TANITIM.
Bazen hiç uyanmak istemediğimiz rüyalara uyuyakalırız. Hatta o kadar gerçekçidir ki içinde bulunduğumuz durum, rüya olduğuna bile inanmayız. Rüya olduğunu gözler açılınca, asıl yaşamla burun buruna gelince anlarız. Bir de hemen uyanıp bir büyük bardakla soğuk su içmek istediğimiz kabuslar vardır. O tatlı rüyayı görürken açmak istemeyip açtığın gözlerini açmak için debelenir durursun. Nefes nefese uyanır, kan ter içinde kalırsın kimi zaman. Kalbin normalinden daha hızlı atar o an endişeyle. Korkunçtur içimize yerleşen duygu, insanı o korku bile uyutmaz saatlerce. Hatta gecelerce. Ama asıl korkunç olan uyanıkken de kabus görmektir. Çünkü gözlerini açsan da açmasan da o an gerçektir ve sen o korkunç olan kabusun başrolüsündür.
Ben değil hayalini kurmak, aklıma bile gelmeyecek olan kabusumun başrolüyüm. Üstelik bu kabusun sonu ne uyanmak ne de uyumaktı. Tek sonum ölüm gibi ve ben ölmek istemiyorum.
Ölmek istemiyorum...
-
Sözde bugün hayatımın en güzel günüydü. Bir insan neden doğum gününde evinde karanlıkta kalır ki? Üstelik bugün üniversite tercihlerimin de açıkladığı gündü. Hayalini kurduğum Gastronomi Bölümü'ne yerleşmiştim. Akşama kadar annemden, babamdan ve ağabeyimden bir tebrik mesajı bile gelmemişti. İstanbul'un bir ucundaki evime sırf beni merak etsinler diye yürüyerek gelmiştim ama ne arayan vardı ne soran. Üstüne üslük bir de evin elektrikleri gitmişti. İşin güzel kısmı koskoca evin bir jeneratörü bile yoktu. Annemlerin evde olmadığını fark etmiştim ama ağabeyim kesin evde olmalıydı. Nedenini bilmediğim bir şekilde her akşam biz evde olmasak da evde olur muhakkak evde olduğuna dair bir not bırakırdı onu rahatsız etmeyelim diye. Evin dev kapısını açar açmaz girişteki ayaklı anahtarlıkta gördüğüm mum birazda olsa mutlu etmişti beni. Çünkü bu, ağabeyimin evde olduğuna işaretti.
"Abii! Çok karanlık neredesin? Korkuyorum..." diye seslendim evine içine doğru. Sanki bunu söyleyeceğimi tahmin etmiş gibi cümlem biter bitmez sakince sesi geldi yukarıdan.
"Geliyorum güzelim..."
Çantamı ve montumu koridora bırakıp adımlarını ezberlediğim salona geçtim. Hava o kadar karanlıktı ki, oda ay ışığıyla aydınlanıyordu. Odanın tam ortasındaki geniş sehpada duran fotoğrafları göreceğim kadar aydınlık vardı. Yere çöküp fotoğraflara bakarken ağabeyim koridorun sonunda belirdi. Fotoğrafların hepsi annemle babam evlendikten sonra çekindiğimiz fotoğraflardı. Hatta birçoğu da gazete haberiydi.
"ÜNLÜ İŞ ADAMI OKTAY SÜRENOĞLU SEKRETERİ DENİZ ÇAKIR İLE EVLENDİ. SÜRENOĞLU'NUN OĞLU KEREM ÜVEY KARDEŞİ FARAH'I YANINDAN BİR DAKİKA OLSUN AYRIMADI."
Annem, Oktay babamla evlendiğinde altı yaşındaydım; ağabeyimde on üç. O annesini kaybetmişti çok küçükken ben ise daha bebekken terk edilmiştim babam tarafından. Ama Allah büyük işte, kader yüzümüze gülmüştü. Benim dünyalara değişmeyeceğim bir babam, onun ise yanından asla ayrılmadığı bir annesi olmuştu.
"Ne kadar küçükmüşüz değil mi? Vallahi kim bu çirkin kız çıkartamadım." dedim fotoğraftaki küçüklüğümü işaret ederek. Ama o görmezden geldi kendimi gösterişimi.
"Çirkin kız? Ha sen şu sürekli yanımıza gelip seni düşürmeye çalışan saçaklıyı mı diyorsun?" dedi yanıma çöküp elimdeki resme bakarken.
Toz konduramazdı ağabeyim bana. Hep bir savunma halindeydi herkese karşı. Hep bir adım geride bekler benim adımlarımı takip ederdi doğru mu yanlış mı diye. Eğer yanlışsa atacağım adım, benim yerime o yürürdü o yanlışa doğru. Ağabeyim benim her şeyimdi şu hayatta, her şeyim.
Cebinden bir mum daha çıkarıp önce yaktı sonra da sehpada sabit dursun diye eriyenleri ile yapıştırdı. Yüzüme bakmadan güldü. Benim doğum günümü unutmuş olamazdı. Eğer unutmuşsa ciddi anlamda küsecektim.
"İyi ki doğdum ben! İyi ki varım ben! Tercihlerim açıklandı kendimi tebrik ederim! Dereceli mezun olup dereceli yerleştim, aferim bana!" dedim ona bakarak. Kendi kendime konuşmama bu sefer kahkaha attı. Başını koltuğa yasladı ve sadece güldü. Eliyle kafamın arkasından tutup kendine çekti beni.
"Doğum günün kutlu olsun Farah... Olman gereken yerdesin, bu tebrik edilecek değil uzaktan bakıp izlenilecek bir şey. O yüzden seni akşama kadar izledim benim küçük kızım." Kollarımı kocaman cüssesine sarmaya çalıştım.
"Annemlere de kızma, sabah sen evden çıkmadan önce hattını çıkarıp benim yedek hattı taktım. Sen zaten biri aramadıkça telefonu eline almıyorsun. Annemler her aradığında; uyuyor, yatıyor, sporda bilmem ne dedim. Şimdi evde oturup seninle doğum günü kutladığımızı da biliyorlar zaten. Yarın sabah kutlasınlar diye zar zor ikna ettim." Bakışlarımız birleşince dolan gözleri dikkatimi çekmişti. Ama sırf ağlamasın diye konuyu hızla değiştirmeye karar vermiştim.
"Neden? Babam maviş maviş baksaydı kötü mü olurdu?" dedim gülümseyerek. Babamın mavi gözleri aklıma geldikçe içime huzur doluyordu. Gökyüzü olmasa olurdu ama babamın gözleri olmazsa olmazdı. Çünkü eminim ki, babamın gözleri gökyüzünden daha huzur vericiydi.
"Zaten hep maviş maviş bakıyor,” dedi beni terslemeden. “Ama bu senin için ne kadar özel bir doğum günüyse benim için de o kadar özel…” diyerek devam etti. Hızla kendimi çekip ağabeyimin dışarıdan gelen yansımayla parlayan yüzüne baktım.
“Evet, çünkü bugün ben 18 oldum. Küçük kızın artık reşit!" diye kahkaha attığım sırada yüzü düştü hafifçe. Hatta sırf gülsün diye kahkahalarımı biraz daha arttırmıştım ama bir faydası olmamıştı.
“Bir sorun mu var abi?” dedim elini tuttuğum sırada. Susup önündeki fotoğraflara bakmaya devam etti. Tek tek eline alıp görebildiği kadarına baktı. Sonra içlerinden birini alıp bana uzattı.
“Biz hep birlikteydik Farah. Ben sana okuma yazmayı öğrettim, sen bana yıldızları saymayı. Hatta hatırlıyor musun bilmiyorum ama eve ilk geldiğiniz ilk zamanlar sadece ekmek yiyordun. Sana yemekleri sevdirdim, sen bana her şeyi.” Sustu. Neden böyle susup konuşuyordu, hiç bilmiyorum ama güzel bir şey mi söyleyecekti lafının sonunda; işte onu çok merak ediyorum.
“Sen hep benim adımlarıma ayak uydurmaya çalışırdın. Benim iki adımım senin on adımına eşitti, çok yorulurdun ama yetişirdin. İlk başlarda hoşuma giderdi beni takip etmen ama sonradan yorulduğunu fark etmek canımı sıkmıştı. Bende o yüzden kendimi sana benzettim; adımlarımı, yemek yiyişimi, bakışlarımı... Her şeyim sana benzedi.”
Yutkundu. Gözlerimin ta içine baktı.
“Birlikte büyüdük, sen yaşadığın ilkleri sadece bana anlattın. Sen sadece benden çekinmezsin. Babamdan değil benden para istersin, ilk reglini anneme değil bana anlatmıştın. Sen beni hep yakın gördün kendine.” dedi anlamını bilmediğim bir ses tonuyla.
“Çünkü öylesin abi...” dedim sessiz çıkan sesimle.
Yüzünü bu sefer ekşitti. Anlamıyordum ne oluyor ağabeyime? Elini cebine atıp bir kutu çıkardı. Hediye almıştı sanırım bana. Doğum günüm ya hani, unutmamıştı işte. Kutuya uzandığımda eliyle kendine doğru çekip yavaşça açtı. Kutudaki şeyi gördüğüm an bu sefer benim yüzüm düşmüştü. Daha doğrusu donakalmıştım. Belki de ilk kez ağabeyimin yüzüne bakamıyordum. Tektaş pırlanta yüzük gecenin karanlığında ve ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Ama tektaş ne alakaydı?
"Farah, ben seni hiç kardeş olarak görmedim..." dedi dümdüz bir sesle.
Boğazıma bir yumru oturdu bunu duyduğum an. Yutkunamadım. Bir el sanki beni boğmaya çalışıyordu tam da şu an. Kulaklarımın duyduğunu beynim reddediyordu. Ağabeyim... Karşımda durmuş bana 'Seni hiç kardeş olarak görmedim.' diyordu. Başımı iki yana sallayarak ayağa kalkmaya yeltendiğim an kolumdan tutup olduğum yerde sabitledi beni.
"Dinle! Sonra nereye gidiyorsan git. Ama dinle..." dedi hissiz bir sesle. Evet hissiz.
Kolumu elinden kurtarıp kendimi ondan uzaklaştırdım. Yüzüne değil de yere bakıyor olmam onu sinirlendirecekti muhtemelen. Ama gözlerimi yerden ayırmadım. Öfkeyle nefes alışını görmesem de sesi kulağıma gelmişti.
"Babam evleneceğim dediğinde çok kızmıştım ona. Kendimce cezalar vermiştim. Yemek yemedim, ders çalışmadım, her sorununa ters ters cevaplar verdim. Kabullenemedim annemden başka bir kadını babamın yanında. Düşüncesi bile çileden çıkarmıştı beni.” dedikten sonra bana dönük olan kafasını önüne çevirdi. Uzak ama bir o kadar da yakın bir zamana ait bir masal anlatıyordu.
"Sonra sizinle tanıştırmak istediğini söyledi. İlk kez o gün kavga ettik babamla. Babamla o yaşıma kadar ki ilk kavgam sizin yüzünüzden oldu. Annemin ve senin yüzünden. Evi savaş alanına çevirdim, bağırdım, çağırdım. Demediğim laf kalmadı babama. Mezardaki annemi bile konuştum o gün. Ama sonunda kulağımdan tutup sizin yanınıza götürdü beni. Restorana girerken bile bir şeyleri devirmek, babamı rezil etmek istiyordum ama mekana girdiğimiz an bir kızın kahkahalarını duydum. Bize bakıp 'Anne maviş geldi bak!' dedi. Seni gördüğüm an dondum kaldım." derken elimi enseme götürüp başımı dizlerime gömdüm. Söylediği her şey, her kelime midemi bulandırıyordu, ama halimi umursamadan konuşmasına devam etti.
"Beni gördüğünde ellerini önünde birleştirdin. Ne zaman bir yabancı olsa karşında hep öyle yapıyorsun. Ben bunu seni ilk gördüğümde fark ettim. Babam sana 'Bak bu benim oğlum.' diyene kadar ellerini hiç ayırmadın. Sonra neşeyle gülüp yanındaki sandalyeyi çekip oturmam için beni yanına çağırdın. Hiç ikiletmeden yanına oturdum bende." dediğinde sesinde sanki o zamanki neşem vardı. Bir daha hiç olmayacak neşem.
"Sen bir dilim ekmeği küçük parçalara ayırıp birkaç tanesini benim önüme koymuştun. 'Sana yıldızları saymayı öğreteyim mi?' dediğinde ne demek isteğini anlamamıştım. Sonra eline o küçük parçalara ayırdığın ekmeği alıp yine küçük küçük bölmeye başladın. O an anladım ki senin yıldızların eline sığdırmaya çalıştığın her şeydi. Ben senin o küçük ellerine sığmak istedim."
Neden daha önce mutlulukla hatırladığım şeyler şimdi bana acı veriyordu? Neden ağlamak istiyorum şu an ya da neden midem bulanıyor? Yoksa ağabeyimin bana yaptığı kötü bir eşek şakası mıydı bu?
Lütfen şaka olsun.
"Ben senin önüne çıkan her engeli kaldırdım. Seni üzecek olanları senden uzaklaştırdım. Bunu ister sevgi de ister aşk de istersen kalleşlik. Ama hep seni düşündüm Farah. Sen bana her abi dediğinde içim nasıl gitti biliyor musun? Sen bana ne zaman okulda sana bakanları anlatsan gidip okulun kameralarını inceledim. Senin sevmediğin, seni rahatsız eden her erkeği okul çıkışı hallettim. Seni rahatsız eden kuşu bile aldım başka tarafa saldım. Ben hayatımı hep sana göre şekillendirdim."
Ağzımdan çıkan hıçkırık sesini duyana kadar ağladığımı fark etmemiştim. Kafamı hızla kaldırıp bana yaklaşmasın diye biraz daha uzaklaştırmak istedim kendimi. Yüzüm karanlıkta görünmüyordu ama nasıl olduğumu az buçuk tahmin edebiliyordum. Arkasını dönüp yüzüme bakmamak için, o da benden uzaklaştı.
"Hiçbir zaman seninle uyumadım. Neden biliyor musun, çünkü korktum Farah. Kendi nefsimi terbiye edememekten korktum. Bir anlık şeyle seni üzmekten köpek gibi korktum. Soracak olursan şimdi de korkuyorum."
Sustu, devam etmedi konuşmaya. Yavaşça ayağa kalkıp sehpanın üzerine bıraktığı yüzük kutusunun kapağını kapattım. Yavaş adımlarla salondan çıkacakken tekrar konuşmaya başladı.
"Annen... Babamı sevdiği halde senin için evlendi. Sen güzel ve rahat bir hayat yaşa diye. Şimdi sen annen için benimle evlenmez misin?" dedi acımasızca. Duyduğum sözle donakaldım.
Durdum ama evin ortasında değil annemle olan anılarımın arasında. Benim için onca zorluğu çeken, sevdiği adamla sırf ben daha güzel bir hayat yaşayayım diye evlenen annemle olan bütün anılarım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Dudaklarımı araladım ama konuşamadım. Nasıl oluyordu da konuşamıyordum, bilmiyorum. Normalde üzerine atlamak ve ağzıma gelen her şeyi söylemek istesem de susup öylece yere bakmayı tercih ettim bir süre.
"Beni, annemle mi tehdit ediyorsun? Bunu gerçekten sen mi söylüyorsun?" dedim yönümü ona çevirirken.
Koltuktan destek alıp ayağa kalktı. Önce adımlarına yetişmeye çalıştığım ağabeyim bana yaklaştıkça ben adımlarımı ondan çektim yavaş yavaş.
"Aynen..." dedi tereddütle. Yerdeki bakışlarını bende sabitledi. "Ne dediysem o."
Dişlerimi o kadar uzun zamandır sıkmıyordum ki şu an sırf bağıra bağıra ağlamamak için hafifçe sıkmıştım. Bir ya da iki saniye sürmüştü ama canım çok yanmıştı. Karşımda benden cevap bekleyen ağabeyimin belki de gözlerine son kez insana bakar gibi baktım.
"Beni ömrünün sonuna kadar hatırla istiyorum Farah…” dedi gözlerimin içine utanmadan bakarken. Dolu gözlerimden yaşlar boşalırken sesimin çıktığı kadarıyla konuşmaya çalıştım.
"Ben seni kahve içerken de hatırlarım, metro otururken de ya da bir film izlerken de. Ama şu an bana yaşattığını nasıl unuturum, nasıl hayatıma devam ederim bilmiyorum, abi..."
Uyanmak istemediğimiz rüyalardan uyanamadığımız kabuslara...