BÖLÜM 20- INCE ÇİZGİDE

908 Words
Güneş doğarken Doğu sınırındaki hava hâlâ serindi. Toprak, gece yağan çiğle kararmıştı. Sessiz bir gerilimle başlayan yeni gün, Pınar’ın omzuna binen yükü daha da ağırlaştırıyordu. Askeri konvoyla birlikte hareket eden sağlık ekibinin içinde, Pınar yine ön saflarda yer alıyordu. Görevi belli: Tahliye sırasında yaralanabilecek sivillere ve askerlere müdahale etmek. Ama bu sefer sadece elleri değil, kalbi de bu yolculukta yer alıyordu. Burak, operasyonun güvenliğini sağlamakla görevlendirilmişti. Gözleri araziyi tararken, sık sık yanındaki zırhlı araçta oturan Pınar’a kayıyordu. Aralarında konuşulmamış ama hissedilen bir bağ vardı. Dün geceki konuşmalar, cevapsız kalan sorular ve ikisinin de susarak söyledikleri şeyler… Konvoy, tahliye edilecek köye yaklaşırken telsizden gelen ani bir uyarı her şeyi değiştirdi. Yakın bölgede silahlı bir grubun hareket ettiği bildirildi. Komutan kısa sürede karar aldı: İlk olarak sağlık personeli ve tahliye araçları geri çekilecek, ardından bölge temizlenince tekrar ilerleme sağlanacaktı. Pınar, geri çekilmek istemedi. “Orada yaşlılar, çocuklar var. Onlara ulaşmadan çıkamayız,” dedi kararlı bir sesle. Komutan ona döndü. “Siz sağlık personelisiniz, güvenliğiniz öncelikli.” Ama Burak devreye girdi. “Ekiple birlikte kalmasına izin verin. Onun sahada kalması, sivillerin hayatını kurtarabilir.” Pınar gözlerini Burak’a dikti. O an aralarında görünmeyen ama sağlam bir anlaşma vardı. Risk aynıydı, sorumluluk ortaktı. Köye ulaştıklarında tablo ağırdı. Evlerin çoğu terk edilmişti ama bazı yaşlılar hâlâ direniyordu. Pınar, hemen yaralı bir çocuğa müdahale etmeye başladı. Eli titremiyordu. Kalbi de… En azından o an için. Ama içten içe hissettiği o baskı, gözlerinin kenarındaki gölgelerden belliydi. Çatışma sesleri uzak değildi. Silah sesleri yaklaştıkça, Burak ve ekibi savunma hattı oluşturdu. Pınar, çocukları ve kadınları araçlara bindirmekle meşguldü. Bir yaralının elini tutarken, çantasından çıkardığı sargıyı hızla sarıyor, diğer yandan “Sakin ol, güvendesin,” diyordu. Bir anda havaya bir bomba sesi karıştı. Patlama uzaktaydı ama sarsıntısı her yere yayılmıştı. İnsanlar çığlık çığlığa bağırırken, Pınar bir kadını kucaklayarak zırhlı araca doğru koştu. Dizindeki yara açıldı, ama durmadı. Burak uzaktan onu izlerken telsizden bir emir verdi: “Sivilleri alın, çıkıyoruz.” Pınar son yaşlı adamı da araca bindirdikten sonra hızla döndü. Burak, kapıyı açık tutuyordu. “Bin,” dedi kısa ve net. Araç hareket ettiğinde Pınar, ter içinde ama başını dimdik tutuyordu. Burak ona baktı. “Neden her seferinde bu kadar ileri gidiyorsun?” Pınar nefes nefese ama net bir sesle cevapladı. “Çünkü eğer biz yapmazsak, kimse yapmayacak.” Konvoy karargâha döndüğünde hava kararmıştı. Yaralılar sağlık merkezine aktarılmış, tahliye başarıyla tamamlanmıştı. Pınar sessizce soyunma odasına geçti. Üzerini değiştirirken aynada kendine baktı. Yüzünde kurumuş kan, gözlerinde ise yorgunluğun ve gururun birleştiği bir parıltı vardı. Burak kapının kenarına yaslandı. “Yaralandığını fark ettim.” “Yara değil o,” dedi Pınar yavaşça. “Sadece bir iz daha.” İkisi de bir süre konuşmadı. Bu sessizlik, kelimelerden daha güçlüydü. Ve bu kez, sessizlikte yalnız değildiler. Birbirlerini bulmuşlardı, tüm karmaşanın içinde bile. Ama savaş henüz bitmemişti. Ne dışarıdakiyle ne de içlerindekiyle. Gece yarısına doğru karargâhın etrafındaki sessizlik, sıradan bir sessizlikten çok daha derindi. İnsan seslerinin yerini alan radyo cızırtıları, nöbet değişimindeki ayak sesleri ve arada bir yankılanan motor uğultusu dışında her şey, olup bitenleri sindirmeye çalışan bir dünyanın iç çekişini andırıyordu. Pınar, sağlık çadırında birkaç saat boyunca hiç kıpırdamadan oturdu. Ellerini dizlerinde birleştirmişti. Telsizden gelen her yeni rapor, göğsünde ince bir sızıya dönüşüyordu. Artık fiziksel değil, zihinsel bir yorgunluk çökmüştü üstüne. Birkaç yaralının durumu ağırdı, hepsine ilk müdahale yapılmış ama hâlâ gözlem altında tutuluyorlardı. Pınar her birine göz kulak olurken, içinden geçenleri bastırmakta zorlanıyordu. Burak, çadırın dışındaydı. Elinde tuttuğu sigarayı yakmamıştı. Parmakları arasında çeviriyor, gözlerini karanlığa dikmiş düşünüyordu. Gecenin karanlığı, içine sinen gerilimle birleşince daha da ağırlaşıyordu. Göz ucuyla çadıra baktı. İçeride bir gölge kıpırdadı. Pınar’dı. Onun dayanıklılığına hayran kalmıştı ama aynı zamanda kırılganlığının farkındaydı. Çünkü kendi içinde de benzer bir savaş sürüyordu. Yıllardır görev yaptığı sahalarda çok şey görmüştü, ama bugünkü gibi... Bir kadının hem profesyonel hem de insani reflekslerle savaşın ortasında ayakta kalışı, ilk defa bu kadar iz bırakmıştı. Burak çadıra girdiğinde Pınar başını kaldırmadı. Sadece “Bir tanesi hâlâ ateşli... Saat başı kontrol etmemiz gerek,” dedi yorgun ama görev bilinciyle. “Ben devralayım,” dedi Burak. “Biraz dinlen, gözlerin kapanmak üzere.” Pınar başını hafifçe yana çevirdi. “Yorulmak yasakmış gibi yaşıyoruz. Sanki bir an bile gevşesek her şey elimizden kayıp gidecek.” Burak yanına oturdu. “Belki de gerçekten öyle.” Bir süre sessiz kaldılar. Ardından Pınar iç geçirdi. “Bugün bir çocuğu araçtan indirmek istemediler. Sırf annesi olmadığı için... Sadece dedesiyle birlikteydi. Ve o çocuk bir şey söylemedi. Hiç konuşmadı. Sadece gözleriyle ‘beni unutmayın’ dedi.” Burak yutkundu. “Unutmadık.” “Evet ama bazen unutmasak da kurtaramıyoruz.” Pınar’ın sesi çatallanmıştı. Gözleri nemlenmişti ama dökmedi. Gözyaşlarıyla değil, sözcükleriyle mücadele ediyordu. Burak sessizce elini onun elinin üzerine koydu. Dokunuşu nazikti ama kararlıydı. O an, savaşa rağmen hâlâ insan kalabilmenin bir yolu vardı: Yan yana durmak. Aynı acının yükünü paylaşmak. Bir dış nöbetçi çadırın girişine doğru yaklaştı. “Komutanım, sınır hattında yeniden hareketlilik var. Tim hazır. Emrinizle çıkabiliriz.” Burak doğruldu. “Geliyorum.” Pınar arkasından baktı. “Kendine dikkat et.” Burak durdu, sonra geriye döndü. “Sen de.” Dışarı çıktığında gökyüzü hâlâ karanlıktı ama ufukta, günün ilk ışıkları belirsizce kıpırdanıyordu. Geceler uzundu, ama sabahlar hep geliyordu. Ve her sabah, onları yeniden sınayan bir başlangıçtı. Pınar çadırın kenarından dışarı baktı. Burak’ın silueti, nöbet değişimindeki askerlerin arasında kayboluyordu. Her adımında, içindeki yükü biraz daha büyütüyor gibiydi. Ama yalnız değildi artık. Ve belki de savaşın en sert yüzü bu değildi. En zor olanı, insan kalabilmekti. Oysa ikisi de bunu hâlâ başarıyordu. Ve bu, en büyük zaferdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD