Ayaklarımın altında ezilen çimenlerin can çekişini duymamalıydım. Aynı ağaçların sallanan dallarının söylediği şarkıya kulak asmamam gerektiği gibi.
Gereksiz bir çaba olduğunu bilmeme rağmen kulaklarımı tıkayıp ilerlemeye devam ettim. Bu yoldan yüzlerce kez geçmiş, her seferinde atlatmayı başarmıştım. Mor gökyüzü de önümdeki beyaz lahitte benim için eski bir dost kadar tanıdıktı.
Beni korkutansa aynı olduğum yer kadar tanıdık gelen başka bir sahneydi. Uzun sütunların arasında beni davet eden opalden yapılmış kapının ışıltılı yüzeyinin ardında bekliyordu.
Tırnaklarım şakalarıma saplanırken acı ile tısladım. Ayaklarım onlarca basamağı ezip beni tepeye, tapınağın girişini süsleyen boyumun iki katındaki kapının önüne taşıdı. Opal yüzeyine işlenen hikayeyi ezbere biliyordum.
Yaşamın liflerini ören üç surat bana bakıp göz kırptı. İçlerinden en genci kızıl dudaklarını aralayıp kara dişlerini gözler önüne serdi. ‘’Hoş geldin gün ışığı ve gece yıldızının kızı.’’
Sözleri ile bedenim baştan aşağıya titrerken elim bir kuklacının ipleri çekmesini beklermiş gibi havalanıp soğuk yüzeye dokundu. Damarlarımdaki kan temasım ile buz kesmiş gibi nefesim kesildi.
‘’İçeri gir, geçmişin izi ve geleceğin gölgesi.’’ Sözlerin sahibi gözlerinin yerinde obsidiyen taşlar olan yüzdü. Bedenim bir adım öne ilerleyip kapı aralanmaya başladığında, o karanlık girdapların içinde dönen yüzleri görmemek için gözlerimi yumdum.
Gök gürültüsünü andıran bir ses kapının çift kanadını birbirinden ayırmaya devam ederken, son yüz içeriden yansıyan alevlerin rengiyle aydınlandı. Aralarında en yaşlısı ama en az korkutucu olanı oydu. Kırışık yüzünün iki yanında uzanan sivri kulakları olsa da ifadesi sevecen bir anne gibiydi. Ben kapıdan geçip onları ardımda bırakırken fısıldadı.
‘’Seçimlerini iyi yap, rahibe ve avcı.’’
Açılışının aksine bir kuş tüyüymüş gibi kapı sessizce ardımdan kapanıp beni alevlerin aydınlattığı manzaranın karşısında bıraktı.
Her zamanki gibi gelişimi bekleyen adam konuştu. ‘’Bugün hangisini seçmeli?’’
Esmer elini kaldırıp önünde dans eden iplikleri okşadı. Onlarca renk, yüzlerce ses beni selamladı. Ciğerlerim farklı kokularla dolarken dilimde tatlar birbiriyle yarıştı. Bedenimin hafiflediğini hissederken gözlerimi kapatıp açtığımda kendimi yanında dikilirken buldum.
Aynı kapıya dokunurken olduğu gibi elim benden bağımsız hareket edip bir iplik yakaladı. O anda etrafımızı aydınlatan alevler kızgın sesler çıkarıp duvarları yuttu. Isı tenimi okşasa da kızıl dalgalar bize ulaşmadı.
Öfkeli kıvılcımların süzülüp de dokunamadığı tek şey ikimizdik.
Parmaklarımın arasında kararıp küle dönen ipliği görünce boğazım sıkıştı. Kalbimi hüzün ve umutsuzluk kuşatırken hıçkırdım. Bir anda dudaklarımdan kaçan o küçücük sesle, bedenim tüm gücünü kaybedip yere yığıldı. Başımı kaldırınca hayran olduğum onca rengin solup karardığını gördüm. Külleri gözlerimin önünde süzülürken, alevler bu anı bekliyormuş gibi pençelerini üzerimize kapattı.
Sıcak ve acı bedenimi vahşi hayvanlar gibi parçalarken çığlık attım. Canım yanıyordu. Canım yanıyordu.
Yanıyordum!
Yaşlar yanaklarımdan süzülüp görüşümü bulanıklaştırırken soğuk bir el çenemi yakalayıp sıktı. Ona beni kurtarmasını söylemek istesem de kelimeler beni terk etmişti. Adam ellerinden daha soğuk bir sesle kahkaha attı.
‘’Yine bana ihanet ettin.’’
İnkar edip ona doğruları anlatmak istesem de ne hareket edebildim ne de kelimelerimi dudaklarımın arasında salabildim. Zaten o da cevap vermemi beklemiyordu. Soğuk parmaklar çenemdeki yerini terk edip titreyen dudaklarımı okşadı. Sıcağın ardından gelen serinlikle hıçkırdım.
‘’Ah Reodalia.’’
Sözlerinden sonra alevlerden daha yıkıcı korlardan daha sıcak dudaklar, dudaklarımla buluştu. Acı, bugüne kadar tatmadığım bir acı bedenimde patlarken gözlerim karardı. Dipsiz siyahlığa gömülürken sesini son kez duydum.
‘’Daha zamanı gelmedi.’’
***
Omuzlarımı tutup beni hareketsiz kalmaya zorlayan kollarla mücadele ettim. Nefesim kesilip yanan tenim pamuklu kumaşa sürtünürken hıçkırdım. ‘’Hayır, hayır, hayır!’’
‘’Lara uyan!’’
Gözlerim binlerce yıldır kapalıymış da ışıkla ilk kez buluşmuş gibi aralanırken göreceklerimden korktum. Ama alevler beni sarmadı. Canım yanmıyordu.
Tepemde beliren adamın kaşları çatılmış, dudakları kasılmıştı. ‘’Geçti. Sadece bir rüyaydı.’’
‘’Baba?’’
Derin bir nefes alıp beni yavaşça bıraktı. Yerde topak haline gelmiş yorganıma ve etrafa saçılmış minik yastıklara baktım. Titreyen elimi terden alnıma yapışmış saçlarıma götürürken sakinleşmeye çalıştım.
Rüya. Sadece bir rüya.
Babamın sözlerini kendime tekrar ederken ellerim çırpınışımdan nasibini almış çarşafı avuçladı.
Rüya. Sadece bir rüya.
Öfkeyle dişlerimi sıktım. Lanet olası her seferinde tekrar eden aynı rüya.
Korkumun ve kafa karışıklığımın yerini alan öfkeyi hissetmiş gibi babam boğazını temizleyip kafamı kaldırmam için sözsüz bir komut verdi. Başımı kaldırdığımda ne göreceğimi biliyordum. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, saklamadığı memnuniyetsizliği ile bana bakan bir çehre.
Yere saçtığım yastıklardan birini kucaklamak istesem de ellerimi birbirine kenetleyip başımı kaldırdım. Tam da beklediğim gibiydi.
O soğuk ve mesafeli gözler, mimiklerine işlenmiş aşağılama. Asıl eğlence dudakları açıldığında başlayacaktı. Önce davranıp durumu açıklamaya çalıştım. Aynı anda en yakınımdaki -mavi renkli üzerinde yeşil kuşların olduğu- yastığı da almak için hamle yaptım. Hiç değilse beni azarlarken sıktığım yumruklarımı altına saklardım.
Sol ayağımın üzerinde dengemi sağlarken konuştum. ‘’Baba ben-‘’
‘’Kes sesini.’’ Ne bağırmış ne de hareket etmişti. Ama sesi hareketimi de kelimelerimi de böldü. Kucaklamak için uzandığım yastığa özlemle baktım.
‘’Otur.’’
Pek de uzaklaşamadığım yatağıma geri yığılırken parmaklarımı bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Ama gözlerimi kaçırmadım. Elini kırlaşmaya başlayan saçlarından geçirip homurdandı. ‘’İlaçlarını almayı ne zaman bıraktın Lara?’’
Otomatik yalanım dudaklarımdan döküldü. ‘’Bırakmadım.’’
Mavi gözleri kızgınlıkla parlamak yerine soğuyup donuklaştı. Aramıza diktiği yüzlerce buzdan duvara biri daha katılmıştı.
Çocukken babamın süper kahramanlardan biri olduğuna inandığım bir zaman vardı. Beni tek eliyle havaya kaldırıp koşarken, annemden gizli çaldığım kırmızı ipek fularını boynuna dolar minyatür bir pelerin gibi dalgalanmasını hayranlıkla izlerdim.
Hele kitap okurken taktığı siyah kare gözlüklerin ardından bakıp bana göz kırptığında onun gizli bir kimliği olduğuna emin olurdum. Bazı geceler eve yaralı gelmesi de teorilerimi desteklerdi.
Canı yansa da beni her seferinde kucaklayıp kötü adamları yendiğini kulağıma fısıldardı.
Şimdiyse karşımda dikilmiş, elindeki telefondan doktorum Bay G’yi arayan adamın bir süper kahraman olsa gözlerinden lazer yerine buz mızrakları fırlatacağını düşünüyordum.
‘’İyi geceler doktor, bu saatte rahatsız ettiğim için üzgünüm.’’ Konuşması bu kısımda kesintiye uğradı. Bay G’nin sesini duymasam da ne dediğini ezbere biliyordum.
Ayarlanan randevu, ilaçların yeni dozları, gereken konuşma seansları…
Dinlememe gerek yoktu. Son on yılım koca bir kabustu.
Bazen gördüklerimin mi yoksa yaşadığımın mı daha kötü olduğuna karar bile veremiyordum. Babam konuşmasına devam ederken uzanıp yere saçtığım yastıkları tek tek topladım. Yorganımı kucaklayıp yatağıma oturduğumda, burnumu kumaşa sürtüp genzime dolan kokunun annemi hatırlatmasına izin verdim.
Sanki hala yanımdaymış, biraz sonra sarılıp beni göğsüne çekerken sevecen kahkahası ile beni olacaklardan koruyacakmış gibi gülümsedim.
‘’Evet, saat 2’de orada olacağız. İyi geceler.’’
Babamın vedalaşmasını duyunca kendi mutluluk kozamdan sıyrılıp ona baktım. Cep telefonunu cebine sokarken ‘’Cumartesi, saat 2’de.’’ dedi.
‘’Cumartesi arkadaşlarım ile sinemaya gideceğime söz verdim.’’
Beni duymamış gibi komodinime uzanıp başucu lambamı yaktı. ‘’Işık açık kalsın, şimdi uyu sabah okula giderken uykusuz kalma.’’
‘’Baba beni dinle.’’
Tersleyen sesiyle ‘’Programını başka zamana ertele.’’ dedi.
Yataktan atlayıp uzun adımları ile kapıya ulaşmadan onu kolundan yakaladım. ‘’Bekle. Yapamam gitmem gerek.’’
Yanağındaki kas seğirirken koluna dokunan parmaklarımı tuttu. ‘’Ya birlikte evden çıkıp cumartesi günü o randevuya gideriz ya da seni sinemada arkadaşlarının arasından alıp sürüklerim ve o randevuya gideriz. Seçimini yap.’’
Gözlerim sulanmaya başlarken sesim titremesin diye yutkundum. Parmaklarımı elinden kurtarıp ‘’Kült filmler üzerine bir sunumum var ve grup ödevi için o gün filmi izlemem gerek.’’ diye anlamasını umarak açıklamaya çalıştım.
Ödevler dünyadaki en önemsiz şeylermiş gibi suratıma bakıp omuz silkti. ‘’Yarın arayıp okulla izin konusunda konuşurum. Okula yazıldığında Müdür Norris’i durumun konusunda bilgilendirdiğim için sorun olmaz.’’
Nefesim kesilirken ‘’Yapamazsın.’’ dedim.
Tek kaşını kaldırıp ‘’Öyle mi?’’ diye sordu.
Telaşla saçlarımı karıştırıp hızlı hızlı konuştum. ‘’Ben öyle demek istemedim. Sadece buraya tam da alıştım. Arkadaşlarım var.’’ Bunun benim için ne demek olduğundan haberi bile yoktu. Oradan oraya sürüklenip durumu öğrenildiğinde çevresindeki herkes kaybolan o değildi. Anlamasını istiyordum. Sesimdeki çaresizlik artarken tekrarladım. ‘’Uzun zamandır ilk kez arkadaşlarım var. Durumumu bilmiyorlar ve ben de öyle kalsın istiyorum. Ben, ben…’’
‘’Sen ne Lara?’’
Gözyaşlarım beni ele vermesin diye gözlerimi kırpıştırdım. Başımı öne eğip çıplak ayaklarıma baktım. Alışkanlıktan bakışlarım hemen sol tarafa kayıp bileğimdeki yara izine takıldı. Yanaklarım ıslanırken sesim boğuk çıktı. ‘’Bir ucube olmaktan yoruldum.’’
Yanaklarımı hızla silerken kafamı kaldırmadım. Babamın bu yara izini aldığım zamandaki gibi bana sarılmasını, sevecen gülüşüyle beni teselli etmesini istiyordum. On yıl önce sahip olduğum kahramanımı istiyordum.
Adım sesleri duydum. Ardından kapanan kapı sesi bir tokat gibi bana çarptı. Kapının ahşap yüzeyinin ardından babamın boğuk duyulan sesi ‘’Cumartesi saat 2’de.’’ diye bana hatırlattı.
Yere yığılıp başımı dizlerimin arasına gömerken hıçkırdım. İçimdeki üzüntü, öfke ile yer değiştirene kadar ağladım. Yanaklarım kuruduğunda ayağa kalkıp komodinimin üst çekmecesini çekip ilaç şişemi aldım. İçinde yuvarlanan beyaz haplara tiksinti ile bakıp kapağını açtım. Haplardan birini alıp şişeyi eski yerine koyarken sinirle güldüm.
‘’Kahramanmış.’’
Hızlı adımlarla banyoma gidip hapı klozete atıp üzerine sifonu çektim. Akıp giden suya ve benden uzaklaştırdığı o minik şeye bir an zaferle baksam da geri döndüğümde bu his çoktan kaybolmuştu.
Yatağıma kıvrılıp uyumaya çalışırken en sevdiğim sarı yuvarlak yastığı kucakladım. ‘’Kendini kandırma.’’
Annen gibi onu da o gece kaybettin.
***
‘’Dudakların bir ateş kadar kızıl ve öpülmek için yalvarırken… Tanrım! Ben nasıl uzak durabilirdim?’’ Tek gözümü aralayıp elini kalbinin üzerine bastırıp bana aşık erkek karakter bakışı atan Luna’ya baktım.
Kendi etrafında dönüp ellerini yukarı kaldırırken bütün sınıfın ona bakmasına aldırmadan bağırıyordu. ‘’Uyan, uyan sevgilim! Hayatın zehirli dalları bedenimi parçalasa da seni tutsak kaldığın karanlıktan kurtaracağım.’’ Masanın üzerine ellerini dayayıp benim üzerime eğilirken ‘’Bir öpücükle.’’ deyip dudaklarını büzdü.
Hızla geri çekilirken az kalsın sandalyemden düşüyordum. ‘’Luna!’’
Aşık erkek karakter rolünden çıkıp ellerini çırptı. ‘’Ah uyandı. Hem de öpmeden.’’
Ben uyukladığım masadan kalkınca bulduğu boşluğa oturan Hina ‘’Kes artık Gün Işığı, vampir prensesimizi uyandırdın.’’ dedi.
Luna ellerini belinde kavuşturup kızıl saçlarının arasında parlayan kahve gözleri ile Hina’ya baktı. ‘’Yeteneğimi övmeniz gerekirken yaptığına bak.’’
Olayları yakalamaya çalışırken önce Hina’ya itiraz ettim. ‘’Neden ben vampir prenses oluyormuşum?’’
Uzak doğu köklerinin ona sağladığı badem gözleri kısılırken, omuzlarını süpüren siyah saçlarının uçlarının maviye boyandığını fark ettim. Geçen hafta sarıydı. Hina renk paletindeki tüm renkleri deneyene kadar durmamaya yemin etmişti.
Omuzlarını silkti. ‘’Çünkü Luna’nın ana karakterisin.’’
‘’Ne?’’
Beklememi işaret eden Hina telefonunu kurcalarken göz ucuyla sınıfa giren basket takımını görünce inledim. Takımın iki yetenekli forveti Tom Harrison ve Juan Lee her zamanki gibi şakalaşıp, sıradaki maçta rakiplerini nasıl ezeceklerini anlatırken arkalarından sınıfa giren oyun kurucuları Dan Watson’ı güldürüyorlardı.
Elbette bu üçlünün sınıfa girişi mevcut ilgiyi üzerlerine çekmelerine yetiyordu. Hepsi yetenekli oldukları kadar yakışıklıydı da. Hele ki Dan Watson. Üzerine oturan mavi tişörtüyle aynı tondaki gözleri benimle buluşunca başımı çevirdim. Luna hareketimi yakalayınca tek kaşını kaldırsa da Hina suratıma soktuğu telefon ile beni kurtardı.
‘’İşte.’’
Saçlarıyla birlikte telefon kılıflarının da rengi değiştiğinden, bebek mavisine sarılı telefonu elime alırken üzerindeki kanatlı meyve desenlerine aldırmamaya çalıştım. Bunları nereden buluyordu hiçbir fikrim yoktu.
Ekrana odaklandım. Luna’nın çizim yeteneklerinin ürünü bir kapak resmi bana bakıyordu. Resimde iki figür vardı. Biri kanatlı sarışın bir melekti. Başının üzerinde ışıktan bir hale olsa da ela gözlerinde meleklere hiç de yakışmayan bir ifade vardı. Elini diğer figüre- yüzü görünmeyen bir kadına- uzatmıştı. Altın rengi kanatları arasında parlayan kaslı göğsü ve karnı ise Luna’nın erkek karakterlerinin olmazsa olmazıydı. Üstelik melek çocuk, Luna’nın erkek arkadaşı Neo’nun abisine benziyordu.
Tabi sorun burada değildi. Luna ateşli bulduğu her erkeğe çizdiği romanlarda yer verirdi. Aslında oldukça başarılıydı. Sonuçta geçen yaz bir yayınevi ile anlaşmış, üç ay sonra ise ilk çılgın imza gününü yapmıştı. Hepimizi karakterleri gibi giydirip ellerimize replikler tutuşturduğu anı hatırladıkça hala ürperiyordum.
Ne ona seksi bir korsan rolünü oynayabileceğimi düşündürmüştü ki?
İç çekip ekranı kaydırıp diğer resme geçtiğimde ise gördüklerim karşısında inledim. Oldukça kaslı ve parlak meleğin kollarında siyah saçları beline kadar uzanan, kırmızı-siyah korsesi ile oldukça ateşli ve meleği öpmek için uzanan sivri dişli karakter bendim.
‘’Luna.’’
Luna atılıp omzumun üzerinden ekrana bakarken sırıttı. ‘’Biliyorum çok seksi değil mi?’’
Burun kemerimi sıkarken telefonu Hina’ya geri verdim. ‘’Beni çizmemen konusunda anlaşmıştık.’’
Kızıl saçlarını savurup ‘’Saçma.’’ diye ilan etti.
Nefesimi boşa tükettiğimi bilsem de ‘’Söz vermiştin.’’ dedim.
Çantasını kurcalayıp tabletini çıkarırken ‘’Hey.’’ dedi. ‘’Korsanlar konusunda anlaşmıştık. Vampirler değil.’’
‘’Hepsi. Hepsi konusunda anlaşmıştık.’’
Tabletini kurcalayıp görmem için bana çevirdi. ‘’Ama ankette senden vampir olacağını düşünen çok fazla kişi vardı.’’
Ekrana bakınca sinirle elinden kaptım. ‘’Karakter çizimleri için resmimi sitene mi yükledin? Hem de oylamaya mı açtın? Delirdin mi sen?’’
Sanki ona çizdiklerinin kanatlı eşekler olduğunu söylemişim gibi homurdanıp tabletini geri aldı. ‘’Lanet olsun güzelsin Lara. Zekisin, eğlencelisin.’’ Üzerimdeki kapüşonluyu işaret edip ‘’Neden herkesten bunu saklamaya çalışıyorsun ki?’’ derken somurttu.
Öfkem sekteye uğrarken duraksadım. Okula transfer olduktan üç ay sonra Luna bana aynı sözleri söylemişti.
Sırama gömülüp geride bıraktığım hayatı düşünürken yanıma gelip benimle konuşan ilk kişi oydu. ‘’Selam yabancı, maskeler mi yoksa pelerinlerden misin?’’
Sorusunun acayipliği karşısında şaşırdım. ‘’Efendim?’’
Bana içtenlikle gülümsedi. ‘’Neden herkesten bunu saklamaya çalışıyorsun?’’
Kafa karışıklığı ile gözlerimi kırpıştırdım. ‘’Neyi?’’
Elini yanağına dayayıp ‘’Elbette kendini.’’ dedi.
Kaşlarım çatılırken aramıza mesafe koyup ‘’Saklanmıyorum.’’ dediğimde elini bana uzatıp tanışmak için adını söyledi.
‘’Kozadan çıkma vakti kelebek, ben Luna. Işığın seni keşfetmesine izin ver.’’
O zamanlar Luna’nın konuşmaları bana tuhaf gelmiş – elbette çizdiği romanın konusuna atıfta bulunduğundan da habersizdim- ama buradaki ilk arkadaşımı da edinmiştim. Sonrasında Hina ile tanışıp daha da uyum sağlamıştım. Fakat daha fazlasına izin vermemiştim. Luna da arkadaş edinmem konusunda -ve saklanmaktan vazgeçmem- kendini adamış, elinden geleni yapmıştı.
Ona eninde sonunda buradan gideceğimi bu yüzden bağlanmaktan korktuğumu söyleyemezdim. Kendim hakkımda sakladıklarımı dile döktüğümde artık beni arkadaşı olarak görmeyeceği gerçeğinden bahsedemezdim.
On yıl boyunca sürüklendiğim bu döngüde tek değişmeyen şey buydu.
Dışlanmak.
Sessizliğimi yanlış yorumlayan Hina aramıza atıldı. Çılgın saç renklerine rağmen aramızda en uysalımız ve grubu dengeleyenimiz oydu. ‘’Hey Luna! Belki de karakteri değiştirirsin.’’
Luna masasına oturup ders kitaplarını çıkarırken ‘’İmkansız.’’ Dedi. ‘’Çoktan yayınlandı.’’ Göz ucuyla bana bakıp dudağını ısırdı.
Ders zili çalınca konuşmaktan kurtuldum. İspanyolca öğretmenimiz Bayan Gelinda sınıfa girip sürpriz bir sınavla günümü daha da aydınlatana kadar daha kötü ne olabileceğini düşünüyordum.
Malditas muchas cosas.
Lanet olsun birçok şey.
***
Ders başlamadan önce İspanyolca kitabımı kurcalayıp, cevaplarımın ne kadarının doğru olduğunu anlamaya çalışırken pes edip telefonuma uzandım. Bay G’den gelen hatırlatma mesajını görünce kaşlarım çatıldı. Sanki babam unutmama izin verirmiş gibi.
Cumartesi günü için Luna ve Hina’ya uyduracağım yalanı şimdiden düşünsem iyi olurdu. Bir kaç dersi ekip hasta olduğumu söyleyerek onları geçiştirmek başkaydı. Bu seferki okul dışı bir aktiviteydi. Hem en son babam beni Bay G’nin yanına sürüklediğinde ara sınavların sonuncusundan muaf tutulmuştum.
Fizik öğretmeni Bay Ollie bir tek öğrenciye bile telafi sınavı yapmazken üçüncü sınıfın yarısında gelen transfer öğrenciye yapmıştı. Yani bana.
İşte kızlarda parçaları o zaman birleştirip özel durumumu kurcalamaya başlamışlardı. Nasıl bir durumdaydım ki okulun asık suratlı, en kuralcı öğretmeni bana ayrıcalık sağlamıştı?
‘’Bir aile ziyareti belki işe yarar. Şehir dışına çıkarsam...’’
‘’Şehir dışına mı çıkıyorsun?’’ Solumdan gelen sesle yerimden sıçradım. Başımı çevirince iki ders önce bakışlarımı kaçırdığım Dan Watson’ı yanıma oturmuş, ders kitabını açarken buldum. Tepkimi görünce çenesini kaşıyıp gülümsedi. ‘’Üzgünüm seni korkutmak istememiştim.’’
Beynimin içindeki monologdan sıyrılıp gerçekliği kucaklarken sınıfın çoktan dolduğunu fark ettim. Oysa ilk gelen bendim. Kulaklarıma dolan konuşma sesleriyle gözlerimi kırpıştırdım. Lanet olsun, ne kadar derin düşünüyordum böyle?
Sessiz kalışımı yanlış anlayan Dan, kitabını kapatıp yüzündeki gülüşü sildi. ‘’Partner olabiliriz diye düşünmüştüm.’’ Eliyle sağ ön sırada oturan Beth Pattinson’ı gösterip ‘’Oraya oturmak istememiştim.’’ dedi.
Bakışlarımı Beth’in yanında kalan tek boş sandalyeden bahsi geçen sarışın kıza çevirdim. Gözlerimiz buluşunca gördüğüm nefret karşısında irkildim. Kahve gözlerinde yanan kıskançlık ateşini saymazsak oldukça güzeldi. Üstelik amigo kızların kaptanıydı.
Sarı saçlar, pembe dudaklar ve kusursuz fizik mi dediniz? Aradığınız kişi Beth Pattison.
Bense sosyal becerileri pek de olmayan, sıradan bir lise öğrencisiydim. Ne sporda ne de dersler konusunda mükemmeldim. Özetle Beth Pattison’un ikinci kez bakmayacağı biriydim. Elbette Dan Watson yanıma oturmasaydı.
Aklımdan geçenleri biliyormuş gibi Beth’in gözleri benden Dan’e kayıp yumuşadı. Hatta yüzü hüzünlü bir hal aldı. Sanırım pişmanlığın bir resmi olsa şu an Beth gibi görünürdü.
Lisenin yazılı olmayan kurallarından biri amigo kızlar, sporcu çocuklarla çıkardı.
Hina’nın aşırı sosyal bilgi ağı sayesinde ikisinin üç hafta önce ayrıldığını öğrenmiştim. Beth arkadaşları ile eğlenmek için gittiği Veronica Black’in partisinde kolejli bir çocukla sarmaş dolaş yakalanmıştı. Hem de bizzat Dan tarafından.
Gümüş payet elbisesi ve on beş santim topukluları ile Dan’in peşinden koşup sarhoş olduğunu ve Dan’i sevdiğini söylerken herkes ikiliyi görmüştü. Kolejli çocuğun ise suratının yarısı gül pembesi ruja bulanmıştı.
Dedikoducu kızın mini şubesi olan Hina’nın bu kadar detayı neden zihnime kazıdığını bilmiyordum. Sonuç olarak, Beth onu affetmesi için ne kadar yalvarırsa yalvarsın Dan onu affetmemişti.
Dan öksürüp dikkatimi üzerine çekerken bana endişe ile baktı. ‘’Gerçekten gitmemi istiyor musun?’’
‘’Ne?’’
Elini saçından geçirip homurdandı. ‘’Olmak istediğim en son yer orası. Boynuzlanan bir dangalak olduğumu bilmeyen yok ve sen beni oraya oturtmaya mı çalışıyorsun? Acımasız olduğunu bilmezdim Lara.’’
İç diyaloglarımı duyamayacağını fark etmem biraz zaman aldı. Babamla yaptığımız konuşmadan beri kafam neredeydi benim?
‘’Üzgünüm, hayır elbette partner olabiliriz.’’ dediğimde gözleri şüpheyle kısıldı. Kalemimi parmaklarımın arasında çevirip ona yorgun bir bakış attım. ‘’Kafam biraz doluda.’’
Kapattığı kitabını yeniden açıp sandalyesine yayılırken gülümsedi. ‘’Kovulmadığıma sevindim.’’
Ben de ona gülümsedim.
Tam bana bir şey daha demek için dudaklarını aralamıştı ki telefonu masanın üzerinde titreyince duraksadı. Parmakları ekranda gezinirken gülüşü daha da büyüyüp yanaklarındaki gamzeleri ortaya çıkardı.
Gördüğüm manzara ile yanaklarımın kızarmaya başladığını hissedince gözlerimi kaçırdım. Luna olsa gözlerini kafamın üzerinde var olan hayali ölçme cihazına diker ve ‘’Fırla bebeğim!’’ diye bağırırdı.
Luna’yı hatırlayınca bütün modum değişti. Neden bu günü en başa saramıyordum ki?
Silgimi ufak parçalara bölmek için elime aldığım sırada masanın üzerinde ekranı yanıp sönen telefonum gözüme takıldı. Elime alıp bildirim çubuğunu kaydırınca Luna’nın çizgi romanlarını yayınladığı uygulamanın yeni kurgu hatırlatıcısı karşıma çıktı.
Alışkanlıktan otomatikman ekrana tıklayınca Hina’nın bana gösterdiği kapak resmi ile karşılaştım. Parmaklarımı şakaklarıma dayayıp inlemek istiyorsam da yüzümü buruşturmakla yetindim.
Luna’nın beni uyandırırken kullandığı aptal replik tanıtım kısmındaydı. Hangi meleğin adı Gün Işığı olurdu ki?
Sinirle ekranı kaydırıp yorumlara bakarken Dan’in bana doğru eğildiğini geç fark ettim. Anlaşılan telefonuyla olan işi bitmişti.
‘’Ah.’’ derken gülüşünü bastırmaya çalıştığı belliydi.
Homurdandım. ‘’Yapma.’’
‘’Hadi ama ben beğendim.’’ Ona inanmadığımı gösteren yüz ifadem ile baktım. Ellerini suçsuz olduğunu göstermek için havaya kaldırıp güldü. ‘’Bence vampir bir prenses için oldukça uygunsun.’’
Masanın altına saklanıp bu ders bitene kadar çıkmamak istiyordum. Dan ise devam etti. ‘’Üstelik karakterin potansiyeli var. Yani drama kulübünden birkaç korse ve deri tayt alırsak sana kanıtlayabilirim.’’
Kendinden emin duruşu ve gülüşü karşısında kızardım. ‘’Teklifi es geçeceğim.’’
Omuz silkti. ‘’Senin kaybın, seksi bir vampir prenses olabilirdin.’’
Kapüşonumu kafama geçirip sandalyeme iyice gömüldüm. ‘’Kes şunu bu berbat bir şey.’’
Daha beter rezil olamayacağımı düşünürken Dan’in ağzından dökülen kelimeler ile donakaldım. ‘’Ted öyle düşünmüyor.’’
Bir an da dikleşip ona ağzım açık şekilde bakarken, Luna’nın erkek arkadaşı Neo ile Dan’in çocukluktan beri arkadaş olduğunu hatırladım. Luna bana Neo hakkında gereksiz bir sürü bilgi verirken bunu da eklemişti.
Ana okulundan beri arkadaş olan mavi alevler.
Luna’nın onlar verdiği isim buydu. Neo ve Dan’in göz renklerine ve çekiciliklerinin birleşiminden esinlendiğini söylemişti. Üstelik ikisi komşuydular, elbette beş yaşından beri Neo ve ailesiyle sürekli görüşen Dan, Teddy Roth ile de arkadaştı. Teddy bizden sadece iki dönem büyüktü ve şu an buradan çokta uzakta olmayan bir kolejde spor bursu ile okuyordu.
Roth ailesi doğuştan spora yatkındı. Babalarının koç olması da durumu pekiştiriyordu.
Kendimi toparlayınca Teddy Roth’dan bahsederek ‘’Lütfen bana bunu görmediğini söyle.’’ dedim.
Telefonunu havaya kaldırıp sırıttı. ‘’Aslında şu an bunun hakkında konuşuyoruz.’’ Ekrana bakıp gülmesinin nedeni bu muydu?
Yüzümü avuçlarıma gömdüm. ‘’Tanrım, beni kurtar.’’