"Köste İçeride."

1430 Words
1 hafta sonra, Zifiri Bar'ın kapısından içeri girdiğimde burnuma gelen ilk koku bayat kahve ve ergen depresyonuydu. Bayılırım. İçerisi o kadar kalabalıktı ki, oksijen molekülleri bile yer kapmak için birbirini yumrukluyordu sanki. Gözlerimi kalabalığın üzerinde şöyle bir gezdirdim. Bizimkiler, mekanın en stratejik (ve muhtemelen en cereyan yapan) köşesine konuşlanmışlardı. Planın üzerinden bir kez daha geçmiştik. En sonunda genelde Yıldıray'ın göründüğü Zifiri Bar'a gelmeyi daha çok uygun bulmuştuk. O konuşmalarımızın üzerinden 1 hafta geçmişti, alçım çıkarılmıştı ve artık özgürdüm. Derin bir nefes aldım. Ciğerlerime dolan dumanlı havayı, birazdan sergileyeceğim performansın yakıtı olarak kabul ettim. Saçlarımı savurdum, yüzüme o bildik "dünya yansa umurumda değil" ifademi yerleştirdim ve masaya doğru süzüldüm. "Selam millet!" dedim cıvıl cıvıl bir sesle. Elimdeki tepsiyi masanın kenarına, Alperen’in dirseğine tehlikeli derecede yakın bir yere bıraktım. “Ay ne bu suratlar? Cenaze evi gibi. Biri mi öldü, yoksa beni mi özlediniz?" Masada bir sessizlik oldu. Ama öyle gergin bir sessizlik değil, daha çok “Repliğimi unuttum, şimdi ne halt edeceğim?” sessizliği. Enes, ağzındaki patatesi bir hamster gibi yanaklarında depolamış, bana bakıyordu. Gözleri "Kurtar beni!" diye bağırıyordu resmen. İlk hamle Burcu’dan geldi. Beklediğim gibi. Bizim Buz Kraliçesi, o marka çantasını hışımla yanındaki boş sandalyeye fırlattı. Tam da benim o güzel kalçamı koymaya niyetlendiğim yere. "Dolu," dedi. Sesiyle buzlu votka yapabilirdiniz. Kaşlarımı kaldırdım. "Aa, Burcu’cum... Çantanla ne ara bu kadar samimi oldunuz? Ona da mı çay ısmarlıyoruz?" "Çantamın orada durması, senin oturmandan daha keyifli bizim için," dedi gözlerini devirerek. "Anlamıyor musun Güneş? Bu, 'arkadaşlar arası' bir buluşma. Yani seni kapsamıyor." “Aşk olsun ama... ben senin en ama en yakın arkadaşın değil miyim yani?” dediğimde Burcu kaşlarını çattı. Enes, o an devreye girmesi gerektiğini hatırladı. Ama zavallım, doğaçlama yeteneği o kadar berbattı ki saçmalama rekoruna koştu. "Evet, yani... Şey..." diye geveledi, patates parçaları ağzından firar ediyordu. "Oksijen... Burada oksijen az. Sen de gelince iyice azaldı. Yani bilirsin, çok nefes alıyorsun." Gözlerimi kapatıp sabır diledim. Çok nefes alıyorsun ne demek Enes? Yavuz da dayanamamış olacak ki, masanın altından Enes’e öyle bir tekme attı ki, çocuğun gözleri yuvalarından fırladı. "Enes’in, o kıt beyniyle demeye çalıştığı şu," diye araya girdi Yavuz. Sesi metalik, robotik. Onlarla takıldığım birkaç haftada anlamıştım ki Yavuz gerildiğinde hep Siri gibi konuşuyordu. "Biz ciddi işler konuşuyoruz. Senin gibi hayatı 'lay lay lom' yaşayan, tehlikeyi hobi sanan prenseslerin anlayacağı işler değil." Alperen’e döndüm. Hâlâ konuşmamıştı. Önündeki biraya, sanki içinde evrenin sırları varmış gibi bakıyordu. Çenesi kasılmıştı. "Tatlım," dedim, elimi omzuna koyarak. "Sen bari bir şey söyle. Baksana şunlara, hepsi üstüme geliyor. Lider sensin, korusana beni." O "tatlım" lafı, pimi çekilmiş el bombası gibi masanın ortasına düştü. Alperen’in omuzları gerildi. Elimi omzundan yavaşça, sanki zehirli bir sarmaşıkmışım gibi itti. Kafasını kaldırdı ve bana baktı. "Bana 'tatlım' deme," dedi dişlerinin arasından. Aklıma Buz Devrindeki ‘bana kedicik deme’ repliği gelirken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Ama çok gerginsin hayatım," dedim gülümseyerek. "Biraz gevşe. Bize birer kokteyl söyleyeyim mi? Benden olsun. Babamın kartı yanımda." İşte bu, bardağı taşıran son damlaydı. Planın kırılma noktası. Alperen ayağa fırladı. Sandalyesi geriye doğru gıcırtıyla kaydı. "Güneş, bakıyorum ayağın iyileşmiş. Artık bir bahanen de kalmadı. Artık diyorum, yavaştan uzasan mı?” Unarım bunlar gerçek düşünceleri değildir yoksa gebertirim! “Ne demek şimdi o?” "Diyorum ki," dedi Alperen, yüzünü yüzüme yaklaştırarak. Çok yaklaştı, bir fena oldum ben. “Diyorum ki, devamlı arkamızda bizi sülük gibi takip etmene gerek yok. Peri masallarından çık artık. Her şey eskisi gibi olsun istiyorsun ama sen bile eskisi gibi değilsin, bizden bunu nasıl beklersin?” Dedikleri sahte olmayabilirdi.. Allah’ım kendi planımda zorbalanıyordum ya! "Sülük ha?" dedim, sesimin desibelini artırarak. "Ben mi sülüğüm? Ben mi size yapıştım? Çocukluk arkadaşı değil miyiz biz?!" Rüya, o duygusal minnoş, dayanamayıp patladı. "Geçmişe takılıp durmayı ne zaman bırakacaksın?! Bitti artık o günler, anlamıyor musun?" Göz ucuyla Rüya’ya baktım. Duygusal falan diyorum ama o da çok fena bir şeydi… "Senden, senin arkadaşlığını hiçbir zaman istemedik." dedi Burcu, o "son noktayı koyan kadın" edasıyla ayağa kalkarak. "Hadi millet, gidelim. Tadım kaçtı." Umarım, bunlar gerçek düşünceleri değildi ya... Herkes teker teker, organize bir suç örgütü gibi ayağa kalktı. Enes, masadaki son patatesi de ağzına tıkıp, bana dönerek, "Yani... kişisel algılama ama... algıla da bence," dedi ve kaçar gibi uzaklaştı. Gerizekalı. Alperen en son kaldı. Yanımdan geçerken durdu. Bir saniyeliğine, o korumacı Alperen geri geldi sanki. Eli koluma uzanacak gibi oldu. İçimden “Sakın,” dedim. “Sakın dokunma, yoksa gülerim ve bütün plan yatar.” Elini cebine soktu. "Ait olduğun yere dön," dedi. "Bitti." Ve gittiler. Kafenin ortasında, elimde tepsiyle -ki onu hala neden tutuyordum bilmiyorum-, terk edilmiş, zavallı, dışlanmış kız olarak kalakaldım. Etrafımdaki fısıldaşmaları duyabiliyordum. "Yazık kıza bak..." "Çocuk ne biçim bağırdı..." "Aman canım o da hak etmiştir, baksana tipine...” Sen kendi tipine bak! Salak. Tepsiyi masaya bıraktım. Hışımla çantamı kaptım. Gözlerimi ovuşturarak ağlıyormuş numarası yaptım. Aslında sadece rimelimin akıp akmadığını kontrol ediyordum ama dışarıdan eminim çok dramatik görünüyordu. Koşar adımlarla bardan çıktım. Dışarıdaki hava buz gibiydi. Oh be, dünya varmış. İçerisinin o ter kokulu havasından sonra ciğerlerim bayram etti. Planın ikinci aşaması: Yalnız ve Yaralı Ceylan. Sahil yoluna saptım. Denizden gelen rüzgâr saçlarımı yüzüme yapıştırıyordu. Bir banka oturdum. Telefonumu çıkardım, ekranına bakıp hüzünlü hüzünlü iç çektim. Aslında ekran kapalıydı, sadece kendi yansımama bakıp saçımı düzeltiyordum. "Aferin Güneş," diye mırıldandım kendi kendime. "Hollywood seni bekliyor, sen burada serserilerle uğraşıyorsun." Tam o sırada, beklediğim o ayak seslerini duydum. Tık. Tık. Tık. Tam önümde durdu. Başımı kaldırmadım. Omuzlarımı sarsarak ağlama taklidi yapmaya devam ettim. Biraz sesli ağladım ki, geldiğini fark etmediğimi sansın. "Bazen," dedi bir ses. Derin, karizmatik olmaya çalışan ama bence biraz fazla tiyatral bir ses. "İnsan en çok, en sevdikleri tarafından kırılır." Ah. Gerçekten mi? Bu cümleyi en son hangi ucuz romanda okudun tatlım? Başımı yavaşça kaldırdım. Islak -tükürükle ıslattığım parmağımla sildiğim- gözlerle ona baktım. Karşımda, sokak lambasının loş ışığında dikilen bir silüet vardı. Uzun, siyah bir kaban. Yakalar kalkık. Yüzü gölgede. Sigarasından bir nefes çekti, ucu kor gibi parladı. Yıldıray. Şerefsiz Yıldıray! "Sen..." dedim titrek bir sesle, geriye doğru çekilerek. "Senin ne işin var burada?" Yıldıray gülümsedi. Dişleri karanlıkta parladı. "Buradan geçiyordum, yaralı bir ceylan gördüm sandım." dedi. Ellerini cebinden çıkarıp bana doğru bir adım attı. "Ve şu an karşımda, içi boş tenekeler tarafından hırpalanmış bir pırlanta görüyorum." Pırlanta mı? Evet biraz daha öv beni. "Ne istiyorsun?" dedim, burnumu çekerek. "Git başımdan. Zaten moralim bozuk." "Ben bir şey istemiyorum, Güneş," dedi. Yanıma oturdu. Arada mesafe bıraktı, centilmen gangster tripleri. “Bardaki o sahneyi izledim. Arkadaşların gerçekten salak. Senin kıymetini bilmiyorlar." Hızla ona döndüm. "Sana ne? Onlar benim arkadaşlarım!" "Arkadaş mı?" Güldü. Ama ne gülüş. Tüyler ürpertici cinsten. "Eğer sen benim arkadaşım olsaydın…tek başına ağlamana izin vermezdim." Nasıl bir pislik olduğunu bilmesem, kesinlikle etkilenebilirdim. Bana doğru eğildi. Gözlerimi kıstım. "Senin gözlerinde başka bir ateş var. İhanetin ateşi. Onlara öfkelisin, değil mi?" Hah! İşte beklediğim soru. Normalde senaryoya göre burada "Evet! Hepsinden nefret ediyorum, kahrolsun Alperen!" diye bağırmam lazımdı. Ama Yıldıray'ın yüzündeki o sinsi ifadeyi görünce anlık bir aydınlanma yaşadım. Bu adam zekiydi. Eğer hemen "satarsam", benim güvenilmez bir hain olduğumu düşünecekti. Hainleri kimse sevmezdi, Yıldıray bile. Strateji değişikliği yapmalıydım. Sadık ama kalbi kırık aptal kız. Başımı hızla iki yana salladım. Gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle sildim. "Hayır!" dedim, sesimi bilerek titrettim. "Öyle deme. Onlar... Onlar benim arkadaşım. Hayatın bazen ne getireceğini kimse bilemez. Hayat hepimize eşit şartlar sunmuyor sonuçta değil mi? Bunun için onları suçlayamam.” Yıldıray şaşırdı. Kaşları havalandı. Sigarasından bir nefes daha çekti ama gözlerini benden ayırmadı. "Seni az önce herkesin içinde çöpe attılar küçük hanım. Hâlâ onları mı savunuyorsun?" "Öyle yapmadılar," dedim burnumu çekerek. Yere, ayakkabılarımın ucuna baktım. “Ben hak ettim. Alperen haklıydı. Geçmişi, geçmişte bırakmalıydım. Hiç çıkartmamalıydım." Yüzündeki o sinsi sırıtış yumuşadı, yerini tuhaf bir meraka bıraktı. Bana bir "proje" gibi bakmaya başladı. Sadık, itaatkar ama yanlış sahibin elinde hırpalanmış bir köpek yavrusu gibi. Nasıl da hoşuna gitti ama.. Ah. Şu erkekler. “Onları seviyorsun.” dedi sadece. "Evet," dedim, başımı kaldırıp ona yaşlı gözlerle bakarak. "Beni istemeseler bile... Onlar hakkında kötü konuşmam. Lütfen... Defol git. Yalnız kalmaya ihtiyacım var." Yıldıray hafifçe güldü. Ama bu seferki gülüşü o kadar da korkunç değildi. Daha çok, "Ne kadar da sevimli bir aptal" gülüşüydü. "Gitmiyorum," dedi. Ses tonunu değiştirdi. O tehditkar hava gitti, yerine babacan -ve bence aşırı itici- bir ton geldi. "Bak, titriyorsun. Hava buz gibi. Ve sanırım gidecek bir yerin de yok." Var aslında, Bizimkilerin derme çatma bir evi var... Hatta kendi evim bile var! Ama şu an sokakta kalan kedi yavrusuyum. "Yok..." diye fısıldadım. "Burada böyle beklersen donarsın. Ya da daha kötüsü, o 'arkadaşların' geri dönüp seni tekrar üzerler," dedi. Ceketinin önünü ilikledi. "Benim evim yakında. Yani... Ofisim diyelim. Sıcak bir kahveye ne dersin? Sadece ısınman için. Sonra ne yapacağına karar verirsin." Bingo.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD