Kırık Kalp

1787 Words
“Naber sevgilim, neler yapıyorsun?” diye yazıp göndermişti ki tam o sırada dış kapının zili duyuldu. Ekrandaki kelimeler dondu, Aslı’nın parmakları da öyle. Kalbi göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı. Aynı anda pikenin altına gömüldü, başını örttü, nefesini tuttu. Evde birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Ardından, dış kapının açıldığını duydu. Evin içini dolduran erkek sesleri… ayakkabıların çıkardığı tok sesler… anne ve babasının “Hoş geldiniz evladım” deyişi… Her biri birer tokat gibi çarptı kalbine. Sadece elleri değil tüm bedeni titriyordu, hatta o titreme kalbine kadar inmiş gibiydi. Nefes alıyor ama nefesi göğsünde hapsoluyordu. Hasta hissediyordu evet ama hastalığı bedensel değil, kalbinin tam ortasındaydı. Bir süre sonra odasının kapısı hafifçe tıklatıldı. “Aslı, prenses, iyi misin?” dedi abisi yumuşak bir sesle. “İyiyim abi.” Pikenin altından başını kaldırıp ona bakarken. “Napıyorsun burada?” Kardeşinin tuhaf davranışlarına bir anlam vermeye çalışıyordu. Onun iyi olduğundan emin olunca rahatladı. “Misafirler geldi, hadi gel bir hoş geldin de.” “Şey… başım biraz ağrıyor.” “Ama olmaz ki ayıp olur. Hadi kalk, iki dakika görün, sonra istersen tekrar odana geçersin.” Aslı sustu ama içindeki sesler susmuyordu “gitme başka bir bahane bul” derken bir başka ses “artık kaçacak yerin kalmadı” diye fısıldıyordu. Tam o anda annesinin sesi geldi, “Aslı kızım, hadi gel de bana biraz yardım et, masayı hazırlayacağız.” O seste hem alışılmış bir ısrar hem de annece bir emir vardı. Abisi ile göz göze geldi. Bak annemin de yardıma ihtiyacı var şu an yatacak zaman değil der gibi bakıyordu. “Abim yaptıklarımı bilse ne derdi acaba?” diye geçirdi içinden. Derin bir nefes aldı. “Tamam abi, geliyorum.” dedi sonunda. “İşte benim akıllı kardeşim.” Arda odadan çıkarken yüzünde memnun bir ifade vardı. Aslı yataktan kalkıp aynanın önünde durdu, solgun yüzüne, kızarmış gözlerine, yutkunamayan boğazına baktı. “Allah’ım ben şimdi ne yapacağım?” Sakinleşmek için ellerini kalbinin üstüne koydu. “Ne olacaksa olsun… artık saklanma Aslı.” diye fısıldadı kendine, ama sesi titriyordu. Derin bir nefes aldı, yetmedi, bir tane daha. “Sakin ol Aslı yapabilirsin.” dedi, fakat kalbi onunla aynı fikirde değildi. Koridorda yürürken kalbinin sesi kulaklarını dolduruyordu. Her adımda dizlerinin bağı çözülüyor, ayakları yere değmiyordu sanki. Salona yaklaştıkça sesler belirginleşti, erkek kahkahaları hava da uçuşuyordu. Ama o tüm o gürültünün içinde bir tek sesi aradı. O ses. Mert Ali’nin sesi. Bulamadı. Bulamadıkça içinden bir dua yükseldi: “Ne olur, burada olmasın. Bugün gelmiş olmasın. Ne olur Allah’ım ne olur…” Mutfağa geçmeden önce salonun kapısında durdu. Bir anlığına gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Yüzüne yapay bir gülümseme yerleştirdi, maskesini taktı. Ve adımını içeri doğru attı. O an… Sanki bütün sesler aynı anda sustu. Birden herkesin bakışları ona çevrildi. Boğazı kururken dudakları titredi. “Hoş geldiniz.” diyebildi yalnızca, sesi rüzgârın arasında kaybolan bir fısıltı kadar hafifti. Ve sonra… Onu gördü… Gözleri bir çift göze kilitlenirken zamanın bütün çarkları durmuştu. Mert Ali karşındaki, koltukta oturuyordu. Yüzü solgun, bakışları yorgundu. Sanki günlerdir uykusuzdu, sanki yıllarca bir yük taşımıştı da şimdi tam karşısında o yükle hesaplaşıyordu. Paramparça olan kalbinin çıkardığı sesleri duymuştu Aslı. Birbirine kenetlenmiş iki çift göz… Birinde derin bir mahcubiyet, utanç ve pişmanlık, diğerinde sessiz bir kırgınlık, sitem, bir nebze de özlem vardı. Kalbinden bir ses yankılandı. “Keşke.” Dedi içi titreyerek. “Keşke ona hiç yazmasaydım, bu kalp kırklığının sebebi olmak çok ağırmış.” Gözleri doldu. Dünyanın tüm sesleri bir anlığına sustu. İkisi arasında görünmeyen bir köprü, aylardır yaşanan nice hatıraya uzandı ama şu an yaşadıkları şey hepsini paramparça etmeye yetti. Mert Ali’nin içinde fırtına kopuyordu. Sevdiği kızı görünce ilk tepkisi nefesini tutmak oldu. Kalbi göğsünde öyle sert çarptı ki, bu sesi herkesin duyduğunu düşündü. Gözleri, Aslı’nın o tanıdık yüzünde dolaştı. Aynı masumluk, aynı utangaçlık… ama bir farkla, Artık aralarında mesafeler, kelimelere sığmayan büyük bir kırgınlık vardı. “Bunu bana nasıl yaptın Aslı?” Bakışlarıyla özür diliyordu ama ses çıkaramıyordu. Kız başını hafifçe eğdi, utançla gözlerini kaçırdı. Mert Ali’nin gözlerinde gördüğü şey acıydı, ama aynı zamanda bir özlem. O özlemin dokunduğu her yer yanıyordu içinde. “Kız kardeşim Aslı.” dedi abisi, sesi bir anda o sessizliği böldü. Aslı’nın kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. O an, nefesi bir anlığına kesildi. “Hoşbulduk.” dedi Efken ve Selim Mert Ali başını eğdi, zorla bir tebessüm oluşturdu. “Hoş bulduk.” Diye karşılık verdi ve bakışlarını yere indirdi. Artık bir perde çekmişti arkadaşının kardeşi olan bu kızla arasına. Ve o anda mutfaktan bir ses geldi, bir kurtuluş çağrısı gibiydi. “Aslı kızım, tabakları getir yavrum!” Annesinin sesi o an ki büyüyü bozduğu için memnundu genç kız, ellerini önünde kenetledi, dudaklarını ısırarak mutfağa yöneldi. Ama attığı her adımda kalbinin bir parçası salonda kalmıştı. Mert Ali, onun arkasından uzun uzun bakarken gidişini değil, kaybedişini izliyordu sanki. Hayallerini, umudunu, geleceğini, herşeyini kaybetmişti. Yutkundu, ellerini birbirine kenetledi, kendini çok kötü hissediyordu. Gözleri hâlâ kapıdaydı. O kapı, geçmişle bugünün arasındaki tek geçitti. Efken ona doğru fısıldadı, “Bir sorun mu var iyi misin?” arkadaşına baktı ne diyeceğini nasıl diyeceğini bilemedi. Sadece başını iki yana salladı. Efken gereken cevabı almıştı. İçinde fırtınalar koparken etrafa hiçbir şey belli etmemeye çalışmak… Ne kadar da zordu. Aslı’nın yüzünde yapay bir sakinlik vardı ama kalbi, göğsünün içinde zincirlerinden kurtulmak istercesine çırpıyordu. Mutfakta annesine yardım ederken sakinmiş gibi davranıyordu, oysa içi bir yanardağ gibiydi. Bir insanın içi böylesine yıkılırken, dışarıdan sessiz görünmesi nasıl mümkün oluyor sorusunun canlı şahitliğini yaşıyordu. Her nefes alışında boğazına bir düğüm oturuyor, o düğümü kimse fark etmesin diye gülümsemeye zorluyordu kendini. Az sonra masa hazırlanmış, herkes yerini almıştı. Tabakların tıngırtısı, kaşıkların birbirine çarpışı, gülüşmeler… Her şey o kadar sıradan görünüyordu ki, Aslı bu sıradanlığın ortasında kendini yabancı gibi hissetti. Arda ve arkadaşları eski anılarını anlatırken ortamda kahkahalar yükseliyor, o kahkahalar Aslı’nın kulaklarında yankılanan boğuk uğultulara dönüşüyordu. Bir tek Mert Ali sessizdi. O sessizlik, bir insanın içinden geçen binlerce kelimenin ağırlığını taşıyordu. Başını biraz eğmiş, gözleri bir noktaya kilitlenmişti. Yüzü ifadesizdi ama o ifadesizlik, içinde kopan kasırgayı bir nebze ele veriyordu. Sanki üstünden bir tır geçmişti. Ruhu ezilmiş, kalbi yorgun, bakışları kırılmıştı. Rabia Hanım’ın sesi o ağır havayı deldi, “Kızım, Mert Ali abine içli köfteden uzat. Ona uzak kaldı.” “Tabi anne.” Aslı’nın kalbi o an bir kez daha yerinden fırlayacak gibi oldu. Tabağı eline aldı, parmaklarının arasındaki sıcaklığı hissetmedi bile. Sevdiği adama doğru uzatırken nefesini tuttu. Zaman ağırlaştı ağır çekimdeydi sanki. Tabağı almak için Mert Ali uzandığında parmakları neredeyse birbirine değecekti. Ve o an… Göz göze geldiler. Bir saniye bile sürmedi ama her şey o anın içine sığmış gibiydi. O bakışta “Neden?” sorusu vardı ve aynı anda bir başka sorunun yankısı: “Bunu bana neden yaptın?” Gözleri birbirinden kaçamadı. Mert Ali’nin gözlerinde sönmüş bir yangının küllerini gördü Aslı. O küller hâlâ sıcaktı. Mert Ali ise Aslı’nın bakışlarında hem suçluluk hem de kendinden saklanan bir özlem buldu. Boğazı düğümlenirken hemen gözlerini kaçırdı. “Aslı’yı hatırlıyor musun Mert Ali oğlum?” diye sordu Rabia Hanım, yüzünde sıcacık bir tebessümle. “Gerçi iki sene önce ufak tefekti, bu sene boy attı, çocukluktan çıktı artık.” O sözler Mert Ali’nin kulaklarında yankılandı, ağzından çıkan o ses ona yabancıydı, “Hayır, Rabi teyze.” O cümle ağzından çıkarken göğsüne bir sancı saplandı. Zaten hatırlasaydı o ilk mesaja asla ama asla karşılık vermez o küçük şeytana gereken cevabı verir şu an düştüğü bu zor duruma kendini düşürmezdi. Rabia Hanım’ın sesi o sırada yeniden duyuldu, “Zaman çok hızlı geçiyor, Çocuklar çabuk büyüyorlar. Siz üçünüz de bekarsınız değil mi?” “Ben geçen hafta nişanlandım ama ekipteki herkes bekar.” dedi Selim, durgun bir sesle, zira gönülsüz bir nişanlılık olmuştu onun için. “Hayırlı olsun oğlum Allah tamamına erdirsin.” dedi Rabia Hanım. “Bu zamanda iyi bir aile kızı bulmak oldukça zor. Arda için çok dua ediyorum, inşallah sizler de hayırlı birer kısmet bulursunuz.” Aslı, bu cümleyle irkildi. Sanki biri kalbine iğne batırmıştı. Kısmet kelimesiyle duyguları yeniden canlanmıştı, elini dizlerinin üzerinde sıkıca kenetledi. Gözleri istemsizce Mert Ali’ye kaydı. Onun başka biriyle evlendiğini görmeye tahammül edemezdi. Ayrılmayı asla kaldıramazdı. Genç adam ise başını öne eğmişti, gözleri tabakta, ama düşünceleri çok uzaklardaydı. Yemekten sonra masa toplandı. Tabaklar, bardaklar sessizce kaldırıldı. Aslı kendini işe verirken, aklı sürekli salondaydı. Kalbinin sesi kadar hiçbir şey yüksek değildi. “Hadi kızım, sen abilerine çay doldur.” dedi annesi. Yüzüne acı bir gülücük yerleştirdi ama gözlerinde o gülüşün zerresi yoktu, bardakları hazırlamaya başladı. Cam bardakların içindeki çayın buharı yüzüne çarptığında, yüreğindeki ağırlık biraz daha arttı. Çaydanlık elinden titreyerek düşecek gibi oluyordu. Çayları doldururken, kendi kalp atışlarını sayar gibi yavaş hareket etmeye çalıştı. Mert Ali’nin yüzü hâlâ gözlerinin önündeydi. Şaşkın, yorgun, bir o kadar da kırgın… Bardakları tepsiye dizip salona geçti. Herkese sırayla servis yaparken nefesi kesiliyordu. Her adımında “Sakin ol Aslı” diyordu içinden. Mert Ali’ye geldiğinde elindeki tepsi hafifçe titredi. Çayı ona uzatırken gözleri istemeden onunla buluştu. “Afiyet olsun.” Karşılığı sessizlik oldu. Bu kez bakışlarında ne öfke vardı ne de bir soru, sadece bitkin bir kabulleniş vardı. Aslı nefesini tutup hızla odasına gitti. Kapıyı kapatır kapatmaz sırtını duvara yasladı. Derin bir nefes aldı ama rahatlayamadı. Ellerini başına götürdü, gözlerini sımsıkı kapattı. Bir süre kendine gelmeye çalıştı. Bir anda aklına bir şey geldi. Telefonunu eline aldı. O an parmakları titriyordu. Ekranı açtı, mesaj kutusuna girdi. Kelimeleri düşünmeden yazdı. “Özür dilerim.” Parmakları o iki kelimede durdu. Sanki içindeki ağırlığı bir anlığına dışarı salmış gibiydi. Mesajın altında yazı belirdi: Görüldü. Birkaç saniye… Sonra çevrimdışı oldu. Aslı elindeki telefonu avuçlarında sıkıca tutarken o an, sessizlik bir kez daha bütün evi sardı. Ekrandaki ışık kalbindeki umut gibi söndü içinde bir kez daha o tanıdık boşluk büyüdü. Ve anladı, bazı özürlerin asla telafisi olmazdı. Yemek bitmiş, çaylar içilmiş, tatlılar yenmişti. Evde yavaş yavaş misafirlerin kalkma hazırlığı başlamıştı. Rabia Hanım’ın yüzünde memnun ve gururlu bir gülümseme vardı, misafirliğin tatlı telaşı yavaşça dağılırken herkes ayaklanmıştı. Mert Ali ise içinden kopan fırtınayı bastırmaya çalışarak sessizce ayakkabısını giydi. O an nefes almak bile ağır geliyordu ona. “Her şey çok güzeldi, ellerinize sağlık Rabia teyze.” dedi, nazik ama yorgun bir sesle. Rabia Hanım’ın gözleri ışıldadı. “Ne demek yavrum, her zaman beklerim.” diye karşılık verdi kadın, o anne sıcaklığıyla. O anda Aslı da oradaydı, gözleri bir an Mert Ali’ye takıldı. Sadece bir an. Kızın bakışında hem bir özür hem bir yakarış vardı. “Affet beni” der gibiydi gözleri. Mert Ali’nin içinden bir şey kopardı o bakış. Yutkundu, boğazı kurudu. Ama sadece kısa bir anlık tek bir bakışla yetindi. Son bir kez. Son bir kez baktı o gözlere bir daha geri dönmemek üzere. Yüzüne belli belirsiz bir tebessüm kondurdu, içinde kanayan binlerce duyguyu bastırarak kapıya yöneldi. “İyi akşamlar.” Aslı, onun arkasından baktı. Kalbi, onunla birlikte sanki evden çıkan adımların ardına takılıp gitmişti. Ama bilmiyordu. Bilmiyordu ki Mert Ali’nin içinde çoktan bir karar alınmıştı. *
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD