Elif aynaya baktığında, uykusuzluğun izleri yüzünden kolayca silinmemişti. Göz altlarındaki morluklar, geceden kalan düşüncelerin gölgesiydi sanki. Gecenin yankısı hâlâ zihninde dönüp duruyordu; kapıdaki o yabancı siluet, Bora’nın yokluğu ve kafasında bir türlü susturamadığı soru:
“İçeride miydi, yoksa hiç dönmemiş miydi?”
Eğer içerideyse, o gördüğü kimdi?
Eğer dışarıdaysa… neden anahtar kimsede olmalıydı?
Evin sessizliği bile onu artık huzurlandırmıyor, aksine içinde büyüyen şüpheyi daha da derinleştiriyordu.
Okul yolunda yürürken bu düşünceler peşini bırakmadı. Her adımda iç sesi biraz daha alaycı bir tona bürünüyordu:
“Bora… sen gerçekten nasıl birisin?”
O gün ders boyunca kalemini defterin üzerinde boş boş gezdirdi. Yazdığı tek kelime anlam taşımıyordu. Zihni, dün geceki seslerin arasında kaybolmuştu. Bir an dalgınlıkla kalemi o kadar bastırdı ki, ucundan ince bir çıt sesi geldi. Kırılmıştı — tıpkı sabrının kırıldığı gibi.
Ders bitip kampüsün bahçesine indiğinde, omzuna hafif bir dokunuş hissetti. Döndü.
Bora.
Kot ceketi, dağınık saçları ve her zamanki rahat tavrıyla karşısında duruyordu. O an Elif’in midesine sanki ince bir düğüm oturdu.
— “Elif, merhaba. Uzun zamandır görmedim seni. Sınavlardan mı kayboldun?”
Elif’in boğazı kurudu. Söylemek istemediği her şey, bir anda dudaklarına hücum etti.
— “Ben kaybolmadım, Bora. Sen ortada yoksun. Ama sesin gayet yerinde.”
Bora, kaşlarını kaldırdı.
— “Sesim?”
Elif kollarını kavuşturdu, sesi keskinleşti:
— “Komşun olmamın avantajı var. Duvarlar çok ince. Eğlenceni sabaha kadar dinlemek zorunda kalıyorum.”
Bora’nın yüzündeki gülümseme silindi.
Bir adım yaklaştı, sesi alçaldı:
— “Elif, yanlış anladın.”
Elif’in sesi bu kez titredi ama öfkesini bastıramadı:
— “Ne yanlış anlaması? Her gece başka biri… Kapıda gördüklerim… Asansörde duyduklarım…”
Cümlesi havada asılı kaldı. Sanki son kelimeyi söylerse, o görüntüler gerçeğe dönüşecekti. Susturmak istedi, ama artık çok geçti.
Bora derin bir nefes aldı, ellerini cebine soktu.
— “Elif, anlatmam gereken şeyler var. Ama inan, o gördüklerin düşündüğün gibi değil.”
Elif başını kaldırdı, gözlerinde öfkeyle karışık bir sarsılmışlık vardı.
— “Anlatacak bir şey yok. Gürültü yapmayın, yeter.”
Arkasını döndü. Bora ardından seslendi:
— “Elif, dur. Ben gerçekten—”
Elif döndü, gözleri doluydu ama sesi taş gibi sertti:
— “Bora, biz aynı binada yaşayan iki insanız. Hepsi bu. Bana açıklama yapmak zorunda değilsin. Ben de seni anlamak zorunda değilim.”
Sözleri bıçak gibi havada asılı kaldı. Bora, olduğu yerde donakaldı. Omuzları biraz düştü, yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Elif ise tek kelime etmeden arkasını döndü, hızlı adımlarla uzaklaştı.
Bora, ardından bakarken mırıldandı:
—“Senin sandığından çok daha fazlası var, fırtına kız…”
Çekip gitmesiyle birlikte etraf bir anda sessizleşmişti, ama içi tuhaf bir gürültüyle doldu. Elleri hâlâ cebindeydi, ama parmakları farkında olmadan titriyordu.
“Ne oldu şimdi? Benim ne suçum var? Günlerdir evde bile değilim. Ankaradaydım, ailemin yanındaydım. Evde kalan kuzenim… Onu görmüş olmalı. Onun yüzünden bütün öfkesini bana boşaltıyor.”
Kaşlarını çattı, dudaklarını sıktı. İçinde bir haksızlığa uğramışlık duygusu kabarıyordu.
“Açıklama yapmak zorunda mıyım ben? Biz sevgili değiliz ki… Neden hesap sorar gibi çıkışıyor bana? Neden ben, Elif’in gözünde suçlu olanım?”
Ama sonra gözlerinin önüne Elif’in yüzü geldi; titreyen dudakları, öfkenin arkasına gizlenmiş kırgınlığı. İçinde bir şey kıpırdadı.
“Kızgınlığına kızıyorum… ama yine de bu hali canımı acıtıyor. Neden? Neden bu kadar etkilendim ondan?”
Adımlarını atacak gücü bulamadan, olduğu yerde kalakaldı. Çelişkili düşünceler beynini kemiriyordu.
“Ona kırıldım. Dinlemedi bile. Ama… niye kırıldım? Benim için sadece hoşuma giden bir kız olmalıydı. Fazlası değil. Öyle değil mi? Yoksa…”
Omuzları çöktü, derin bir nefes aldı. İçindeki öfke ve merak, üzüntü ve gurur birbirine karışmıştı. Elif’in sert çıkışı, tahmin ettiğinden çok daha derin bir iz bırakmıştı.
“Belki de bu yüzden susuyorum. Çünkü ben bile ne hissettiğimi bilmiyorum.”