O an bütün uykusu kaçtı genç adamın. Yatağından hızla kalkıp sırt çantasını yatağın kenarına koydu.
Alışkanlıkla her şeyin yerini biliyordu, kamuflajı, botları, kişisel eşyaları. Hepsini tek tek düzenli bir şekilde yerleştirip giyindi.
Derin bir nefes aldı.
Birazdan gidecekti…
Telefonu eline aldı ve bir mesaj yazdı.
“Bu saatte yazdığım için özür dilerim prenses ama göreve gidiyorum. Az önce haber geldi. Seni bilgilendirmek istedim. Beni merak etme, kendine iyi bak güzelim. Allaha emanetsin.”
Mesajı gönderdikten sonra birkaç saniye ekrana baktı, daha sonra telefonu sessize alıp cebine koydu.
Karanlıkta, ay ışığının belli belirsiz aydınlattığı duvarlara son bir kez göz gezdirdi. Bu defa çok farklı hislerle ayrılıyordu evinden. Uzun zamandan sonra ilk defa bu kadar umutlu, bu kadar hayata bağlı hissediyordu. Aslı’yı düşündü, saçlarının arasından süzülen o birkaç tutam, yüzüne düşen o masum bakış gözlerinin önüne geldi. Gitme der gibi bakan gözlerini hayal ettiğinde boğazında bir düğüm oluştu. “Belki de bu sefer gerçekten bir şansım var,” diye geçirdi içinden. Ama hemen ardından iç sesi fısıldadı. “Ya yanılıyorsan?”
Mert Ali tereddüt içindeydi. Daha çok gençti, omuzlarına yüklenen sorumluluk ağırdı. Bu kadar derin bir duyguyu taşıyabilecek kadar güçlü müydü, emin değildi. Aslı’ya bu kadar bağlandıktan sonra ondan bir darbe almak, genç adam için büyük bir yıkım olurdu. Bunun bilinciyle kapıyı yavaşça çekti, anahtarı çevirdi. Evini, geçmişini, sevdiklerini Allah’a emanet edip sessiz adımlarla yola koyuldu.
*
Aslı sabah uyandığında odanın içine dolan yumuşak gün ışığı göz kapaklarını okşadı, odasının içi sıcacık bir huzurla dopdoluydu.
Tül perdenin ardından süzülen güneş ışıkları, duvarlarda dans ediyor, odasına sanki bahar havası taşıyordu.
Yastığın üzerine dağılmış saçlarını geriye atarken derin bir esneme sesi çıkardı. Güzel bir uyku uyumanın rahatlığıyla bedenini esnetti, sonra alışkanlıkla telefonunu eline aldı. Mert Ali’ye “Günaydın” yazmak istiyordu ama o anda ekranında beliren bildirim kalbini sıkıştırdı. Mesajı açtığında, satırlar gözlerinde bulanıklaştı. Kelimeler önce gözlerine, oradan da kalbine saplanıyordu.
“Bu saatte yazdığım için özür dilerim ama göreve gidiyorum…”
Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Yatağında oturup dizlerini karnına çekti, başını dizlerinin arasına gömdü.
Hıçkırıkları sessizdi ama yüreği gürültüyle ağlıyordu.
Hazır değildim...
O an bunu çok net hissetti. Ayrılığa, özleme, beklemeye hazır değildi.
Çok uzakta bir yerlerde ve tehlikenin içinde olacağı düşüncesi bile içini acıtıyordu.
Onu uzaktan sevmek kolaydı, ama şimdi uzaklık gerçekten çok daha büyüktü.
Titreyen parmaklarla mesaj yazdı:
“Günaydın askerim… Çok ani oldu, beklemiyordum. Hayırlı yolculuklar. Sende Allaha emanetsin. Nolur dikkatli ol.”
Dakikalar sonra cevap geldi:
“Merak etme güzelim her şey yolunda. Ekiple birlikte yoldayız.” Demek ki abisi de gitmişti.
Aslı’nın kalbi sıkıştı. Sanki her kelime bir adım daha uzaklaştırıyordu onu.
Bir an durdu, sonra dayanamayıp bir mesaj daha yazdı:
“Ne olur dikkatli ol olur mu? Söz veriyorum, geldiğinde seninle görüşeceğiz. Hatta sen yorulma diye ben sana geleceğim.” Mert Ali’nin dudakları istemsizce kıvrıldı, yorgun ama huzurlu bir tebessümle ekrana baktı. O an araçta, birkaç arkadaşının göz hapsinde olduğundan habersizdi.
Mert Ali cevabı anında yazdı.
“Söz konusu sen olunca, nerede olursan ol ben sana gelmekten yorulmam. Sen yeter ki gel de.”
Ekrana baktığında gülümsedi ama gözlerinden yaşlar hâlâ süzülüyordu.
O an kalbi aynı anda hem sızladı hem de umutlandı.
O gitmişti, ama aralarındaki bağ hâlâ yerli yerindeydi.
“Allah’ım, onu koru,” diye fısıldadı içtenlikle.
“Aslı kızım, uyan hadi! Kahvaltı hazır!”
Annesinin sesiyle irkildi. Burnunu çekip aceleyle gözyaşlarını sildi.
“Gitmem gerek, annem çağırıyor.”
“Tamam prenses, kendine dikkat et.”
“Sen de dikkat et askerim. Seni beklediğimi ve şimdiden özlediğimi sakın unutma.”
“Bu sözler bana gelinceye kadar yeter. Allah’a emanetsin.”
*
O sırada konvoy ilerlerken araç bir çukura girdi, Mert Ali hafifçe sarsıldı. Dikkati dağılmıştı, sonra fark etti ki herkesin elinde telefon var.
“Adamım, herkeste bir gariplik var. Allah hayır etsin, hepimizin elinden telefon düşmüyor.” Dedi gülerek.
Selim’e baktı, diğerleriyle birlikte gülümsüyordu ama bakışlarında sessizlik vardı. Telefonuyla değil düşünceleriyle boğuşuyor gibiydi.
“Sen hariç,” dedi Mert Ali.
Selim’in yüzü biraz solgun, gözlerinin altı morarmış, çenesinde iki günlük sakal belirmişti. “Bu aralar pek uyuyamıyorum,” demekle yetindi. Zengin bir fabrikatörün biricik oğluydu o.
Konu muhtemelen Elif diye düşündü. Ama Mert Ali onun bu hâlini daha sonra konuşacaktı.
“Çok güzel yemekler yapan, becerikli, ağır başlı bir kızla tanıştım,” dedi Efken birden dikkatleri üzerine çekerek. “Aklımı başımdan aldı yemin ederim ama bana pas verecek gibi durmuyor.”
Kısa bir sessizlik oldu. Herkes başını çevirip şaşkınlıkla ona baktı. Çünkü Efken, kolay kolay bir kadından etkilenmeyen, soğukkanlı, güçlü ve karizmatik bir adamdı. Keskin hatları, sert bakışları ve her daim dik duruşuyla dikkat çekerdi. Yalnızlığı severdi, onun için duygular zayıflığın işaretiydi. Ama belli ki bu kez bir şeyler değişmiş gibiydi.
“Al benden de o kadar,” dedi Mert Ali, gülümseyerek. “Benim de uzun bir aradan sonra hayatıma bir prenses girdi.”
“Ooo, hadi bakalım, hayırlı olsun,” dedi Arda kahkahasını bastıramayarak. Arkadaşı için mutlu olmuştu.
“Sende durumlar nedir?” diye sordu Efken.
Arda başını öne eğdi, gözleri dalgınlaştı.
“Pek iç açıcı değil,” dedi iç çekerek. “Pınar beni terk etti. Annem de en yakın arkadaşının kızıyla aramı yapmaya çalışıyor. Kız... güzel, sakin, hoş birine benziyor.”
O an Arda’nın yüzünde beliren değişim dikkatlerinden kaçmadı. Kızdan bahsederken ses tonu yumuşamış, gözlerinin içi parlamıştı. Sadece o bunun farkında değildi.
“Desene, sen de abayı yakmışsın,” dedi Yağız gülerek.
“Yok ya,” dedi Arda. “Ben evlilik falan düşünmüyorum. Kadınlara güvenim kalmadı.”
“Bende öyle düşünüyordum ama doğru kişiyi bulduğu an insanın fikri değişiyor.” Efken’i ilk defa bu şekilde görüyorlardı.
Herkesin keyfi pek yerindeydi. Gülüşmelerin arasında sadece Selim sessizdi.
“Neyin var adamım?” dedi Efken, elini Selim’in omzuna koyarak.
Selim derin bir nefes aldı. “Evden ayrıldım,” dedi kısık bir sesle. “Artık Elif’le aynı çatı altında yaşamak işkenceden farksız. Sanırım bu gidişle Arzu ile evlenmek kaçınılmaz bir son olacak”
Arabanın içine sessizlik çöktü. Herkesin yüzü ciddileşti, birbirlerinin hayatlarını çok iyi biliyorlardı. Selim’in hikâyesi zor bir hikâyeydi. Kendisini evlatlık alan bir ailenin kızıydı Elif. Aynı evde büyümüşler, kardeş gibi yetişmişlerdi ama zamanla kalpleri bambaşka bir ritimde atmaya başlamıştı. Aynı duyguları Elif’in de hissettiğini fark ettiğinde kaçmaktan başka çaresi kalmamıştı genç adamın. “Ailem dediğim insanlara nankörlük etmek istemiyorum, onların yüzlerine bakamam” diye mırıldandı. Ama kalbini de susturamıyordu.
“Dur bakalım,” dedi Yağız, sessizliği bozarak. “Acele karar verme. Her şeyin bir çözümü vardır. Bir hal çaresine bakılır.”
Arabanın içini kısa bir sessizlik kapladı.
“Anlaşılan o ki şu son izin, hepimizin hayatında bir şeyleri değiştirmiş,” dedi Efken.
Yağız başını öne eğip pencereden dışarı baktı.
“Doğru diyorsun,” dedi kısık bir sesle. “Lisedeyken âşık olduğum kızla yeniden karşılaştım. Üstüne babalarımız ortak bir restoran açtı, abim de kızın ablasıyla evlendi. Kader resmen benimle dalga geçiyor.”
Sözlerini bitirdiğinde araçta kahkahalar yükseldi. Onun için sevinmişlerdi çünkü lise aşkı Bade’yi ondan çok dinlemişler neredeyse tanıyor gibiydiler.
“Desene, kaçışın yok her yolun Bade’ye çıkıyor.”
Kahkahalar arasında bir an sessizlik oldu. Her biri, kendi içine döndü. O an, beşi de farklı şehirlerden, farklı geçmişlerden gelen ama aynı duygunun içinde yoğrulmuş adamlardı. Sevgiyle sınanan, vatanla yoğrulmuş, kalpleri yaralı ama umut dolu adamlar. Efsane adamlar.
*
Mutfağa girdiğinde, annesinin yüzünde alışılmadık bir sessizlik, babasının gözlerinde belli belirsiz bir hüzün vardı.
O an anladı…
“Abim gitti, değil mi?” dedi kısık bir sesle.
Annesi başını salladı.
“Evet kızım. Sen uyurken haber geldi. Abin seni uyandırmak istemedi. ‘Sabah okulu var, bırakın rahat uyusun,’ dedi. Odana gelip seni öptü… sessizce vedalaştı.”
Aslı, duyduklarını sindirmeye çalıştı ama başaramadı.
“Neden beni uyandırmadınız?” diye sitem etti. Gözlerinden yaşlar yeniden akmaya başladı.
“Alacağı olsun onun. Çok kızdım.”
Annesi yanına gelip saçlarını okşadı.
“Tamam kızım, biz de çok üzüldük ama yapacak bir şey yok ne yazık ki. Birkaç haftaya döner inşallah. Hadi otur masaya.”
Babası da yumuşak bir sesle ekledi:
“Hem sen üzülürsen o da hisseder. Moralini bozma, tamam mı prensesim? Hadi gel kahvaltını yap.”
Aslı’nın içinde koca bir boşluk büyüyordu.
“Canım istemiyor babacığım. Bu sabahlık beni mazur görün, size afiyet olsun.”
Odadan çıkarken babası arkasından uzun uzun baktı.
Ondan yayılan sessizlik, evin havasını bile ağırlaştırmıştı.
Gerçi evdeki herkes farkındaydı, son günlerde Aslı’da bir şeyler değişmişti.
Telefon elinden düşmüyor, aniden gülüyor, bazen de hiçbir sebep yokken hüzünleniyordu. Bu kızda vardı bişeyler.
*
Okul yolunda yürürken, ılık sabah havası yüzüne çarpıyordu.
Etraf kalabalıktı ama Aslı o kalabalığın içinde kendini yapayalnız hissediyordu.
Bir elinde kahve dolu termosu, diğer elinde sıkıca tuttuğu telefonu vardı.
Alışkanlıkla her beş dakikada bir ekranı kontrol ediyor, sonra hatırlayıp derin bir iç çekiyordu:
Mert Ali çok uzaklarda…
Sanki her mesaj sesinde yankılanan “prenses” kelimesi, şimdi sessizlikte birer hançer gibi dönüyordu.
İlk gün böyleyse, kalan günler nasıl geçecek diye düşünmeden edemedi.
Zaman onsuz ağır mı akacaktı?
Ya bir ömür boyu beklemek zorunda kalırsa…
Bu düşünceyle içini tarifsiz bir korku kapladı.
Okulun kapısına vardığında derin bir nefes aldı, yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirdi.
Ama gözlerinin içindeki kırılganlığı hiçbir maske gizleyemiyordu.
İçinden sessizce dua etti:
Allah’ım, abimi Mert Ali’yi ve bütün askerleri koru. Beni de sabırla sınama, ne olur.
*
“Bu görevimizde Yiğit Kurdoğlu, namı diğer Efsane, bizlere önderlik edecek.”
Hakan Komutan’ın sesi karargâhın içinde yankılanırken, herkes bir anda susmuştu. Kalın perdeyi andıran sessizlik, duvardaki haritaların üzerine düşen sarı ışıkla birleşince ortama gergin bir hava hâkim olmuştu.
“Ekip liderimiz o. Yıllarca Irak’ta yaşamış, orayı avucunun içi gibi biliyor. Çok geniş bir çevreye sahip. Birazdan kendisi görev hakkında sizleri bilgilendirecek.”
Sözünü bitirdiği anda kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı. İçeriye dört adam girdi. Önlerinde dimdik yürüyen Yiğit Kurdoğlu’nun bakışları odayı dolduracak kadar keskin ve soğuktu. Yanında sessiz ama kararlı adımlarla ilerleyen Behnan, Memo ve Miran onunla yılların yükünü paylaşmış gibiydiler.
“Selamün aleyküm arkadaşlar.”
Sesi tok, kendinden emin ve buyurgandı.
“Aleyküm selam komutanım,” diye karşılık verdiler hep bir ağızdan.
Yiğit’in gözleri, odadaki her askerin yüzünde kısa bir süre gezindi.
Her biri giydiği kamuflajın içinde birer dağ gibi dik duruyordu, alınlarındaki ter, gözlerindeki parıltı, dudak kenarına gizlenmiş kararlılık… Onlar vatanın sessiz kahramanlarıydılar.
“Öncelikle size kendimi tanıtmak istiyorum,” dedi Yiğit. Elleri arkada, sesi ağır ama kararlıydı.
“Adım Yiğit Kurdoğlu. Yirmi beş yaşındayım. Sakın yaşıma aldanmayın.”
Kısa bir duraksama. Gözlerinde geçmişin karanlığı belirdi.
“Henüz çocuk yaşta elime silah verildi. Yıllarca Irak’ta bir terörist gibi yaşadım; öldürdüm, can aldım. Ben ve adamlarım o toprakları avucumuzun içi gibi biliriz. Orada bana Efsane derlerdi. O zamanlar karanlığın kucağındaydım. Şimdi ise aydınlık için savaşıyorum. Kanımın son damlasına kadar vatanım, bayrağım ve sevdiklerim için mücadele edeceğim.”
Sözleri odada yankılandığında, herkesin yüreğine bir kıvılcım düşmüştü.
“Silah tüccarlığı yapan Şiwan adında belalı bir adam var. Arkasında Amerika var, parası ve adamı bol. Görevimiz o caniyi bulup etkisiz hâle getirmek, sahip olduğu silahları ele geçirmek. Her birinizin dosyasını okudum. Zorlu görevlerde yer almışsınız. Bu işi de Allah’ın izniyle başaracağız. Ama unutmayın, önceliğim sizin can güvenliğiniz. Bu adamın her yerde gözü kulağı var. O yüzden benden habersiz tuvalete bile gitmeyeceksiniz.”
Sözleri, karargâhta yankılandı. Herkes dikkat kesilmişti.
“Benim adımlarımı takip edip söylediklerimi yapacaksınız. Kimseye zarar gelmeden, en kısa sürede bu işi bitirip evimize döneceğiz. Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı komutanım!”
“Şimdi gidip dinlenin,” dedi Yiğit, biraz yumuşayan bir tonla.
“Gece saat iki’de batı tarafında bulunan bir cephaneye baskın düzenleyeceğiz. Uyuyan devi kışkırtalım bakalım, bize nasıl karşılık verecek.”
Herkes yavaş adımlarla yatakhaneye geçti. Beton zeminin üstünde yankılanan bot sesleri, akşamın karanlığında yankı buluyordu. Yatakhanenin içi loştu, duvarlarda solmuş posterler, köşede asılı birkaç bayrak vardı. Metal ranzaların arasında büyük bir sessizlik hâkimdi.
Mert Ali, sırtını yastığa yasladığında gözleri tavana takılı kaldı bir süre.
Sonra elini cebine attı, telefonunu çıkardı.
“Nasılsın prenses? Göreve gitmeden önce sana yazayım dedim.”
Mesajın gönderildiği anda parmakları bir an titredi. O da Aslı’yı özlüyordu.
Kısa süre sonra ekranda bildirim belirdi.
“Hâlâ senin yokluğuna alışmaya çalışıyorum.”
O an gülümsedi. Yorgun bir tebessümle ekranı izledi.
Kısa sürede bu kıza nasıl bağlandığını fark etti.
Ama bu duyguyu itiraf etmeye hala korkuyordu. Aslı’yı geride bırakmak, kalbini orada bırakmak gibiydi.
“Bugün sınavın var mıydı?”
“Yoktu, normal sıradan bir gündü.”
Bir süre sessizlik oldu. Mesaj kutusunda yazılar sabit kaldı, ama aralarında görünmeyen binlerce cümle dolanıyordu.
“Ne olur dikkatli ol, Mert Ali.”
“Beni merak etme, sen derslerine odaklan.”
Aslı telefonu elinden bırakmadan, gözlerini satırlara dikti.
Nasıl odaklansın ki? Aklı, kalbi, nefesi hep ondaydı.
“Ne zaman geleceğin belli mi?”
“Şu an belli değil, bu defa görev uzun sürebilir.”
“Göreviniz ne?”
“Bunlar özel bilgiler, prenses.”
“Peki.”
“Sende benim için kendine iyi bak olur mu? Aklım sende kalmasın. İyi geceler prensesim.”
Aslı telefonu kapatmak istemiyordu.
Ekrana son bir kez baktı, parmakları titreyerek yazdı.
“Allah’a emanet ol. Seni seviyorum, Mert Ali.”
Genç adamın kalbi bir an hızla çarptı.
“Ben de seni seviyorum,” diye yazmak geldi içinden.
Ama yazmadı. Çünkü o kelimenin hakkını yüzüne söylemeden vermek istemiyordu. Eğer bu görevden sağ salim dönerse, o anın değerini yaşayarak gösterecekti.
Günler geçti.
Aslı, üç gündür ondan haber alamıyordu.
Geceleri uyuyamıyor, telefonu elinden düşürmüyordu.
Ekran karardıkça kalbi biraz daha sıkışıyor, bir mesaj sesi duyduğunda umutla irkiliyordu.
“Merhaba Mert Ali, nasılsın? Seni merak ediyorum. Lütfen müsait olduğunda bana yaz olur mu?”
Bir gün, nihayet mesaj geldi.
“İyiyim merak etme güzelim, gece döndük. Çok yorgunum, biraz dinleneceğim. Sabah sana yazarım.”
“Oh çok şükür...”
Gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Mesajınla bütün dünyam aydınlandı. Kaç gündür seni merak ediyordum. Okula gidiyorum, müsait olursan bana yaz. Okulu asabilirim.” Anında cevap geldi.
“Okulu asmak yok. Doğru okuluna.”
“Ama seni çok özledim.”
“Merak etme, hemen gitmiyorum. Birkaç gün buradayız. Bol bol konuşuruz.”
“Peki.”
“Bu arada.” Pür dikkat gelecek mesaja odaklandı.
“Ben de seni özledim.”
Aslı, o son cümleyi okuduğunda sınıfa girmişti.
Çantası elinden düştü, dudakları istemsiz bir tebessümle kıvrıldı.
Zilin sesi, sınıfın gürültüsü… Hepsi bir anda uzaklaştı.
O, sadece mesaj kutusuna odaklanmıştı. Mert Ali onu özlediğini yazıyordu.
Bir öğle vaktiydi. Edebiyat dersi boştu.
Aslı ve arkadaşları okulun bahçesinden çıkıp, parkta banklara oturdular. Rüzgâr saçlarını savuruyor, güneş yüzünü ısıtıyordu.
Elini çantasına attı, telefonunu çıkardı ve gülümsedi.
Bir selfie çekip Mert Ali’ye gönderdi.
Kısa süre sonra gelen mesajın tonundan, onun yüz ifadesini bile hissedebiliyordu.
“Sen hep böyle mi geziyorsun?”
“Böyle mi derken?”
“Kızım, düğmelerini kapatmayı unutmuşsun.”
Fotoğrafa baktığında, Mert Ali’nin kaşlarının çatıldığını adeta görür gibiydi. Kıkırdadı.
“Ay farkında değilim ceketimi çıkarırken açılmış olmalı.”
“Güzelim, aklıma kötü kötü şeyler geliyor. Beni her konuda tahrik etmesen iyi olur.”
Aslı’nın yanakları kızardı. Utanmıştı.
“Tamam tamam, hemen sil onu.”
“Aklıma kazındı, silemem.”
Bir an sessizlik oldu, sonra yeni mesaj geldi.
“Tamam Aslı, ben şimdi gidip elimi yüzümü yıkayayım, sonra görüşürüz.”
Kız kahkaha attı, gülüşü parkın sessizliğini doldururken arkadaşlarının dikkatini çekmişti.
Telefonu kalbinin üzerine bastırdı.
Bu satırların içinde bir sevda büyüyordu, uzakta, kurşunların gölgesinde, ama sıcacık bir samimiyetle...
Ve ikisi de bunu hissediyordu.
*
Mayısın ortalarıydı. Havanın ne tam yazı andıran sıcaklığı ne de baharın serinliği vardı; iki sevgilinin arasında, sabır gibi dengede duran bir mevsimdi Mayıs... Görev de tıpkı bu mevsim gibiydi, ne tamamen bitmişti ne de içlerinden atılacak kadar geride kalmıştı. Hem Mert Ali için hem de Aslı için bir tür sabır denemesi olmuştu bu süreç. Her gün bir öncekinden uzun, her gece bir öncekinden daha sessiz geçmişti.
Telefon ekranı titrediğinde, Aslı derin bir nefes aldı. Kalbi, göğsünde usulca hızlandı.
“Günaydın prenses.” yazıyordu.
O iki kelime, içini saran özlemin üzerine dökülmüş sıcak bir çay gibiydi. Gözleri istemsizce doldu.
“Günaydın askerim.” diye yazdı parmakları titreyerek.
Birkaç saniye sonra yeni bir mesaj belirdi.
“Döndüm İstanbuldayım”