Pınar, taburcu olduğu andan itibaren hastane koridorlarının soğukluğunu değil, sessizliğini özlediğini fark etti. Doğu sınırına yakın bu küçük ilçede, hayat onun için artık tamamen değişmişti. Hastane odasından çıkarken rüzgâr kemiklerine kadar işlerken, birkaç saat önce aldığı ağrı kesicinin etkisi çoktan dağılmıştı. Ama bu ağrının, vücudundaki yaradan değil, içindeki çözülemeyen hislerden geldiğini o an daha net hissetti.
Burak yanında yürüyordu. Sessiz, kontrollü ama bir o kadar da tetikte. Her adımı ölçülüydü. Sanki onu izleyen bir göz varmış gibi, etrafı sürekli süzüyor, elleri istemsizce silahının kılıfına yakın duruyordu. Tehlike geçmiş gibi görünse de ikisi de biliyordu: bu topraklarda hiçbir şey gerçekten geçmezdi, sadece biçim değiştirirdi.
"Yavaş ol" dedi Burak, Pınar adımlarını hızlandırınca.
"İyiyim" diye karşılık verdi kadın ama sol kolunu bedenine yakın çekmişti. Omzundaki yara bandajla sarılıydı. Hareket ettikçe sızlıyordu, sanki içeride biriken pişmanlık ve öfkeyi de taşıyordu her adımda.
Pınar gözlerini çevredeki dağlara dikti. Sert, dik ve karla kaplıydılar. Bu topraklar suskunlukla konuşuyordu. Hava keskin, sertti. Geceyi bekleyen kasvetli bir akşamüstü çökmüştü.
Burak, onu hastaneden doğrudan birliğin geçici kamp alanına götürüyordu. Güvenli ev olarak belirlenen bu yeni yer, son çatışmalardan sonra sıkı önlemlerle çevrilmişti. Görev hâlâ bitmemişti. Ve her ikisi de biliyordu ki gerçek tehlike hâlâ dağların ardındaydı.
Kampta her şey sessizdi. Nöbetçiler daha dikkatliydi, telsizler daha az konuşuyordu. Son saldırı, herkesin damarlarında donmuş bir korku gibi geziniyordu. Pınar içeri girerken, birkaç asker başını eğerek selamladı. Yaralı olması, onu daha fazla saygı görür hale getirmişti. Ama o, gurur değil, öfke hissediyordu. Bu saldırı bir mesajdı. Ve o mesaj, birilerine ulaşmıştı.
Baraka tipi geçici yaşam alanına vardıklarında Burak kapıyı açtı, içerisi sıcaktı. Tahta sobada kömür yanıyordu. Hava kuru ama dumanlıydı. Pınar içeri girip oturduğunda, derin bir nefes aldı.
"Kolundaki ağrı nasıl?" diye sordu Burak. Gözleri bir anlığına onun sol omzuna takıldı. Bandajın kenarından sızan ince kırmızılık, yaramın henüz taze olduğunu hatırlatıyordu.
"Geçecek. Ama bu bölge... Burada hiçbir şey geçmiyor sanki."
Burak karşısına oturdu. Ellerini birleştirip dizlerinin üstüne koydu.
"Pınar, o gece olanlar için kendini suçlama. Bu saldırı planlıydı. Seni değil, hepimizi hedef alıyorlardı."
"Belki de öyleydi... Ama ateş eden adam bana bakarak tetiği çekti. Bunu unutamam."
Gözlerini kaçırdı. O an zihninde tekrar tekrar dönüyordu. Çatışma başladığında her şey saniyeler içinde olmuştu ama kurşunun sesi, tenine değdiği an, zaman durmuştu. Herkes bağırıyordu, ama o sadece sessizliği hatırlıyordu. O ölüm sessizliğini.
Burak yerinden kalkıp küçük metal çaydanlığı sobanın üstünden aldı, iki bardağa çay doldurdu. Dumanı tüten sıcaklığı, odaya yabancı bir huzur yaydı.
"Peki şimdi ne yapacaksın?" diye sordu.
"Ne mi yapacağım? Yatmayacağım. İyileşip geri döneceğim. Devriyelere katılacağım. Bu işi bitirmeden buradan ayrılmayacağım."
"Bu kadar hırslı olma. İyileşmen zaman alacak. İçinden çıkan kurşun yabancıydı ama etkisi... Etkisi sende kalacak."
Pınar çayı iki eliyle kavradı. Titreyen parmaklarını gizlemeye çalışarak, "Korkmuyorum" dedi.
Burak ona dikkatle baktı. Onun gözlerinde gördüğü şey korku değildi. Daha derin, daha keskin bir şeydi: intikam. Ama içinde bir de başka bir şey vardı, adını koyamadığı... Belki de kaybetme korkusunun büründüğü sevgi.
Kapı aniden çalındı. Burak hızla ayağa kalktı, silahına doğru bir hamle yaptı. Pınar bile yerinden doğrulmaya çalıştı.
Kapı açıldığında gelen yüz, gece devriyesinden dönen Ali Teğmen’di.
"Komutanım. Gelen bir istihbarat var. Bölgedeki hücrelerden biri yeniden hareketlenmiş. Muhtemelen saldırıyı planlayanlar aynı bölgeye çekilmişler. Karakol çağrı yaptı. Sizi merkeze istiyorlar."
Burak başını salladı. "Beş dakika içinde çıkıyorum."
Ali selam verip kapıyı kapattıktan sonra Burak döndü. Gözleri Pınar’ın gözlerine takıldı.
"Ben dönene kadar buradasın. Kapı kilitli. Nöbetçi var. Bir şey olursa telsizle haber ver."
"Yalnız bırakma beni" dedi Pınar ani bir dürtüyle. Kendi cümlesine şaşırmıştı.
Burak yaklaştı. Elleri onun yüzüne uzandı. Baş parmaklarıyla yanaklarını nazikçe okşadı.
"Bırakmam" dedi. "Hiçbir zaman."
Pınar o an, içindeki ağrının geçici olduğunu ilk kez hissetti. Fiziksel olan değil, kalbine oturan o ağır duygunun da bir gün dineceğine dair inancı büyümüştü. Ama aynı anda dışarıda bir fırtına birikiyordu. Ve bu aşk, bu korkular, hepsi fırtınanın ortasında sınanacaktı.
Kamp alanına döndüklerinde güneş artık dağların ardından kaybolmuştu. Gökyüzü, turuncudan mora kayan renklerle aydınlanırken havadaki serinlik daha da belirginleşmişti. Pınar, Burak’ın desteğiyle araçtan indiğinde, kampın etrafında sessiz bir hareketlilik hakimdi. Gece nöbetçileri yerlerini almaya başlamış, birkaç asker çorba kazanının başında sıraya girmişti.
Pınar, çantasını küçük kulübeye bırakırken omzundaki bandajı hafifçe yokladı. Yarası tam olarak iyileşmemişti, ama ağrı artık çekilecek seviyeye gelmişti. Dışarı çıktığında Burak, askeri kamuflaj montunu çıkarmış, ince bir tişörtle kamp masasının başında bekliyordu. Masanın üstünde iki çay buharı tüten metal kupa duruyordu.
"Üşürsün şimdi, bak hava da serin," dedi Pınar yanına gelirken.
"Sen yanımdayken üşümem," diye karşılık verdi Burak hafifçe gülerek. Kupayı uzattı. "Ihlamur… Bu gece için özel bir tarif."
Pınar alıp dudaklarına götürdü. Hafif bir buhar burun deliklerini yaktı, ama tatlı ve rahatlatıcı bir aroma da beraberinde geldi. "İyiymiş bu," dedi dudaklarında bir gülümsemeyle. "Bayağı yeteneklisin."
Burak sandalyesine yaslandı. Bakışlarını kamp alanından göğe kaldırdı. "Bazı geceler sadece sessizlik yetiyor. Ama bu gece biraz daha fazlasına ihtiyacım var gibi."
Pınar çayını yudumlamaya devam ederken sessizliğe gömüldü. O an sadece Burak'ın yanında olduğu için değil, ama bu yabancı ve zorlu coğrafyada artık bir yerlere ait hissedebildiği için tuhaf bir huzur kaplamıştı içini. Burak’ın yanında olmak, korkunun yerini güvene bırakıyordu.
"Bugün neler hissettin?" diye sordu Burak sessizliği bozarak. "Gerçekten… anlatmak zorunda değilsin ama bilmeni isterim; ben buradayım."
Pınar gözlerini uzak dağ silüetine dikti. "İlk kez… gerçekten öleceğimi düşündüm. Silahın sesini duydum, sonra her şey yavaşladı. İçimden 'Bu muydu?' diye geçirdim. Annemi düşündüm… Babamı… bir de seni."
Burak başını eğdi. Cevap vermedi ama elini Pınar'ın masanın üzerindeki eline götürdü. Sıcak, sert elleri onun titreyen parmaklarını sardı. "Bir daha seni o halde görmeye dayanamam."
Pınar gözlerini kaçırmadan baktı ona. "Ama bu bizim işimizin parçası değil mi? Sen her gün tehlikedesin. Ben sadece bir psikoloğum ama burada bulunmak bile…"
Burak onu yarıda kesti. "Sen benim gerçeğim oldun. Günümün her saatinde aklımdasın. Nereye gidersen git, ne kadar uzak olursan ol, ben seni bulurum. Bu kuralı görevden saymıyorum."
Bu sözler Pınar’ın boğazında bir düğüm bıraktı. Sessizce gülümsedi ama gözlerinde biriken yaşları tutmakta zorlandı. "Bir an için her şeyi bırakıp gitmeyi düşündüm," dedi alçak bir sesle. "Ama seni bırakmak… onu hiç düşünemedim."
Burak yavaşça ayağa kalktı, masanın etrafından dolandı ve Pınar’ın yanına geldi. Diz çöktü, göz hizasına indi. "Ben sana bir şey söyleyeceğim. Ne olursa olsun… seni koruyacağım. Yaralı olsan da, karanlıkta kalsan da, hatta bana kızsan da. Her halinle yanındayım."
Pınar bir an gözlerini kapattı. O an, her şeyin arka planda sustuğu o birkaç saniyelik sessizlikte yalnızca Burak’ın kalp atışını duyduğunu düşündü.
Sonra aralarındaki mesafe yavaşça kapandı. Dudakları buluştuğunda, çayın ılıklığı yerini Burak’ın sıcaklığına bırakmıştı. Öylece kalakaldılar, çevredeki askerlerin gölgesi, kampın uğultusu ve uzaklardan gelen bir kurdun uluması dışında her şey donmuş gibiydi.
Pınar geri çekildiğinde başını Burak’ın omzuna yasladı. "Beni bırakma… Bu savaş bitse bile, sen gitme."
Burak başını eğip saçlarını öptü. "Savaş bitse de… ben senin yanındayım. Söz."
O sırada telsizden gelen çatallı bir ses geceyi böldü. “Karahan… karakol çevresinde sivil hareketliliği… muhtemel bilgi aktarımı…”
Burak ayağa kalktı, yüzü hemen ciddileşti. “Sanırım gece uzun geçecek.”
Pınar da arkasından doğruldu, omzunu yokladı. “Ben de seninle geliyorum.”
“Hayır,” dedi Burak. “Dinlenmen lazım.”
Ama Pınar başını iki yana salladı. “Bu kadar yaşadıktan sonra seni bekleyemem. Bu karanlıktan birlikte çıkacağız.”
Burak bakışlarını sabitledi. Ve sonra, küçük bir tebessümle başını eğdi. “O zaman birlikte yürüyelim. Ateşin gölgesinde…”
Ve o gece, kampın karanlık patikalarında iki siluet ilerledi. Gökyüzünde ay puslu bir ışıkla gülümsüyordu. Gölgenin içinden bir aşk, bir savaş ve bir bağlılık doğuyordu.