Yıldıray odadan çıktığında, geride bıraktığı sessizlik bir çığlık gibi kulaklarımda asılı kaldı.
Gözlerimi elimdeki kahve fincanına dikmiştim ama zihnim, az önce gördüğüm o yara izindeydi.
Alperen… Benim tanıdığım -ya da tanıdığımı zannettiğim-, o vurdumduymaz, o sadakat timsali Alperen, bir zamanlar bu adamla kan kardeşi olacak kadar yakın mıydı? Peki neden? Bana neden anlatmamışlardı?
Evet biliyorum, onlardan her bir cümleyi cımbızla alıyorum ama...en azından böyle bir yere gelirken 'bahsedebilirlerdi'. Değil mi?
Neden tek bir kelime bile edilmemişti? "Düşmanımız" demişlerdi, "tehlikeli" demişlerdi ama "eski dostumuz" dememişlerdi.
“Sadece bir piyondum...”
Bu cümle zihnimin karanlık koridorlarında yankılanıp durdu. Ama hayır, böyle bir şey olamazdı değil mi? Bu planı yapan bendim. Alperen ilk başta istememişti, izin vermemişti. Bana anlatmamak için diretmişlerdi ama böylesine bir plandan sonra dahi, bana bu kadar önemli bir şey neden anlatmamışlardı?
Acaba ben de onlar için bir amaca hizmet eden, işi bitince kenara atılacak bir piyon muydum?
Hayır.
Burcu yapsa saftirik Enes yapamaz bir kere!
“Saçmalama Güneş,” diye fısıldadım kendi kendime. “Bu adam profesyonel bir yalancı. Seni manipüle etmesine izin verme. Kitabı gördün. Adamın işi bu.”
Ama içimdeki o kurt, o şüpheci kemirgen bir kere uyanmıştı.
Aşağıdan tıkırtılar geldi, sonra merdivenlerde ayak sesleri. Kendimi toparladım. Omuzlarımı düşürdüm, bakışlarımı sabitledim.
Sahne 2: Kafası karışık, yaralı ceylan.
Yıldıray içeri girdiğinde elinde küçük bir tabak vardı. Üzerinde birkaç parça kurabiye. Tabağı önümdeki masaya, kahvemin yanına bıraktı.
“Kan şekerin düşmüş olabilir,” dedi, sesi az önceki gerginlikten arınmış, şaşırtıcı derecede yumuşaktı. “Şok anlarında vücut şekere ihtiyaç duyar.”
“Teşekkür ederim,” dedim, sesim titremesin diye özen göstererek. Bir kurabiye aldım ama yemek yerine parmaklarımın arasında çevirdim. “Sen… aşağıdayken düşündüm de…”
Gözlerini üzerime dikip karşı koltuğa, o deri tahtına geri oturdu. “Neyi?”
“Neden söylemediler?” diye sordum, bu sefer rol yapmama gerek kalmamıştı, merakım gerçekti. “Eğer bu kadar eskiden yakınsanız, neden senden bahsederken sanki… sanki bir canavarmışsın gibi konuşuyorlar?”
Yıldıray buruk bir şekilde gülümsedi. Arkasına yaslandı, parmaklarını birbirine kenetledi. Tam bir terapist oturuşuydu bu.
“Çünkü insanların hikayelerinde canavarlara ihtiyaçları vardır Güneş,” dedi sakin bir sesle. “Kendi hatalarını, kendi acımasızlıklarını örtmek için bir günah keçisi yaratmak zorundalar. Alperen… O, lider olmayı sever. Ama liderlik, yanında seni sorgulamayan müritler olduğu sürece keyiflidir. Ben sorguladım.”
“Neyi sorguladın?”
“Yanlışları,” dedi, kelimenin üzerine basarak. “Her şeyi sorguladım. Kan kardeşim için, onun eski mahalle arkadaşları için, bizim için. Bizi korumak için."
Gözleri uzaklara daldı, sanki o anı tekrar yaşıyormuş gibiydi. “Bir hata yaptılar. Büyük bir hata. Ve onun bedelini sadece kim ödedi biliyor musun? Ben, Güneş. Ben. Tek başıma, yanımda kimse yoktu." elindeki yarayı temizlemek ister gibi kazıdı.
Bakışlarını tekrar bana çevirdi. O kadar yoğun bakıyordu ki, ruhumu okuduğunu sandım.
“Sana da aynısını yapıyorlar, farkında değil misin?”
Kalbim tekledi. “Ne demek istiyorsun?”
“O bara seni gönderdiler,” dedi, sesi bir fısıltı gibiydi ama odanın içinde gök gürültüsü etkisi yarattı.
Anlamıştı!
Hassiktir, anlamıştı!
“Yanında durmak yerine, seni öne sürdüler. Gerçek dostlar, arkadaşlarını ateşe atıp kenardan izlemezler Güneş. O ateşe onlarla birlikte atlarlar.”
Yutkundum. Bu bir plandı, evet, hatta benim planımdı.
Bakışlarıma karışılık gülümsedi. "Tahmin ettiğin kadar iyi bir oyuncu olmadığını kabul etmeliyim." diyerek kahvesinden bir yudum aldı. "Ama bir an olsun...neredeyse inanacaktım. Ama bak, karşındayım. Sence Alperen, benim bu planı anlamayacağımı düşünecek kadar beni tanımıyor mu? Özellikle bu casus sokma işini ondan öğrenmişken..."
Saçlarımı karıştırdım. Allah kahretmesin! Manipüle mi ediliyordum yoksa haklı mıydı anlayamıyordum!
“Bilmiyorum,” dedim, sesim çatlayarak. Ne hissettiğimi anlayamıyor, duygularımı kontrol edemiyordum. Bu sefer rol icabı yapmıyordum, içime düşen şey korkunç bir şüpheydi. “Neden...neden hiçbir şey belli etmedin?"
Yıldıray öne doğru eğildi, aramızdaki mesafeyi azalttı.
"Çünkü yüzlerindeki zafer ifadesini bir anlık görmek istedim." diyerek sırıttı. "Normalde casuslara neler yaptığımı bilmek istemezsin Güneş ama biliyor musun? İlk kez birinin, bizim kirli oyunlarımıza dahil edilmesini istemedim. Sen onların çocukluk arkadaşıymışsın. Onları hala eskisi gibi sandığın için geldin buraya ama gördüğün manzara bu...ve bundan fazlası olmayacak."
"Kendini bir anda hikayedeki masum kişi olarak ilan etme!" diyerek direttiğimde gülümsedi. "Ben olduğum gibiyim. Hiçbir zaman masum rolü oynamadım. Asıl kuzu kılığına girip kurt olan onlar!" dedi.
"Onların hayatından çık." diye devam edince alayla güldüm. "Senin yanına mı geleyim?" dedim.
Arkasına rahatça yaslanıp göz kırptı. "Aslında hayır demem ama...hayır." diyerek omzunu silkti. "Bu kadar masum bir güzelliğin bir mahalle kenarında heba olmasına izin veremem. Diğerlerinin aksine..." diye alaycıl bir ifadeyle bana bakınca kaşlarımı çattım.
"Onların öyle bir şey yaptığı yok. Bu planı kuran bendim, onlardan gitmek istemeyen, ne yaparlarsa yapsınlar evden ayrılmayan, eski arkadaşlarımı isteyen bendim." sesim çatallaştı. Yıldıray sustu, hiçbir şey demedi.
“O fotoğraf,” dedim aniden, konuyu değiştirmek, bu ağır havayı dağıtmak isteyerek. Duvardaki karalanmış yüzü işaret ettim. “Kendini mi sildin?”
Başını yavaşça salladı. “Eski beni sildim diyelim. O çocuk… O masum, herkese güvenen, arkadaşlarının canı yanmasın diye kendi elini ateşe sokan aptal çocuk artık yok. Onu ben öldürdüm.”
Ürperdim. Cümleleri o kadar keskin, o kadar edebiyata kaçan türdendi ki, prova edilmiş gibi duruyordu ama gözlerindeki karanlık… O sahiciydi.
“Peki ya ben?” diye sordum, cesaretimi toplayarak. “Beni manipüle edip etmediğini nereden bileceğim?"
Yıldıray’ın dudaklarında şeytani denebilecek kadar ince bir tebessüm belirdi.
“Bilmene gerek yok,” dedi. “Göreceksin.”
“Anlamadım?”
“Onlara bakmakla, onları görmek arasındaki farkı öğreneceksin,” dedi, sanki bir öğretmen öğrencisine ders veriyormuş gibi. “"Sana bir fikir dayatmıyorum. Kendi yaşadığım şeyi, sende görüyorum ve benim kırıldığım gibi, senin kırılmanı istemiyorum."
Ayağa kalktı ve kitaplığa yöneldi. Rafların arasından, sırtı yıpranmış ince bir kitap çekti.
“Bunu al,” dedi kitabı bana uzatarak.
Kitabın kapağına baktım: Stefan Zweig - Satranç.
“Neden?” diye sordum şaşkınca.
“Çünkü sen de şu an bir oyunun içindesin Güneş. Ve ne yazık ki, oynadığın tahtada kuralları sen koymuyorsun. Şimdilik.”
Kitabı elinden aldım. Parmaklarımız birbirine değdi. Eli buz gibiydi.
“Gitmeliyim,” dedim, birden bu odanın havasının beni boğduğunu hissederek. “Saat geç oldu. Arkadaşım… merak eder.”
“Tabii,” dedi Yıldıray, ısrar etmeyerek. “Seni bırakmamı ister misin?”
“Hayır!” diye atıldım, sonra tepkime ben de şaşırdım. “Yani… hayır, taksi çağırırım. Yürümek istiyorum biraz. Temiz hava alacağım.”
“Nasıl istersen.”
Aşağı kata indik. Demir kapıyı benim için açtı. Gece serinliği yüzüme çarptığında derin bir nefes aldım. Ama o içerideki sıcaklığın, o yapay samimiyetin etkisi hala üzerimdeydi.
“Güneş,” dedi arkamdan, ben tam sokağa adım atacakken.
Döndüm. Kapının eşiğinde duruyordu, yarısı karanlıkta, yarısı sokak lambasının soluk ışığında.
“Eğer, sana anlattıklarımın maniple değil de gerçek olduğunu anlarsan, sana yardım etmek için burada olacağım. Çünkü bana kimse yardım etmemişti."
O an içimdeki “Gitme!” diyen sese inat, bacaklarım titreyerek de olsa beni oradan uzaklaştırdı.
Köşeyi dönene kadar arkama bakmadım. Köşeyi döndüğümde ise sırtımı bir binanın duvarına yaslayıp soluklandım. Elimde Yıldıray’ın verdiği kitap, zihnimde ise zehirli sarmaşık gibi büyüyen şüpheler vardı.
Telefonumu çıkardım. Rüya’dan üç cevapsız arama ve bir mesaj vardı.
Rüya: Güneş, çok merak ettik! O psikopat sana bir şey yapmadı değil mi? Hemen ara!
Ekrana baktım. Eskiden olsa bu mesajdaki "endişeyi" görürdüm. Şimdi ise sadece Yıldıray’ın sözlerini duyuyordum. Anlamıyordum. Benden neyi saklıyorlardı?
"Bilmiyorum Rüya," diye fısıldadım telefonun ekranına. "Gerçekten merak mı ettiniz, yoksa piyonunuz tahtadan düştü mü diye mi kontrol ediyorsunuz?"
Ve o an, kitabımın kurgusu için başlattığım bu oyunun, artık sadece bir kurgu olmadığını anladım.
Gerçekten de satranç tahtasındaydım. Ama şah mıydım, vezir miydim yoksa feda edilecek ilk piyon muydum?
Bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. Oynamaya devam etmek.
Ama bu sefer, iki tarafı da oynatarak.