Zırhlı ambulans stabilize yolda ilerlerken, araçtaki herkesin yüzünde aynı sertlik vardı. Pınar camdan dışarıya bakıyordu; geçtikleri ağaçların gölgeleri kısa sürede karanlık bir örtü gibi üzerlerine düşmüştü. Sivil yaralı ihbarı, çoğu zaman başka tehlikelerin habercisiydi. Özellikle bu bölgede.
Yanında oturan erlerden biri sürekli ellerini ovuşturuyordu. Gençti, gözlerinde belli belirsiz bir korku vardı. Pınar göz ucuyla ona baktı.
“İlk seferin mi?”
Asker başını salladı. "Evet komutanım... şey... çavuşum..."
Pınar hafifçe gülümsedi. “Normal. Korkmak kötü değil. Ama orada biri senden sadece ilk yardım değil, cesaret de bekliyor olacak. Unutma, senin duruşun başkalarının hayatta kalma şansı olabilir.”
Genç asker başını eğdi. O an bir şeyin farkına vardı: Komutan olmadan da birinin ilham kaynağı olunabiliyordu.
Araç aniden durdu. Kapak açıldığında Burak içeriden seslendi.
“Hedef noktaya geldik. Bölgeyi kontrol ediyoruz, siz araçta kalın. Pınar, benimle geliyorsun.”
Pınar telsizini omzuna taktı, sağlık çantasını kaptığı gibi atladı. Gözünü kısmıştı, çünkü güneş doğarken gelen yansımalar bir anlığına görüşünü zorlaştırdı. Fakat asıl zor olan, önlerinde uzanan sessizlikti. Ne bir ses, ne bir hareket.
Ormanın iç kesiminde, iki büyük kayanın arasında dar bir patikaya yöneldiler. Anonsun geldiği koordinatlar burasıydı. İlerlediklerinde toprağın üzerinde kan izleri belirginleşmeye başladı. Taze ama düzensizdi. Birinin sürüklenmiş olabileceğini gösteriyordu.
Burak eğildi, izlere yakından baktı. Gözleri bir süre izleri takip etti. Sessizliğini bozdu.
“Bu sadece sivil yaralı değil. Büyük ihtimalle pusu yeri.”
Pınar’ın kalbi hızlı çarpmaya başladı ama yüzü ifadesizdi. Burak’ın yanında olmak bir yandan güven veriyor, bir yandan da sorumluluğunu artırıyordu. Onun gözünde güçlü görünmek istiyordu.
Patika biraz daha kıvrıldığında karşılarına yığılı bir vücut çıktı. Bir erkek. Üzerinde sivil kıyafet vardı ama ayak bileğinde telsiz kablosu sarkıyordu. Bu detay, onun sivil kılığında bir istihbarat askeri olabileceğini düşündürdü.
Pınar hemen eğildi. Nabız kontrolü yaptı. Zayıftı ama yaşıyordu.
"Hayatta. Hemen sedye çağırmamız gerek."
Burak telsize uzandı ama o an, bir çatırdama sesi her ikisinin de dikkatini çekti. Ağaçların arasından biri geçiyordu. Hızlı, sessiz ve görünmeyecek kadar ustaca. Burak silahını kaldırdı.
“Pınar, yere yat.”
O an yer sanki bir anda soğudu. Pınar çökerek kendini korudu, gözleri hâlâ yaralıda. Burak birkaç adım ilerledi, tetiğe hazırdı. Ama ormandaki hareket durmuştu. Ya gözetleniyorlardı, ya da kaçmak için sadece dikkat dağıtılmıştı.
“Sedyeyi hızlıca gönderin, bölge temizlenmeden uzun süre burada kalamayız” dedi Burak telsize. Tonu sakin ama netti.
Dakikalar içinde diğer ekip ulaştı. Yaralı sedyeyle ambulansa taşınırken Pınar elini kalbinin üzerine koydu. Yavaşlamayan atışlarını bastırmaya çalıştı. Bunu daha önce de hissetmişti ama şimdi farklıydı. Bu yalnızca adrenalin değil, bir bağın doğuşuydu. Hem mesleğine, hem bu hayata, hem de Burak’a dair.
Araç hareket ederken Burak yanına geldi.
“Biraz daha geç kalsaydık, çoktan ölmüştü.”
Pınar gözlerini yere çevirdi. “Ama ölmedi.”
“Çünkü sen vardın” dedi Burak, neredeyse fısıltıyla.
O an, ikisinin arasında görünmeyen bir şey kırıldı. Belki duvar, belki sessizlik. Ama artık aynı çatışmalara koşacak iki kişi değil, kader ortaklarıydılar.
Sedye ambulansa yerleştirildiğinde, içerdeki erler görev bilinciyle harekete geçmişti. Pınar da çantasını açıp hızla müdahaleye başladı. Yaralının solunum yolu açıktı ancak kan basıncı çok düşüktü. Göz bebekleri düzensizdi. Pınar burnundan derin bir nefes aldı. Bu, içinden çıkılamayacak bir vakanın eşiği olabilirdi.
“Damar yolu açmam gerek. Nabız zayıf, çok zayıf.”
Bir yandan sıvı hazırlarken, diğer eliyle stetoskopunu alıp kalp atımına odaklandı. Araç hareket ederken sallanıyordu ama Pınar’ın elleri sabitti. Sanki etrafındaki dünya durmuştu da sadece onun görevi devam ediyordu.
Burak ise hemen arka koltukta oturuyordu, gözleri camda, elinde telsiz. Bölgeye dair analizleri hâlâ zihninde dönerken, düşüncelerini dağıtan tek şey Pınar’ın yüzündeki o odaklanmış ifadeydi. Bu ifadeyi daha önce başka bir çatışmada, bir başka askerde görmüştü. Ama hiçbiri bu kadar net bir iz bırakmamıştı.
Birden ambulansın telsizi cızırtıyla doldu. Diğer devriye ekibinden biri bağlanıyordu.
"X21 kod noktası çevresinde iz tespit edildi. Yere serili dikenli tel parçaları bulundu. Pusu kurulmuş olabilir."
Burak hemen cevap verdi.
“Anlaşıldı. Bulduğumuz yaralı sivil değil. Kamuflaj kablosu ve telsiz taşıyordu. Kod adı alınamadı, muhtemelen gizli görevdeydi. Hedef alınan yalnızca o değil.”
Bu bilgi, içeridekilerin yüzünü daha da sertleştirdi. Ambulansın motor sesiyle birlikte içeride sessizlik hâkimdi. Pınar sonunda sıvıyı bağlayıp kanamayı baskıladıktan sonra geri çekildi. Soluklanmadan Burak’a döndü.
“Kalp atımı sabitlendi ama bu geçici. İç kanama olabilir. Hemen cerrahi müdahale gerekecek.”
“Kaç dakikamız var?”
“Yirmi dakika içinde hastaneye ulaşamazsak, kaybederiz.”
Burak, şoföre döndü.
“Dönüşü hızlandır. Gerekirse yoldaki barikatları aş. Hayati önemde.”
Araç sarsılarak hızlandı. Yolda her tümsekte yaralı inliyordu. Pınar, çenesini sıktı. Ellerini birkaç saniye dizlerinde kenetledi. Sessizlikte, Burak’ın sesi yankılandı.
“Bu bölgeyi pusu için seçmişlerse, yalnızca onu beklemiyorlardı. Bizim geçeceğimizi biliyorlardı.”
“Ya da kaçanı yakalamak için gözcüler koymuşlardı. İlk hareketi yapan bizim görünmemiz olabilir.”
Burak başını hafifçe salladı. “Gözlendiğimizi biliyordum. Ama bu kadar organize olmaları... Başka bir şey dönüyor.”
Tam bu sırada telsizden bir başka ses girdi. Merkezden geliyordu.
“X21’de tespit edilen tel kapanında kan izi bulundu. Bir çift ayak izi başka yöne dönmüş. Takip ekibi yönlendiriliyor.”
Pınar’ın gözleri Burak’la buluştu. Her ikisinin zihninde de aynı ihtimal belirmişti.
“İkinci bir hedef vardı. Ve o kişi ya hâlâ kaçıyor... ya da bizi izliyor.”
Ambulans nihayet askeri sahra hastanesinin çadırlarının olduğu alana ulaştığında, önceden haber verilmişçesine sağlık ekibi dışarıda bekliyordu. Yaralı sedyeyle hızla içeri taşındı. Pınar da ardından girdi. Ellerindeki kan, teri bastırmıştı ama hâlâ elleri titremiyordu.
Onu ameliyathaneye teslim ettiğinde derin bir nefes aldı. Gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı. Ardından çadırdan çıktı.
Burak onu dışarıda bekliyordu.
“İyi misin?”
Pınar başını eğdi. “Yeterince değil ama ayaktayım.”
“Bu gün başka bir şey vardı, değil mi?”
Pınar sessizce başını salladı. “Yalnızca yaralıyı değil, bir mesajı da bulduk. O adam oraya bilinçli bırakılmış. Ya bir tuzak kuruldu ya da biri hayatını kurtarmamız için riski göze aldı.”
Burak birkaç saniye düşünceli şekilde etrafa baktı. Ardından çantasını omzuna attı.
“Komuta merkezine gidiyorum. Bu olayın raporunu ben geçeceğim. Sen biraz dinlen.”
Pınar başını salladı. Ama içeri girmedi. Sağlık çadırına sırtını verip ufka bakmaya başladı. Gün, geceye dönmek üzereydi. Ama ormanın gölgeleri hâlâ gözlerinin önündeydi. Sadece kan değil, gizlenen bir hikâye de vardı o patikada. Ve hissediyordu... Bu daha başlangıçtı.
Pınar, kıyafetindeki kan lekelerine baktı. Her bir leke, bir izdi. Belki birinin kurtuluşu, belki de susturulan bir tanığın fısıltısıydı. Ama hepsi, yakında çözülecek bir sır zincirinin halkasıydı.