BÖLÜM 16- FIRTINA KAPIDA

1004 Words
Gecenin en karanlık saatiydi. Gökyüzünde ay yoktu, yıldızlar bile puslu bulutların ardına gizlenmişti. Siperlerde bekleyen askerler, elleri silahlarında, gözleri ufukta sessizce tetikteydi. Herkes biliyordu: bu sessizlik çok uzun sürmeyecekti. Cem, yoğun bakımda kendine gelirken dışarıdaki tim bir sonraki çatışmaya hazırlanıyordu. Komutan Asım Yüzbaşı, telsizden gelen kodlu mesajı sessizce çözdü, sonra adamlarına dönerek kısa ama sert bir sesle konuştu: “Düşman hareketleniyor. Geceyi kullanacaklar. Hepiniz yerlerinizi alın. Buradan geri çekilmek yok.” Askerler başlarını salladı, yüzlerindeki kararlılık siperlerin soğukluğuna inat sıcak bir ateş gibi parlıyordu. Bu vatan için, yanlarındaki kardeşleri için, geride bıraktıkları aileleri için savaşmaya hazırdılar. O sırada hastanede, Elif hâlâ Cem’in başucundaydı. Onun uyanışını gördükten sonra içindeki umut büyümüştü, ama aynı zamanda korkusu da artmıştı. Çünkü biliyordu ki Cem’in görevi bitmemişti. İyileştiğinde yeniden sahaya çıkacak, yeniden tehlikenin ortasına girecekti. Elif kalbinin derinliklerinden geçen cümleyi fısıldadı: “Allah’ım, bana güç ver. Çünkü onu sevmek demek, bu savaşın bir parçası olmak demek.” Gece ansızın bir patlamayla yarıldı. Dağların ardında gökyüzünü aydınlatan kızıl bir ışık belirdi. Siperlerdeki askerler doğruldu, silahlarını kavradı. Telsizden Asım Yüzbaşı’nın sesi yankılandı: “Herkes hazır olsun! Fırtına başlıyor!” Ve o an, hem cephede hem hastane koridorlarında kaderin yeni bir sayfası açılıyordu. Siperlerde nefesler tutulmuştu. Geceyi yaran o ilk patlamadan sonra top sesleri art arda gelmeye başladı. Dağlar yankılandı, toprak sarsıldı. Askerler dizlerini kırıp siperlerine iyice gömüldüler. “Hazır ol!” diye bağırdı Asım Yüzbaşı. Sesi, patlama uğultusunun içinde bile bir bıçak gibi keskin duyuldu. İlk kurşun sesiyle birlikte gökyüzü kıvılcımlarla aydınlandı. Karşı taraftan açılan ateş siperlere doğru yağmur gibi yağıyordu. Mermiler toprağa saplanıyor, taşları parçalıyor, havayı barut kokusuyla dolduruyordu. Timden Onbaşı Kerem, yanındaki askere baktı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. “Bize nöbet dedi, ölüm nöbeti çıktı,” diye mırıldandı. Asım Yüzbaşı, elini kaldırdı. “Ateş serbest!” Bir anda siperlerdeki silahlar konuştu. Gece, makinalı tüfeklerin taramaları ve el bombalarının infilakıyla koca bir cehenneme döndü. Bu sırada, hastanede Elif’in kalbi hızla çarpıyordu. Cem’in gözleri ağır ağır açılmış, onu görmüştü. Ama dışarıdan gelen uzak patlama sesleri, Elif’in içini daha çok sıkıştırıyordu. Pencereden bakınca, dağların üzerinde yükselen kızıl parıltıları gördü. Dudakları titredi. “Yine başladı…” Cem kısık bir sesle, güçlükle konuştu: “Tim… Onlar… savaşta.” Elif onun yanına eğildi, elini sıkıca tuttu. “Sen dinleneceksin. Şu an tek yapman gereken bu.” Ama Cem’in gözlerinde başka bir şey vardı. Bir asker için görev, bedenin sınırlarını aşan bir şeydi. Siperlerde ise fırtına büyüyordu. Düşman, geceyi kullanarak mevziye yaklaşmaya çalışıyordu. Asım Yüzbaşı, gece görüş dürbününden baktı ve dişlerini sıktı. “Bizi çevirmeye çalışıyorlar. Sağ kanadı güçlendirin! İzin vermeyin!” Askerler mevzilerinden fırladı, el bombaları ve seri atışlarla ilerleyen grubu püskürtmeye başladılar. Barut kokusu, toz, çığlıklar ve savaşın acı melodisi bir kez daha geceyi doldurdu. Ama bu fırtınanın içinde bir şey netti: Her kurşun, her patlama sadece toprak için değil, geride kalan sevdikler için sıkılıyordu. Toprağı delen patlamalar gökyüzünü ışıklarla dolduruyordu. Siperlerin üzerinde duman ağır bir perde gibi yükseliyor, askerler o sisin içinde birbirlerine sadece sesleriyle yol bulabiliyordu. “Cephaneyi bana ver!” diye bağırdı Çavuş Ömer, elini uzatırken. Yanındaki er çantasından şarjörleri çıkardı, hızla ona uzattı. Ömer dizini toprağa bastırarak tekrar ateşe başladı. Karşı taraftan gelen mermiler siperin üstünü tarıyordu. Bir taş parçası kopup Kerem’in yanağını sıyırdı. Kanı eliyle silerken dişlerini sıktı: “Bu kadarcık çizikle devrilmem, merak etmeyin!” Asım Yüzbaşı, telsizden merkeze sesleniyordu: “Burada yoğun temas var. Takviye istiyoruz! Tekrar ediyorum, takviye istiyoruz!” Ama gelen cevap kısa ve soğuktu: “Şu an başka birlik kaydıramıyoruz. Dayanmanız gerek.” O an Yüzbaşı’nın bakışları sertleşti. Çaresizlik kabul etmeyeceği tek şeydi. Timin üzerine eğildi, kararlı bir sesle konuştu: “Kimse geri adım atmayacak. Burayı koruyacağız. Anlaşıldı mı?” Hep bir ağızdan cevap geldi: “Emredersiniz komutanım!” Kurşunlar yağmaya devam ederken, Elif hastane koridorunda titreyerek dua ediyordu. Pencereden dışarı bakıyor, her patlamada kalbi Cem için daha da sıkışıyordu. İçinden geçen fısıltı dudaklarına döküldü: “Allah’ım, sen onları koru…” Cem, gözlerini tam açamasa da dışarıdaki uğultuyu duyuyordu. Kalbi hızla atıyordu. Yarı baygın hâlde bile, asker arkadaşlarını düşünüyordu. Dudaklarından belli belirsiz bir cümle döküldü: “Onları yalnız bırakmamam gerek…” Elif başını eğdi, gözleri doldu. “Hayır Cem, senin savaşın şimdilik burada. İyileşmek zorundasın. Onların sana ihtiyacı var, ama benim de…” Siperlerde çatışma daha da şiddetleniyordu. Düşman, geceyi avantaja çevirmeye çalışıyor, her defasında sızarak yaklaşmayı deniyordu. Fakat tim, yerlerini bırakmıyordu. Bir anda sağ kanattan büyük bir patlama geldi. Toprak havaya fırladı, askerlerden biri yere savruldu. Çığlıklar arasında Asım Yüzbaşı bağırdı: “Tıbbi destek! Hemen buraya!” Timden sağlıkçı er, siperden sürünerek yaralıya ulaştı. Adamın göğsüne şarapnel saplanmıştı. Gözlerini açmaya çalışıyor, nefes almakta zorlanıyordu. Sağlıkçı baskı yaparak kanamayı durdurmaya çalışırken seslendi: “Yaşıyor! Onu taşımamız gerek!” Ama taşıyacak güvenli bir alan yoktu. Çünkü mermiler yağmur gibi üzerlerine yağıyordu. Asım Yüzbaşı dizlerinin üstünde yükseldi, kurşunların arasından bağırdı: “Onu bırakmayın! Her ne pahasına olursa olsun geri götürülecek!” Kerem, dişlerini sıkarak yaralının ayaklarını kavradı. Diğer asker kollarından tuttu. Hep birlikte sürükleyerek geri çekmeye başladılar. Siperin toprağı kanla ıslanıyordu ama kimse bırakmıyordu. Bu an, savaşın gerçeğini bir kez daha yüzlerine vurdu: Burada kimse tek başına değildi. Ya hep beraber döneceklerdi ya da hiç. O sırada gökyüzü bir anda sessizleşti. Düşmanın atışları azaldı. Ama bu, geri çekildikleri anlamına gelmiyordu. Asım Yüzbaşı gözlerini kısarak karanlığa baktı. Tecrübeyle biliyordu: Bu, fırtınadan önceki kısa bir duraktı. “Hazır olun,” dedi alçak bir sesle. “Bizi deniyorlar. Asıl saldırı birazdan başlayacak.” Tim sessizleşti. Herkes nefesini tutmuştu. Parmaklar tetikteydi, yürekler göğüs kafesini zorluyordu. Hastanede ise aynı anda Cem’in kalbi monitörde hızlandı. Doktorlar başına koştu, Elif korkuyla ayağa fırladı. Doktor, cihazları kontrol ederek seslendi: “Bir uyarılma var. Nabzı artıyor.” Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Cem’in elini tuttu, fısıldadı: “Sakin ol… Buradayım. Yanındayım.” Ama Cem’in dudakları titriyordu. Sanki savaş alanındaki arkadaşlarının seslerini duyuyormuş gibi mırıldandı: “Bırakmayın… Sakın bırakmayın…” Doktor, Elif’e baktı. “Bilinç altı tepkileri. Büyük ihtimalle yaşadıklarını tekrar yaşıyor.” Elif’in içi sızladı. Onun savaşı sadece cephede değil, bedeninde ve zihninde de devam ediyordu. Ve o gece, hem hastane koridorunda hem siperlerin karanlığında herkes aynı gerçeği hissediyordu: Fırtına daha yeni başlıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD