Patlamanın yankısı hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Duvarlar çatlamış, tavanın bir kısmı çökmüştü. Toz bulutu odayı kaplamış, nefes almak bile zorlaşmıştı. Elif, refleksle Cem’in üzerine eğilmişti; sanki bedenini bir kalkan gibi kullanarak onu korumaya çalışmıştı.
“Cem!” diye fısıldadı, sesi kısıktı, boğazı tozla dolmuştu. Elini uzatıp onun yüzünü buldu, parmaklarının arasında sıcak bir yaşam vardı. Cem inliyordu ama hâlâ bilinci yerindeydi.
“İyiyim…” dedi güçlükle, “sen… sen nasılsın?”
Elif’in yanaklarından tozla karışık yaşlar süzülüyordu. “Ben iyiyim ama buradan çıkmamız lazım.”
Tavanın bir köşesinden hâlâ parçalar düşüyor, binanın her sarsıntısıyla duvarlar inliyordu. Uzaklarda sirenler çalıyor, askerlerin bağırışları yankılanıyordu. Elif ayağa kalkmaya çalıştı ama ayağı bir metal parçasına sıkışmıştı. Cem bunu fark edip doğrulmak istedi; ancak omzundaki ağrı onu geri bastırdı.
“Dur, kıpırdama!” dedi Elif kararlı bir sesle. “Senin yaran hâlâ tam kapanmadı.”
Ama Cem, inatla kolunu uzatıp enkazı itmeye çalıştı. “Seni burada bırakmam.”
Elif’in gözleri doldu. “Beni bırakmak değil… yaşamak için gitmek zorundasın.”
Cem onun sözlerine aldırmadı. Dişlerini sıkarak metali kenara itti, bir anlık acıyla yüzü buruştu ama sonunda Elif’in ayağını kurtardı. Kadın dengesini kaybedip onun üzerine düştü. O an, dünya sessizleşti. Savaşın ortasında, enkazın arasında birbirlerinin kalp atışlarını duydular.
Elif başını kaldırdı, gözleriyle onu süzdü. “Neden hep kendini riske atıyorsun?”
Cem’in dudakları hafifçe kıvrıldı. “Çünkü bazı insanlar, bir kez sevdiklerinde geri dönmezler. Her şey yıkılsa da, ellerini bırakmazlar.”
O cümle, Elif’in içinde bir yerlere dokundu. Savaşın ortasında bile, insanın kalbi hâlâ sevgiye inanabiliyordu.
Bir süre sessizce beklediler. Ardından dışarıdan bir ses duyuldu:
“Burada kimse var mı?!”
Elif hemen bağırdı: “Buradayız! Yardım edin!”
Sesi yankılandı, sonra birkaç saniye sessizlik oldu. Ardından birinin cevabı geldi:
“Sakın hareket etmeyin! Yaklaşıyoruz!”
Cem derin bir nefes aldı. “Görüyorsun ya… hâlâ umut var.”
Elif gülümsedi ama yüzündeki korku geçmemişti. “Umut hep var ama her defasında biraz daha eksiliyoruz Cem. Sanki savaş, sadece bedenlerimizi değil, ruhlarımızı da gömüyor toprağa.”
Cem elini uzattı, parmaklarıyla Elif’in elini buldu. “Belki de önemli olan, o toprağın altında birbirimizi bulabilmek.”
Enkazın dışından gelen sesler artmıştı. Askerler molozları kaldırıyor, birileri telsizden yardım çağırıyordu. Birkaç dakika sonra güneş ışığı ince bir çizgi halinde içeri süzüldü. Tozun içinde dans eden ışık zerrecikleri, sanki yaşamın hâlâ burada olduğunu hatırlatıyordu.
Elif gözlerini kısarak o ışığa baktı. “Bu kadar karanlığın ardından hâlâ ışık varsa… belki biz de yeniden doğabiliriz.”
Cem hafifçe gülümsedi. “Belki de biz zaten yeniden doğuyoruz, her patlamadan sonra.”
O an, dışarıdan bir el uzandı. “Komutan, sizi çıkarıyoruz!”
Cem Elif’in elini bırakmadı. “Önce onu çıkarın.”
Elif karşı çıktı: “Hayır, önce sen çıkacaksın!”
Bir an göz göze geldiler. Sonra ikisi de gülümsedi, sanki bu inatlaşma bile hayatın bir parçasıydı.
Askerler Elif’i dikkatlice yukarı çekti. Kadın dışarı çıktığında nefesini tuttu, ardından Cem’in de çıkarıldığını görünce derin bir nefes verdi. Gökyüzü, savaşın tozuna bulanmıştı ama yine de maviydi.
Cem sedyeye alınırken Elif onun yanına koştu. “Bitmedi, değil mi?”
Cem gözlerini kapattı. “Hayır Elif… Ama biz bitti demedikçe hiçbir şey bitmez.”
Kadın onun elini tuttu, başını gökyüzüne kaldırdı. Tozların arasından süzülen güneş ışığı yüzüne vuruyordu.
Belki de gerçekten, karanlığın en derin yerinde bile ışık bulmak mümkündü.
Savaş alanının ortasında, yaralı bedenlerin ve çamura bulanmış botların arasında ambulans sirenleri yankılanıyordu. Gökyüzü griydi; sanki her şey bu yorgun sessizliğe boyun eğmişti. Elif, ambulansın yanında diz çökmüş, hâlâ Cem’in elini bırakmamıştı. Doktorlar onu sedyeye yerleştirip nabzını kontrol ederken Elif’in gözleri tek bir noktaya kilitlenmişti: Cem’in solgun yüzüne.
“Kan kaybı var!” diye bağırdı sağlık görevlilerinden biri. “Hemen serum takın, nabız zayıf!”
Elif’in kalbi sıkıştı. Onun bu kadar sessiz olmasına alışkın değildi. Normalde gözleriyle bile konuşurdu Cem; ama şimdi… sanki kelimeler boğazında düğümlenmişti.
Ambulans hareket ettiğinde, Elif refleksle arkasına atladı. Kimse durduramadı. Cem’in yanında olmak artık görev değil, ihtiyaçtı.
Yol boyunca siren sesi, Elif’in kalp atışlarıyla yarıştı. Dışarıda savaş sürüyor, uzaktan patlamalar yankılanıyordu ama onun için dünya, sadece ambulansın içindeki bu daracık alanla sınırlıydı.
Cem’in elini tuttu, başını yana eğdi. “Beni duyuyorsan… lütfen, gözlerini aç.”
Cem’in kirpikleri hafifçe kımıldadı. Zor da olsa dudakları aralandı. “Yanımda mısın?”
Elif’in gözlerinden yaş süzüldü. “Hiçbir yere gitmedim.”
Cem’in nefesi düzensizdi ama gülümsedi. “Demiştim sana… bu savaş bitmez, ama biz pes etmeyiz.”
Elif başını iki yana salladı. “Senin gibi insanlar yüzünden umut hâlâ yaşıyor Cem. Ama ya sen gidersen? Bu umut neye yarar?”
Ambulans ani bir frenle durdu. Kapılar açıldığında, içeriyi beyaz ışık kapladı. Onu hızla sedyeyle içeri taşıdılar. Elif kenarda kaldı, ama gözleri hâlâ Cem’deydi. Her adım, her soluk onunla birlikteydi.
Yoğun bakım koridorunda beklerken zaman geçmek bilmedi. Elindeki defteri açtı, o tozlu sayfalara bir cümle yazdı:
> “Bir savaşın ortasında, en büyük kayıp insanın sevdiğini beklerken çaresiz kalmasıdır.”
Dakikalar saatlere dönüştü. Her geçen saniye, Elif’in içindeki korkuyu büyütüyordu. Fakat sonunda bir doktor geldi; yüzünde yorgun ama umut dolu bir ifade vardı.
“Durumu stabil. Çok kan kaybetti ama yaşayacak.”
O an, Elif’in dizlerinin bağı çözüldü. Duvara yaslanıp gözlerini kapadı.
Yaşayacaktı…
Bu kelime, savaşın içinde bile bir mucize gibiydi.
Akşam olduğunda, hastanenin odasında sessizlik hakimdi. Cem derin bir uykudaydı. Elif başucunda oturmuş, elindeki defteri kapatmıştı.
Pencereden dışarı baktı — uzakta şehrin üzerinde yükselen duman bulutları, bu dünyanın hâlâ ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyordu.
“Biz kırıldıkça, sanki her şey biraz daha batıyor,” diye fısıldadı kendi kendine.
Ama sonra başını çevirip Cem’e baktı. Onun yüzündeki huzur, bu karanlık dünyanın ortasında bile bir ışık gibiydi.
Elif ayağa kalktı, elini hafifçe onun alnına koydu.
“Biliyorum, yine savaş alanına döneceksin. Ama bil ki bu kez seni bekleyen biri var.”
O an Cem’in parmakları hafifçe hareket etti. Bilinçsizce de olsa, Elif’in eline dokundu. Kadın dondu kaldı. Sonra dudakları titredi.
Bu savaşın ortasında bile, sevginin yankısı kaybolmuyordu.
Hastanenin dışında gece çökmüştü. Gökyüzü karanlık, rüzgâr serindi. Elif derin bir nefes aldı.
Belki de bu savaş sadece cephede değildi…
İnsanın içindeydi.
Ve belki de en büyük zafer, kalbin hâlâ atabiliyor olmasıydı.
Elif, hastane odasında sabaha kadar oturdu. Göz kapakları ağırlaşsa da, uykunun Cem’in nefes alış verişini duyamamaktan daha korkutucu olduğunu biliyordu. Her defasında başını kaldırıyor, monitörün titreyen ışıklarına bakıyordu.
Her “bip” sesi, kalbinin bir yankısı gibiydi.
Sabahın ilk ışıkları perdelerin arasından süzülürken, Cem hafifçe kıpırdandı. Elif hemen doğruldu, sandalyeyi yatağa yaklaştırdı.
“Cem… beni duyabiliyor musun?”
Adam gözlerini araladı. Sesi kısık ama tanıdıktı. “Ne kadar zaman geçti?”
Elif, yorgun ama sevgi dolu bir tebessümle gülümsedi. “Sadece bir gece. Ama bana bir ömür gibi geldi.”
Cem, başını yavaşça çevirdi. Gözleri hâlâ bulanıktı ama Elif’in yüzünü seçebiliyordu. “Sen hâlâ buradasın.”
“Gitmemi ister miydin?”
“Hayır,” dedi Cem, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle. “Bu dünyada kalmamı sağlayan tek şey sensin.”
Elif’in gözleri doldu. Bu sözleri duymak, bütün korkularının anlam bulmasıydı.
Ama bir yandan biliyordu; Cem’in ruhu hâlâ cephedeydi. Onu oradan tamamen çekip almak mümkün değildi.
“Cem…” dedi Elif, sesi titreyerek. “Savaş bittiğinde, senin için ne kalacak? Bu mücadele bir gün bitecek mi?”
Cem, başını tavana çevirdi. Bir süre sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes aldı.
“Bilmiyorum. Belki de bazı savaşlar hiç bitmez, Elif. Biz sadece ateşin içinde yürümeyi öğreniriz.”
Elif’in eli, onun elini buldu. “O zaman birlikte yürüyelim. Yalnız değilmiş gibi hisset biraz.”
Cem, bu kez gözlerini kapatıp hafifçe başını salladı. “Beraber yürümek… belki de en büyük zafer budur.”
Koridordan geçen askerî personellerin ayak sesleri yankılanıyordu. O an Elif, hayatının en ağır gerçeğini fark etti: Cem iyileştiğinde yeniden cepheye dönecekti.
Kalbinde bir taraf “onu durdur” derken, diğer taraf “onun yerini anlayan tek kişi ol” diyordu.
Elif pencereye döndü. Dışarıda güneş doğuyordu. Altın rengi ışıklar yavaş yavaş gökyüzünü aydınlatıyordu.
O an içinden şu cümle döküldü:
> “Karanlıktan çıkan her ışık, bir bedel ister. Ama bazıları o ışık için yanmayı göze alır.”
Elif gözlerini Cem’e çevirdi. Onun bu dünyada kalmasını istiyordu ama aynı zamanda, neden gitmek zorunda olduğunu da anlayabiliyordu.
Ve belki de sevgi, tam olarak buydu: Onu zincirlemek değil, yüreğiyle gitmesine izin verebilmekti.
Cem, başını yana çevirip Elif’e baktı. “Eğer bir gün tekrar gidersem…”
Elif onun sözünü kesti. “O zaman yine beklerim. Yeter ki dön.”
Cem’in gözlerinden yaş süzüldü. Onca savaş, onca kan, onca gürültü arasında… tek bir cümleyle kalbi sarsılmıştı.
> “Yeter ki dön.”
O an, savaşın ortasında bile barış gibi bir şey vardı.
Ne top sesleri, ne emirler, ne de görev…
Sadece iki insan, sessizliğin içinde birbirine tutunmuştu.
Ve belki de savaş, tam da buydu: Hayatta kalmak değil… yaşamak için bir neden bulmaktı.