şifacı

805 Words
“Şifacı gelmiş!” diye heyecanla Zuko’nun yanına koştum. Kasabanın tozlu yolunda ayaklarım telaşıma yetişemiyordu. Şifacı çok nadir gelirdi; gelişi rüzgârın yön değiştirmesi gibi hissedilirdi. Bu sefer yüzümdeki leke için ben de gidecektim. İçimde, Zuko’nun yanında biraz daha güzel görünmek isteyen utangaç ama baskın bir ses vardı. “Kiera, gördüğüm kadarıyla şifacıya ihtiyacın yok. Ne bu telaş?” Zuko, yarı yıkılmış duvarın taşlarını yeniden örüyordu. Üstündeki tişörtü çıkarmıştı; güneşin altında bronzlaşmış, geniş omuzları ve kaslı gövdesi parlıyordu. Bir an nefesim kesildi. Kalbimin atışı yükselirken yüzümün yanmasına engel olamadım. “Belki bana da şifa olur…” dedim, boğazımdan tam çıkmayan bir fısıltıyla. Zuko kısa bir bakış atıp yeniden harca yöneldi. “Hasta mısın?” “Hayır.” “O zaman şifaya ihtiyacın da yok.” Aramızda esen hafif rüzgâr bile sessizliği bölmeye korkuyordu. Bir adım daha yaklaştım. “Leke için…” derken Zuko'nun bakışıyla sözüm yarım kaldı. Gözleri bir anlığına koyulaştı, içlerinde yıldırım gibi bir hareket parladı. O bakış beni hem ürküttü hem olduğum yere mıhladı. “Sende gözlerine baktırmalısın bence,” dedim alaycı ama bir yandan da garip bir ciddiyetle. “İkimizin de şifacıya ihtiyacı olduğunu sanmıyorum.” Harçtan parmaklarına bulaşan gri renk bile çekici duruyordu. Ben onu izlerken o işini yapmaya devam ediyordu. “Neden?” diye fısıldadım. Sesim ona doğru eğilmiş gibiydi. “Çünkü ihtiyacın yok.” Yanına biraz daha yaklaştım ama ayağım yerdeki ıslak harç yüzünden kaydı. Bunu arkası dönük nasıl anladı bilmiyorum ama ben yere düşmeyi beklerken Zuko'nun eli belime dolandı. Kendine doğru çekti. Ani refleksle bende ellerimi kollarına sarmıştım. Kalbimin atışı yükselirken şifacıya gitmek için nedenimi öne sürdüm. “Güzel olma…” diyecektim sözüm tekrar yarım kaldı. Zuko'nun boşta kalmış eli yanağımı okşadı o lekenin olduğu yeri… “Sen zaten güzelsin, Kiera.” Sesi koyu, sıcak ve çok yakındı. Yüzünü bana yaklaştırdıkça nefesim kesildi. Düşecek gibi hissedip gözlerimi kapattım. Öp beni… Zuko… lütfen… Sıcak nefesi yanağımı okşadı. Zaman durmuştu. Derken… “Artık izin verirsen, yağmur yağmadan duvarı tamir etmek istiyorum, Kiera…” Fısıltısı büyüyü bozdu. Beni kenara doğru bırakıp yandaki harçtan bir parça alıp işine devam etmek için döndü. “Be-ben gitsem iyi olacak…” “İsabet olur,” dedi. Bu kez hiç bakmadı, sesi duvara çarpan taş kadar soğuktu. Kafama koymuştum. Şifacıya gidecektim. Zuko “güzelsin” dese de bunun beni kırmamak için söylediğine inanıyordum. Ama ben ona… aşık olmuştum. Ve onun da bana aşık olmasını istiyordum. Eve doğru gidip annemi buldum. “Anne, şifacı geldi!” “Kiera kızım, gerçekten gerek yok.” “Anne, lütfen…” Annem yorgun bir nefes verdi. “Ne kadar karşı çıksam faydasız. Tamam, beraber gideriz.” İki gün boyunca Zuko yoktu. Nereye gitti bilmiyorum. Annemle birlikte sabah işlerimizi bitirip öğleden sonra şifacının çadırına gittik. Çadır, kasabanın girişindeki geniş arazinin ortasına kurulmuştu. Kumaşı kül rengi, üzerinde solmuş işaretler vardı. İnsanların uğultusu, rüzgârla karışıp ürpertici bir atmosfer yaratıyordu. “Kızım, boşuna geldik. Sen çok güzelsin.” “Tamam… Son kez. Şifacı olmaz derse bir daha söylemeyeceğim.” Sıra bize geldiğinde yaşlı ama dinç şifacı dışarı çıkıp baktı. Gözleri çölün gecesi kadar karanlıktı. “Sadece hasta olan girsin.” İçeri girdiğimde çadırın içi duman, bitki kokuları ve loş ışıkla doluydu. Sanki başka bir dünyanın kapısını aralamıştım. “Şikayetin ne?” “Şe-şey… yüzümdeki leke…” dedim, heyecan dilimi düğüm etmişti. Şifacı elini yüzümde gezdirdi. Teni buz gibiydi. “Tedavi için gece yarısı gelmelisin. Kimse olmamalı.” Raflardan küçük bir şişe aldı. “Gelmeden önce bunu iç. Ay ışığını bekle. Gece yarısı.” “Annemle—” “Tek başına dedim küçük kız.” Sesi bir an için çadırın duvarlarını titretti. “Lanetli bir gecenin lekesi sessizce çıkarılır.” Boğazım kurudu. “Peki… ama nasıl—” “Orası seni ilgilendirir.” Eliyle kapıyı işaret etti. “Sıradaki.” Dışarı çıktığımda annem merakla baktı. “Kiera, ne dedi?” “Bu şişeyi verdi… Gece içeceğim.” “İyi bakalım. Zuko’dan haber var mı?” “Yok… İki gündür ortada değil.” Yolda konuşarak eve döndük ama aklım hep gece yarısındaydı. Akşam yemeğini yedikten sonra odama çekildim. Babam da çok yorgundu bu gece erken uyurdu. Odamda saatler geçmek bilmedi. Evin içi sessizliğe gömülünce, sadece babamın homurdanarak uyuması ve dışarıdaki rüzgâr kaldı Gece yarısı tam olduğunda şişeyi içtim. İçimi hafifçe yakan garip bir tat vardı. Pencereden dışarı süzüldüm; ay ışığı toprağın üzerine gümüş bir yol çizmişti. Şifacının çadırına vardığımda içimdeki tedirginlik kabarıyordu. Tedirginlikle çadıra girdim. Şifacı bana doğru yaklaşırken fazlasıyla gergindim. Çeşitli otlar yakmış etrafta mumların ışığı titriyordu. “Derin nefes al, küçük kız,” dedi. Yakılan otların kokusu ağırdı, bir sis gibi ruhuma doldu. Gözlerim bulanıklaştı, başım hafifçe döndü. “Ne yapacaksın?” dedim, kelimeler dudaklarımda eriyerek. “Tanrıların lanetini kaldıracağız. Ayin böyle gerektirir.” Kasede yanan otlar kıvılcımlar saçarak kararıyordu. Koku artık nefesimi zorlaştırdı. “Ama ben… hiç iy—” Cümlem havada dağıldı. Görüntüler karardı. Ayaklarım boşluğa kaydı. Ve gözlerim, derin bir karanlığa teslim oldu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD