son iki yüz yılına kadar dayanırdı. Bu üç aile içinde en çok korkulanı Tahiroğullarıydı. Kasımoğulları hemen peşinden geldi. Bu iki aile, şu anda sahip oldukları arazileri kendilerine Sultan Murat’ın verdiğini söylerdi. Şomonoğulları ise ne zamandan beri buralarda bilinmez. Nam ve güçlerini tamamen bu iki aileye olan hizmetlerinden ve bağlılıklarından almışlardı. Alaybeyin dedeleri Kasımoğulları ve Tahiroğullarının dedelerine her türlü kirli işlerde yardımcı olarak bu topraklarda güç ve ahkâm sahibi oldu. Fakat herkes çok iyi bilir ki en çok sevilen aile Şomonoğullarıydı. Her ne kadar tüm Nebbaşlar Şomonoğullarından olsa da geri kalanlar hem çok sevilir hem de hürmet görürdü. Alaybeyin oğlunun namı çok kötü yayılmıştı. Onun kadınlığa özendiği hatta bazı zamanlarda evde kadın elbisesi ile dolaştığı da söylenmişti. Bu yalandı. Tamamen karalama ve kirletme amaçlıydı. Fakat gerçekten de çok güzel bir yüzü olduğu ve sesinin de kadın sesi gibi olduğu gerçekti. Bu, bu bölgede son derece utanç verici bir şeydi. Ayrıca çocuğun bu kan ve gözyaşı dolu âlemle hiç alâkası olmaması da çok ciddi bir sıkıntıydı. *** 2013 yılının oldukça sert bir şubat ayı. Bir kadın ve yanında onu koruyan birkaç adam gündüz toprağa verdikleri biri daha iki yaşında bir çocuk ve diğeriyse seksen yaşını doldurmuş birinin mezarı başından ayrılmıyor orada nöbet tutuyorlardı. 2013 yılının oldukça sert bir şubat ayı. Kadın oradan ayrılmadan on sekiz gün nöbet tuttu. Aslında kadın bir gün önce üç cenaze verdi toprağa. Biri öz babası, biri üvey annesi, biri de öz çocuğu ki daha iki yaşında. Yağan kar bir karışa ulaşmıştı. Mezarlardan biri kadının öz çocuğunundu. İki yaşındaydı. Kaidan[1] arasındaki savaşa kurban gitti zavallı çocuk ve kadın. Ama kadın kesinlikle çocuğunu beklemiyordu. Burası Davalı Mezarlık. Tahiroğulları tarafı. Uykusuzluk, yorgunluk, acı ve keder kadının göz kapaklarını patlattı patlatacaktı. Yanına gelen ablası ağlayarak konuşmaya başladı. “Ey babamın kızı! Kendine ve bize ettiğin bu zulüm yetmedi mi? Mezarda yatan masum çocuk bile ağlar bu haline duymaz mısın?” diye ağlayarak konuştu. Kadın soğuktan mı yoksa acıdan mı belli olmayan titrek ve çatallı sesi ile ablasına başı ile yakınında bulunan bir kazık yığınını gösterdi. “Şunları görüyor musun? Sayısını ben de bilmiyorum. Her gece birileri geliyor. Bütün servetim tükense de bütün varlığım elimden gitse de ben buna müsaade etmeyeceğim. Kim gelirse gelsin bedelini ödeyeceğim. Kimse beni dedelerimden kalan bu nam ile anamaz.” “Benim dünyanın yarısı kardeşim, yeter artık kalk evimize gidelim. Yasımızı evimizde tutalım. İstersen burada birilerini bırakalım gelen olursa bize haber versin yanımıza yollasın olmaz mı?” “Olmaz! Gelen herkesi dinlemeden ve haklarını vermeden ben buradan ayrılmam. Beni kimse buna zorlamasın. Zalim olan babamdı. Acımasız ve merhametsiz olan, kanlı bir katil olan da oydu. Ben onun kızıyım ve bu kötü nam sürmeyecek.”        Orta yaşlı bu kadın bu mezarın başından ayrılmamakta kararlıydı. Köhne bir çadırın içinde gece gündüz yaşamını sürdürüyordu. Bu kadın sıradan ve güçsüz bir kadın değildi. Bu kadın Tahiroğulları sülalesinin kumandanı olan ve herkes tarafından tanınan ve nam sahibi olan kadındı. Ama şimdi bir çocuğa ağlayarak yalvarıyordu. “Ey gözleri ateş gibi parlayan çocuk! Ey şimdinin umudu geleceğin beklediği! Ey intikam ve hak sahibi! İşte servetim ayaklarının altında. Gel sen vazgeç, etme bize bu zulmü. Bizi annen bil. Ablan bil. Gel bunu bağrımıza saplama. Bizi de daha yalvartma.” Çocuk boyundan büyük sözler ile karşılık verdi. “Ey geçmişin bedelini, geçmişten gelen kanlı para ile ödemeye kalkan kadın. Bil ki yedi yıldır bugünü beklerim. Bunun bedelini ne servetin ödeyebilir ne de bunun bedeli dünya metası ile ödenir. Getir babamı al kazığı.” Kadın yalvardı durmadan. “Yapma aslan. Yapma yiğit. Ölen öldü. Öleni öldürenin eline silah veren de öldü. Gel sen de bizi öldürme. Bırak o elindekini. Affet bizi. Bağışla merhamet et. Acı bize insaf et.” Bu köylerin bir âdeti vardı. Bu âdet de bu kadının büyük büyük dedesinden miras kaldı. Mezara kazık çakma âdeti. Son derece utanç veren bir âdet. Şimdi ise kadın bu âdetin kendine verdiği zulümden kurtulmak için mücadele ediyordu. Bu mücadele için ödediği bedel ise hesaba sığmayacak kadar hesapsızdı. Adnan, adının Hasan olduğunu söyleyen adama bakıp seslendi. Hasan çok tedirgindi. Sonunun geldiğini ve artık bir daha geri dönemeyeceğinin hesabını içten içe yapıyordu. Yüzünden ter nerede ise sürekli taşlara damlayan bir sarnıcın suyu gibi akıyordu. Korku ne kötü bir şeydi. Bu çocuk bir korkaktı. Suçu ağırdı, korkusu büyüktü. Tam anlamı ile terhis olmamıştı. Devletin nezdinde askerdi. Terhis mahiyetinde izine ayrılmıştı. Eğer komutanın kulağına bu olay giderse askerliğini yakardı. Sonra babası duyar. O ise eski kafa, kesin devlete zarar verdin der ve işler iyice karışırdı. Ya annesi? O ise askerliğini adam gibi yapamadığı için hakkını bile helal etmezdi. Bunların hepsi aklına düştü. Korkak bir yapıya sahip olan genç nerede ise ağlayıp yalvaracaktı. “Hasan oğlum. Sen bizim evladımızsın. Kusurumuza bakma. Başımıza bir hâl geldi. Biz askeri yolda bırakan adam değiliz. Fakat kansız ve şerefsiz biri tarlalarımızı yakmış. Geri dönüp onu yakalayıp o ateşte yakacağız. Senden ricam, bir iki kilometre ileride sapak var. O sapaktan diğer köylerden gelen minibüsler geçer birini durdur devam et. Sakın para verme. Selamımı söyle yeter.” Bunları duyan genç adam minibüsten indi ve hızla oradan uzaklaştı. Köylülerin hıncı iyice artmış ağızlarında envaiçeşit küfürler çıkmaya başlamıştı. Çünkü tek geçimlikleri olan araziler yanıyordu. Filiz yaptığı planda kısmen başarılı olmuştu. Herkes yanan tarlalar için koşunca asker unutulur ve kurtulurdu. Filiz sevdiğini kurtarmıştı ama bu işin sonu o kadar kolay değildi. Genç adam oradan uzaklaşıp Nazilli Otogarından otobüse binerek İstanbul’a gitti. Adnan ve köylüler itfaiyenin de yardımı ile yangını söndürseler de sonuç bir felaketti. Altı yedi kadar köylünün arazileri tamamen yanmış ve ellerinde hiçbir şey kalmamıştı. Durum böyle olunca köylüler hem zararlarını kurtarmak hem de bunu kendilerine yapandan intikam almak için Hüdaverdi’nin üzerine yürüdüler ve onu bu işten sorumlu tuttular. Hüdaverdi ise olayı köye gelen bir askerin yaptığını ve daha sonra da kaçtığını söyledi. Karısının ve kendinin bu olaylara alâkası olmadığını söyledi ve suçu üzerinden attı. Bu hikâyeye inanmayan köylüler Hüdaverdi’ye karısının bir asker ile ilişkisi olduğunu o askerin de o yüzden bu köye geldiğini söylediler. Hüdaverdi her ne kadar bunların iftira olduğunu söylese de durumu kurtaramadı. İşlerin ters gideceğini anlayan Hüdaverdi Filizi tehdit ve zorlama ile kendisi için gelen adamın kim ve nereli olduğunu söyletmeyi başardı. Hüdaverdi ise hemen Adnan ve köylülere söyledi. Adnan ise anlatılanlardan yola çıkarak arazileri yakan kişinin arabasına aldığı ve sonra da serbest bıraktığı asker olduğunu anladı ve tek çarenin toplanıp İstanbul’a giderek zararlarını bu adamdan tahsil etmek olduğunu söyledi. Köylülerin başka çaresi olmadığından ve durumları mali olarak kötüye gideceğinden bir umut olarak bu fikre sarıldılar ve yirmi kadar kişi yola çıktılar. [1] Kaidan: Kumandanlar,  1. BÖLÜM SONU

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

Gökten Düşen Aşk

read
2.3K
bc

EFRUZ ŞAHSUVAR (TÜRKÇE)

read
6.6K
bc

Patika

read
6.4K
bc

BARUT KOKUSU

read
10.1K
bc

SAKIN SEVME

read
2.4K
bc

Geceler Kadar Siyah

read
16.6K
bc

Bir Dizi İz (2. Kitap)

read
1.3K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook