BÖLÜM 9- SINIR ÇİZGİSİ

1265 Words
Güneş doğarken bölgeye çökense yalnızca puslu bir sessizlikti. Son birkaç gündür art arda gelen küçük çaplı çatışmalar birdenbire kesilmişti. Bu durum, Burak’ta huzurdan çok huzursuzluk yaratıyordu. Tecrübeleri ona sessizlikten çok patlamalardan korkulması gerektiğini öğretmişti. Ertesi gün için birlik olarak teçhizat yenilemesi yapılacağı bildirilmişti. O sabah erkenden kalkan Burak, sırt çantasına dolu bir şarjör yerleştirirken gözleri nöbet defterine takıldı. Pınar’ın nöbet listesinde adı yazılıydı. Hastane içi sabah kontrol turunda görevliydi. Bir an için içi ısındı. Onunla konuşmadığı birkaç gün boyunca özlemini derinden hissetmişti. Ama burası özlemle savaşacak bir yer değildi. Özlem çoğu zaman dikkat dağınıklığı getirir, dikkatsizlik de ölümle sonuçlanabilirdi. Tam silahını kemerine iliştirmişti ki telsizden gelen anons tüm üste yankılandı. "Merkez birim, merkez birim. Güneydoğu yamacında sızma teşebbüsü tespit edildi. Acil müdahale ekibi hazır olsun." Burak telsizi eline aldı. "Merkez, Burak konuşuyor. Müdahale ekibine katılıyorum." Aracına atladığında aklında ilk beliren şey yine Pınar oldu. Son karşılaşmalarında fazla bir şey konuşamamışlardı. Onun bakışları, Pınar’ın içinde tuttuğu öfkeyle karışık merakı gizlemeye yetmiyordu ama Burak’ın elinden bir şey gelmemişti. Görevin ve disiplinin olduğu yerde aşk ağır ilerliyordu. Operasyon bölgesine vardıklarında, taşlık ve dikenlik bir arazi karşılamıştı ekibi. Yer yer toprağın izlerini bozan çöküntüler, gece yürüyüşü yapılmış olabileceğini düşündürüyordu. "İzler yeni" dedi Burak, eğilerek toprağı kontrol ederken. Yanındaki genç onbaşı endişeyle etrafa bakındı. "Bir tuzak olabilir mi komutanım?" Burak başını salladı. "Olabilir. Tetikte olun." Ekip ağır adımlarla ilerlerken, arazinin kuzeyinde hafif bir kıpırtı duyuldu. Burak hemen yere kapandı. El işaretiyle tüm ekibi durdurdu. O anlarda zaman adeta dururdu. Kalbinin ritmi bile yavaşlardı. Elindeki tüfeğin soğuk metaline tutunarak öne doğru süründü. İleride, kayalıkların hemen gerisinde iki gölge fark etti. Sessizce telsize döndü. "İki kişi, kuzey kayalıklarının ardında. Dikkatli yaklaşın." Operasyon dakikalar içinde bir sıcak çatışmaya dönüştü. Sesler yaylaya çarparak yankılandı. Kurşun sesleri arasında Burak kendini yere attı, hedefi netleştirip ateş etti. Biri yere düştü, diğer kaçtı. Ama çatışmanın ortasında aldığı küçük bir sıyrık, Burak’ın dikkatini dağıtmaya yetti. Omzundaki acı, kalbindeki endişeye karıştı. Çünkü bölgedeki en yakın sağlık birimi karargâh hastanesiydi. Ve orada nöbetçi olan kişi Pınar’dı. Ellerini omzundaki kanamaya bastırarak araca bindi. "Yaralı var. Hastaneye dönüyoruz." Üste vardığında sedyeye alınacak kadar ağır değildi ama kan kaybı göz ardı edilemezdi. Pınar koridorda hızla yürüyordu. Onu görünce bir an durdu. Gözleri Burak’ın kanlı üniformasına takıldı. Kalbi hızlandı ama kendini toparladı. "Sedye gerek yok. Muayene odasına geçirin" dedi meslek içgüdüsüyle. Burak gözlerinin içine baktı. "Merhaba hemşire hanım. Beni yine siz toparlayacaksınız sanırım." Pınar başını eğdi ama sesi titremedi. "İlk defa olmayacak. Siz kendinize bakmazsanız ben bakmak zorunda kalıyorum." Burak hafifçe gülümsedi ama gözlerindeki buğuyu gizleyemedi. "Ben her seferinde seni görebilmek için mi vuruluyorum, acaba?" Pınar gözlerine baktı. Bir an sessizlik oldu. Sonra hızla yarayı temizlemeye başladı. Ama elleri titriyordu. Gözleri dolmaya yakındı. "Bir gün geri dönemezsen... Bu kadar kolay olmayacak" dedi fısıltıyla. Burak başını ona çevirdi. "Dönmem gerek. Çünkü burada beni bekleyen biri var." Sözler ağırdı, anlamı derindi. O an bir şey koptu Pınar’ın içinde. Burak’ın gözlerinde gördüğü kararlılık, onun için artık bir bilinmezlik değil, bir güven demekti. Ama ikisinin de bilmediği şey, yarım kalan bu cümlenin çok yakında bir sınavdan geçeceğiydi. Muayene odasındaki sessizliği sadece stetoskopun soğuk sesi bölüyordu. Pınar ellerini titrememesi için sıkarken, Burak’ın gözleri hâlâ onun üzerindeydi. Dışarıdan çatışmadan dönen askerlerin ayak sesleri yükseliyordu. Ama o an, Burak’ın tüm savaşı bu küçük odadaydı. Sessizlikten kurşun gibi ağır bir cümle düştü aralarına: "Ben burada kalırsam, senin yanında olursam, hayatta kalırım." Pınar başını kaldırmadı. Pamukla omzundaki sıyrığı silerken, gözyaşını içinde tutarak konuştu: "Senin görevin hayatta kalmak değil Burak. Senin görevin, başkalarının hayatını kurtarmak. Benim görevimse, seni unutmamak." Burak gülümsedi. “İkisi aynı şey olmaya başladı.” Tam o sırada kapı hafifçe aralandı. Nöbetçi bir asker içeri uzandı. “Komutanım, sizi acilen komuta odasına çağırıyorlar. Harita başında bekliyorlar.” Burak başını Pınar’a çevirdi, sonra ayağa kalktı. Ceketini omzuna atarken geri dönüp yumuşak bir sesle söyledi: "Ben seni bir günlüğüne bile bırakmak istemiyorum. Ama şimdi gitmem gerek." Pınar başını eğdi. "Benim de seni beklemem gerek." Burak kapıyı kapattığında, odada sadece antiseptik kokusu ve söylenememiş cümlelerin yankısı kalmıştı. Komuta odasında kırmızı kalemle işaretlenmiş bir harita, masasının üzerinde açılıydı. Yanında tecrübeli üst çavuşlardan biri olan Albay Cemal vardı. Gözleri ciddi, elleri titremeyen bir adamdı. “Burak. Bu bölgeye dikkat et” dedi, parmağıyla haritayı göstererek. “Kuzeydoğudan gelen geçişler artmış. Düşman, sınırın ötesine adam sızdırmaya başladı. Son çatışmanın yeri de bu çizgiye çok yakın.” Burak haritaya eğildi. “Sınır çizgisi zayıf noktalarla dolu. Mayınlı alanlar eski, yer değiştirmesi gerek. Gözlem kulesi artırılmalı.” “Evet. Ve bir keşif ekibi oluşturulacak. Yer tespiti, harita güncellemesi ve gerekirse nötr bölgede siper kazılması gerekiyor. Seninle birlikte üç asker daha görevlendirildi. Gece hareket edeceksiniz.” Burak tereddütsüz başını salladı. “Tamam. Ne zaman çıkıyoruz?” “Üç saat içinde.” Aynı saatlerde, Pınar revirde yalnız kalmıştı. Yeni gelen iki hasta sedyede yatıyordu, ama acil durum yoktu. Onları kontrol ettikten sonra cam kenarına geçti. Dağların arasındaki boşluğa baktı. Gökyüzü kararmaya başlamıştı. Hava, içeridekileri iç geçirtecek kadar kasvetliydi. Ve onun içi de dışarıdaki kadar karmaşıktı. Cep telefonunu eline aldı, Burak’ın son gönderdiği mesajı açtı. > “Bir gün dönemezsem, bil ki seni çok sevdim.” Altına bir şey yazmak istedi. Ama hiçbir kelime, içindeki boşluğu doldurmazdı. Gözlerini kapadı. "Dön Burak... Sınırı geçme…" Gece yarısı dağ yolunda dört kişilik bir ekip ilerliyordu. Önde Burak, arkasında iki er ve bir istihbarat uzmanı. Ellerindeki harita GPS’e bağlıydı ama dağlar her zaman teknolojiye kafa tutardı. Taşlar gevşekti, zemin kaygandı. Soğuk, ciğerlere kadar işliyordu. Burak sessizce ekibine döndü. “Beş yüz metre sonra ilk gözlem noktasına varacağız. Sinyal kestirmeye dikkat edin. Sessiz kalın.” Ekip ilerledikçe, aralarındaki mesafe arttı. Telsiz sessizdi, kulaklar uyanıktı. Ancak gözlem noktası dediği alan, çok daha karmaşık bir durumla karşılarına çıktı. Boş olmasını bekledikleri alanda, yere sabitlenmiş üç metal kutu vardı. Patlayıcı düzeneğe benzemiyordu ama bilinçli olarak bırakılmıştı. Üzerlerinde küçük, kodlanmış notlar vardı. Bu, karşı tarafın gövde gösterisiydi. “İz bırakmak istemişler. Mesaj bu” dedi Burak, yere eğilerek. “Ne mesajı komutanım?” “'Buradayız' mesajı.” Tam o anda sağdan bir çatırdama sesi geldi. Herkes pozisyona geçti. Gözler ağaçların gölgesinde, eller tetikteydi. “Temas ihtimali yüksek. Yerleşim alanına çok yakınız. Gece geçişi olabilir. Bekleyin.” Gölgeden biri çıktı. Küçük, sıska bir adam. Elinde bir beyaz bez sallıyordu. Yaklaştığında durdu. “Yardım... yardım... çocuk hasta...” İstihbarat uzmanı öne atıldı. “Bu köyde insan kalmadı deniyordu. Kim bu?” “Eşimle kaldık. Gitmedik. Ama çocuğum hasta. Ne olur... yardım…” Burak kısa bir bakışla çevreyi taradı. Bu tür yardım çağrıları bazen gerçekti, bazen ölüm tuzağı. Ama çocuğun sesi, bir an sessizliği yardı. İç güdüyle hareket etti. “Gidiyoruz. Ama sadece ben ve bir kişi daha.” Beş dakika sonra taşlık yoldan küçük bir kulübeye ulaştılar. İçeri girdiklerinde yerde yatan küçük bir çocuk gördüler. Ateşi vardı. Titriyordu. Burak çantasından acil serum kitini çıkardı. O sırada içeriden kadın sesi duyuldu. Eşiydi. Pınar’ın gözlerini hatırladı birden. “Keşke burada olsaydı…” diye geçirdi içinden. Ama daha cümlesi bitmeden, çocuğun altındaki kilim hareket etti. Bir tıkırtı. Bir ses. Telsiz kablosu. Gözleri büyüdü. "Çık dışarı!" diye bağırdı. Ama çok geçti. Patlama küçük, yönlendirilmişti. Ama etkisi büyüktü. Evin arka tarafı çökerken Burak geri fırladı. Dışarı çıkabildi ama kolu sıyrılmıştı. Arkasındaki asker ise dizinden yaralanmıştı. Gözleri yandı. Kulakları çınlıyordu. Ama aklı sadece bir kişideydi. "Hayır..." diye mırıldandı. “Bu sefer dönmem lazım.” Üste gece yarısı alarm çaldı. Pınar koridora fırladı. Bir yaralı geldiği haberi gelmişti. Sedye hızla koridordan geçerken göz göze geldiler. Burak’tı. Ama bu sefer omuz yarası değil. Alnında sıyrık, göğsünde yanık izleri, gözlerinde ise toz doluydu. Pınar elleriyle onu tuttu. “Gözümün üzerindeydi demiştin ya... Ben hiç indirmedim.” Burak gülümsedi. “Ama sınırı geçtim.” Pınar gözyaşlarını silerken fısıldadı: “Ve geri döndün.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD