Günün ilk ışıkları çadırların ince kumaşından içeri sızarken, kamp alanında temkinli bir hareketlilik vardı. Gece boyunca nöbet tutan askerler sessiz adımlarla yerlerini sabah devriyesine bırakırken, Pınar gözlerini hafifçe araladı. Uykusu yarıda kalmıştı. Kafasında hâlâ dün gece Burak'la yaptığı o uzun konuşmanın yankıları dolaşıyordu. İkisinin arasında sessizce filizlenen bir şey vardı artık. Sadece görev değil, birbirlerine karşı duydukları bir şey...
Pınar, gözlerini ovuşturarak dışarıya çıktı. Sabah serinliği yüzüne çarptığında kendine geldi. Kampın hemen kenarında, elinde telsiziyle birini gördü. Burak'tı. Üniforması tam üzerindeydi, gözleri dikkatle etrafı tarıyordu. Pınar’a döndü ve ona doğru başıyla selam verdi.
"Sabah oldu mu?" dedi Pınar, sesi hâlâ uykuluydu.
"Çoktan" dedi Burak. "Bir devriye görevi daha bitti."
"Yine mi gece boyu uyumadın?"
"Alışığız. Sahada uyku lüks değil."
Pınar hafifçe başını salladı. Bu adamın ne kadar güçlü bir disipline sahip olduğunu görmek onu etkiliyordu. Ama aynı zamanda bu kadar kontrollü biriyle duygularını konuşmak da kolay olmuyordu.
"Bugün sağlık taraması var" dedi Pınar. "Köyün doğusundaki çocukları kontrol etmemiz gerekiyor."
Burak cebinden bir not defteri çıkardı. "Biliyorum. Koruma ekibi hazır. Seninle birlikte ben de geleceğim."
"Senin görev alanının dışında değil mi?"
"Komutan izniyle hareket ediyorum. Sivil sağlık personelinin güvenliği öncelikli. Özellikle senin."
Pınar, gözlerini ondan kaçırdı. Kalbinin hızlandığını hissetmişti. Duyduğu bu cümle sadece resmi bir açıklama gibi değildi.
İkili birlikte araçlara doğru yürüdü. Pınar, çantasını toparlarken Burak göz ucuyla onu izliyordu. Bu kadınla aralarında doğan bağ artık geri döndürülemezdi. Ama savaşın, nöbetin ve emrin olduğu bir dünyada bu duyguların yeri neydi?
Köy yolu dar ve engebeliydi. Etrafı yeşil çalılıklar sarmıştı, bazı yerlerde yol tamamen toprağa gömülüyordu. Araç yavaşça ilerlerken, önlerindeki askeri araçtan bir işaret geldi.
"Durun" dedi Burak, elini havaya kaldırarak. Sürücü anında frene bastı. Telsizi kaldırdı ve fısıltıyla konuşmaya başladı. Pınar’ın kalbi sıkıştı. Bu beklenmedik duruş, tehlikenin habercisi gibiydi.
"Mayın olabilir mi?" diye fısıldadı Pınar.
Burak başını hafifçe salladı. "İhtimal dışı değil."
Araçtan inen askerler çevreyi taramaya başladı. Burak Pınar’a döndü, sesi çok sakindi ama gözleri dikkatliydi.
"Araçtan inme. Ne olursa olsun içeride kal."
Pınar başını salladı. Daha önce de tehlike altına girmişti ama Burak’ın bu kadar ciddileştiğini nadiren görmüştü. İçinde garip bir sıcaklık vardı. Korkudan çok, Burak’a duyduğu güvenle gelen bir cesaret.
Dakikalar geçtikçe ortam normale döndü. Görünüşe göre yol üstünde şüpheli bir cisim vardı ama bomba imha ekipleri risk olmadığını teyit etti. Yine de dikkatli ilerlemeleri gerekiyordu.
"Devam ediyoruz" dedi Burak, araç kapısını kapatarak. "Ama gözünü dört aç."
"Senin gözlerin yeter" dedi Pınar, farkında olmadan içinden geçenleri söylemişti.
Burak başını ona çevirdi, gözleri birkaç saniye onun gözlerinde kaldı. Ardından arkasına yaslanıp sessizce gülümsedi.
Yolculuk devam ederken Pınar pencereden dışarı bakıyor ama aslında Burak’ın varlığını hissediyordu. Sessizliğin içinde doğan yakınlık, hiçbir söze ihtiyaç duymadan büyüyordu.
Öğleye doğru köyün taşlık yollarına vardıklarında, güneş tepedeydi. Toprak evler, sararmış otlarla çevriliydi. Çocuklar çırılçıplak ayaklarıyla toprakta koşuşturuyor, kadınlar kuyu başında birbirine sessizce laf atıyordu. Ama gözlerde, yılların biriktirdiği yorgunluk ve ihtiyatlı bir korku vardı. Pınar, aracın kapısını açıp indiğinde birkaç çocuk ürkekçe ona baktı. Kadınlardan biri fısıltıyla dua eder gibiydi.
Pınar sırt çantasını omzuna taktı, gözleriyle çevreyi taradı. Arkasında yürüyen Burak’ın varlığını hissetmek içini rahatlatsa da, bu insanların yaşadığı acılar onu derinden etkiliyordu. Kadınlardan biri, ince yapılı, koyu tenli yaşlı bir kadın yanına yaklaştı.
"Doktor musun sen?" dedi hafif kısık bir sesle.
"Hemşireyim" dedi Pınar, gülümseyerek. "Sağlık kontrolü yapacağız. Çocukları ve yaşlıları göreceğim."
Kadın gözlerini kıstı. "Buraya daha önce de geldiler. Aşı getirdiler, sonra çocuklar hasta oldu."
Pınar yutkundu. Güven inşa etmek kolay değildi. Hele bu tür bölgelerde insanlar haklı olarak temkinli oluyordu. Dizlerinin hizasına çömeldi, etrafında toplanan çocuklara sessizce yaklaştı. Küçük bir erkek çocuğu vardı, saçları sarıya çalan, karnı şişmiş. Korkuyla arkasına saklanmaya çalıştı ama Pınar yumuşak sesiyle konuşmaya başlayınca çocuk biraz gevşedi.
"Adın ne senin?"
"Ali" dedi fısıltıyla.
"Ali, ben sana bakacağım ama canın hiç yanmayacak. Söz veriyorum. Bak buradaki amca da bizimle" diyerek Burak’a işaret etti. Burak ağır adımlarla yaklaştı ve diz çökerek çocuğa gülümsedi.
"Annen nerede senin, Ali?" dedi Burak.
Çocuk parmağıyla bir yeri işaret etti. Pınar başını salladı. "Hadi oraya bakalım."
İkili, çocuğun peşine takıldı. Küçük bir evin girişinde, genç yaşta olmasına rağmen çökmüş bir kadın karşıladı onları. Kucağında bebek vardı, gözleri kırmızıydı. Pınar çantasını açıp diz çökerek bebeği dikkatle inceledi. Yüzünde bir şey fark edildi. Göz çevresinde solgunluk, dudaklar morarmıştı.
"Bu bebek... nefes alışverişi çok zor. Kalbi de zayıf" dedi fısıltıyla Burak’a. "Hemen taşımamız lazım."
Burak telsizi açtı. "Sağlık birimi, acil transfer istiyoruz. Konum: Köyün doğusu, girişe yakın bir hane. Bebeğin durumu kritik."
Kadın telaşla bağırdı. "Hayır! Götüremezsiniz. Bir daha getirmeyeceksiniz onu, biliyorum. Alıp alıp götürüyorlar!"
Pınar ayağa kalktı, kadının ellerini tuttu. "Ben sadece ona yardım etmek istiyorum. Söz veriyorum, zarar görmeyecek. Ama burada kalırsa belki sabaha bile çıkamaz."
Kadının gözleri yaşla doldu. Dudakları titredi. Burak sessizce bir adım geri attı, müdahale etmedi. Pınar’ın bu tür anlarda nasıl konuştuğunu görmek istiyordu. Ve onun sesinin bile bir iyileştirici etkisi vardı.
Sonunda kadın başını eğdi. Bebeği dikkatle Pınar’a uzattı. O an sanki tüm köy susmuştu. Kuşlar bile sesini kesmişti.
Ambulans yaklaştığında toz bulutu kalktı. Pınar bebeği battaniyeye sararken Burak dikkatle etrafı gözetliyordu. Bu tür durumlar bazen tuzak olabilirdi. Ve o bunu bir kez unutup bir askerini kaybetmişti.
"Sen de geliyor musun?" dedi Pınar, araca yönelirken.
"Hayır. Sizi konvoya kadar götüreceğim, sonra döneceğim. Sınır devriyesine katılmam gerek."
Pınar başını eğdi. "Kendine dikkat et."
Burak gülümsedi. "Sen de. Ve eğer o bebek iyileşirse, sadece senin sayende olacak."
Pınar başını salladı. Ambulansa binerken gözleri Burak’ın gözlerine takıldı. Aralarındaki bağ artık sözle tanımlanacak gibi değildi. Ortak bir savaş, ortak bir sorumluluk, ortak bir kalp atışıydı belki.
Araç uzaklaşırken Burak bir süre toz bulutuna baktı. Sonra telsizi kaldırdı. Sesi, komutan tonuna dönmüştü ama içinde Pınar’ın sıcaklığı hâlâ duruyordu.
"Karahan konuşuyor. Devriye hattına geçiyorum. Koordinatlarımı gönderiyorum."
Güneş gökyüzünde yükselirken, dağların arasında bir yerde bir sıcaklık doğuyordu. Ve o sıcaklık, sadece bir kalp atışı değil, bir umut fısıltısıydı.