Elif o sabah, uzun zaman sonra ilk kez tek başına yürüyordu kampüs yolunda. Havanın serinliği tenine dokunuyor, ağaçların arasından süzülen ışık huzmeleri gölgelerle dans ediyordu. Rüzgârda uçuşan sarı yapraklar, sanki sonbaharın usulca fısıldadığı bir hikâyeyi anlatıyordu.
Dersler yeni başlamış, kampüs yeniden canlanmıştı. Kalabalığın arasında öğrencilerin neşeli sesleri, kantinlerden gelen tost ve kahve kokusu birbirine karışıyordu. Elif’in adımları yavaş, düşünceleri dağınıktı. Üç gündür İstanbul’un kalabalığına, abisi Mert’in bitmek bilmeyen şakalarına ve gezmelerine sığınmıştı. Gülmüş, eğlenmiş, sokaklarda deniz kokusunu içine çekmişti ama içindeki sessizlik hâlâ oradaydı.
O sessizlikte, bir yüz yankılanıyordu.
Bora.
Adını aklına getirdiği an bile kalbi istemsiz bir hızla atıyordu.
“Saçmalama,” diye fısıldadı kendi kendine. “Geçti artık.”
Kantine girdiğinde, masalardan yükselen kahkahalar ve bardak sesleri arasında kendine köşe bir masa buldu. Her zamanki gibi sade bir tost ve demli bir çay söyledi. Çantasını sandalyenin arkasına astı, saçlarını geriye atarak derin bir nefes aldı.
Birazdan Bilge gelecekti.
Bilge’nin gelişi her zaman bir enerji getirirdi ortama — neşesi, lafları, küçük dedikoduları… Elif bazen onun bu canlılığına hayran kalırdı.
Tost geldiğinde, ekmeğin sıcaklığı eline geçti; peynirin kokusu, burnuna doldu. Çaydan buhar yükseliyordu. Elif bardağı eline alıp cam kenarından dışarı baktı. Öğrenciler ellerinde kahve kupalarıyla fakülteye koşuşturuyor, kantin önündeki banklarda oturanlar kahkahalarla bir şeyler anlatıyordu.
O an, hayat sanki normale dönmüş gibiydi.
Sanki tüm o karmaşa, duygular, Ankara’daki o gecenin yankıları çok uzakta kalmıştı.
Ama Elif biliyordu — bazı sessizlikler sandığı kadar kolay geçmiyordu.
Bardağını masaya koydu, tostundan bir lokma aldı. Tam o sırada telefonuna baktı: Bilge’den mesaj vardı.
“On dakikaya geliyorum, kahve ister misin?”
Elif gülümsedi, cevap yazdı:
“Gerek yok, çay aldım. Gel hadi, anlatacak çok şey var.”
Cevabı yolladıktan sonra sandalyesine yaslandı.
O sırada fark etmeden kapıdan biri girdi, kalabalığın arasında kendine bir yol açarak ilerliyordu. Elif, dalgınlıkla dışarı bakarken o kişi, yavaşça gelip karşısındaki sandalyeyi çekti.
Sandalyenin ayaklarının zeminde çıkardığı ses, Elif’i irkiltti. Başını kaldırdığında karşısında tanıdık bir yüzle karşılaştı —
Bora.
Elif’in parmakları istemsizce çay bardağının kulpuna sıkıca sarıldı.
Kalbinin ritmi bir anda değişti.
Bora, dudaklarının kenarına hafif bir gülümseme yerleştirerek sordu:
— “Nasılsın, Elif?”
— “Ne işin var burada Bora?” dedi sonunda, sesi alçak ama keskin bir tondaydı.
Bora omuz silkti, tostunun yanındaki peçeteyi alıp önüne koydu, sanki en doğal şeymiş gibi.
— “Ne var, bu kantinde oturmak yasak mı? Hem buradaki tostlar mühendislik fakültesindekilerden daha iyi. Biliyor musun, senin yüzünden buraya geldim.”
Elif kaşlarını kaldırdı.
— “Benim yüzümden mi?”
Bora sırıttı.
— “Evet. Sen geçen dönem hep buradan tost alıyordun. Merak ettim, bu kadar methedilecek ne var diye.”
Elif istemsizce gülümsedi ama hemen toparlandı.
— “Saçmalama Bora. Lütfen başka masaya geç. Bilge birazdan gelir.”
Bora çay bardağını eline aldı, karıştırma kaşığını çevirdi.
— “O zaman gelene kadar iki eski tanıdık sohbet etsin ne olur ki?”
Elif çayını eline aldı, nefesini tuttu.
— “Tanıdık kısmı doğru, ama eski kısmı… orası biraz fazla iddialı.”
Bora eğildi, alaycı bir ifadeyle fısıldadı:
— “O kadar da eski olmadık Elif, daha son konuşmamızın yankısı kulağımda.”
Elif derin bir iç çekti.
— “Bak Bora… aynı kampüste okuyabiliriz, aynı kantinde oturabiliriz, ama bu demek değil ki aynı dünyadayız. Hayatı yaşama şeklimiz birbirinden çok farklı.”
Tam o anda, Bilge’nin neşeli sesi duyuldu:
— “Aaaa! Bora da buradaymış! Ne haber komşu?”
Elif başını çevirdi. Bilge, elinde kahvesiyle gülümseyerek yanlarına geldi. Sandalyeye otururken çantasını kenara bıraktı, sanki havadaki gerginliği hiç fark etmemiş gibi.
Bora hemen toparlandı, yüzüne o tanıdık, kendinden emin gülümsemeyi yerleştirdi.
— “Ne olsun komşu,” dedi, Bilge’ye dönerek. “Emre’yle yemek kursuna yazıldık. Sizi ağırlayabilmek için yemek yapmayı öğreniyoruz artık.”
Elif’in kaşları kalktı, yüzünde hem şaşkın hem inanmaz bir ifade belirdi.
— “Sen... yemek kursuna mı?”
Bora dudak kenarını hafifçe kıvırdı, gözlerinde alayla karışık bir ışıltı belirdi.
— “Evet, şaşırdın mı? Artık sadece beton karıştırmıyorum, sos da karıştırıyorum.”
Bilge kahvesinden bir yudum aldı, kıkırdadı. “Aferin Bora, modern erkek olma yolunda ilerliyorsun.”
Tam o sırada kapıdan Emre ve Suna göründü. Ellerinde buharı tüten kahvelerle birlikte geldiler. Emre’nin sesi kalabalığın arasında net bir şekilde duyuldu:
— “Hay aklınla bin yaşa, roomie! Ne zaman ağırlayalım sizi o yemeklerle?”
Bora, keyifli bir şekilde sandalyesine yaslandı, çayını yudumladı.
— “O zaman ilk yemeği ben yaparım. Menüde tost var ama öyle sıradan değil — efsane bir tarif.”
Elif, sinirle kaşlarını kaldırdı.
— “Senin tostun bana fazla gelir, Bora.”
Bora gözlerini Elif’inkilere dikti, sesi alayla ama aynı zamanda ince bir ciddiyetle yumuşadı.
— “Ben de tam olarak bunu istiyorum, Elif... biraz fazla gelmek.”
Bir anlık sessizlik masaya çöktü. Elif’in parmakları çantasının askısına uzandı. Çay bardağına bile bakmadan ayağa kalktı.
— “Benim dersim var,” dedi kısa bir ses tonuyla. Kitaplarını ve çantasını toparladı, kimseye bakmadan yürümeye başladı.
Bora, gözleriyle onu uğurladı. Elif’in adımlarının kantinin uğultusuna karıştığı ana kadar başını çevirmedi.
Bilge, sessizce Bora’ya baktı. Adamın bakışındaki o karışık ifadeyi — pişmanlık mıydı, özlem mi, yoksa hâlâ süren bir meydan okuma mı — tam anlayamıyordu.
Derin bir iç çekti.
Elif’in inadını nasıl kıracağını bilmiyordu.
Ama bir şeyden emindi:
Onların henüz işi bitmemişti.