BÖLÜM 38- ORMANIN SESSİZLİĞİ

1118 Words
Yağmur, ormanın yapraklarına yavaş yavaş düşerken gecenin karanlığı gökyüzüne bir perde gibi inmişti. Elif, çamurların içinde nefes nefese kalmış, sırtındaki çantayı zorlukla taşıyordu. Cem önde, sessizce yürüyordu. Adımlarının arasında yankılanan tek şey, uzaktan gelen gök gürültüsünün uğultusuydu. “Biraz daha dayan,” dedi Cem, başını hafifçe ona çevirerek. Sesi yorgun ama hâlâ kontrollüydü. “Birazdan tepenin arkasında geçici bir sığınak buluruz.” Elif, dudaklarını ısırarak başını salladı. Oysa vücudu artık alarm veriyordu; dizlerinin bağı çözülmüş, kolları titriyordu. “Böyle devam edemem… nefesim yetmiyor.” Cem bir an durdu, arkasına döndü. Yağmur yüzünden saçları alnına yapışmıştı, gözleri karanlıkta parlıyordu. “Eğer burada durursak, bizi bulurlar.” dedi soğukkanlılıkla. “Ama…” Sözünü tamamlayamadan bir çıtırtı duyuldu. Serdar hemen eğildi, elini havaya kaldırarak sessiz kalmalarını işaret etti. Üçü de nefesini tuttu. Çalılıklar arasında bir gölge hareket ediyordu. Elif’in kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Cem elini yavaşça silahına götürdü, gözleri sabit. Gölge yaklaştıkça yağmurun sesi bile kesilmiş gibiydi. Ve o anda… Bir kurşun sesi ormanı yırttı. Elif refleksle yere kapandı. Cem bir hamlede onun önüne geçti, omzundan geçen mermi ağaca saplandı. Serdar karşı ateşe geçti, üç el, sonra sessizlik. Kısa bir an boyunca sadece yağmurun sesi vardı. Elif başını kaldırdığında Cem’in kanla kaplı kolunu gördü. “Vuruldun!” diye fısıldadı panikle. “Yara yüzeysel,” dedi Cem, dudaklarını sıkarak. “Ama burada duramayız. Onlar tek kişi değildi.” O an Elif’in gözlerinden yaşlar boşandı. Korkudan değil, çaresizlikten. Cem’in gözleri onun gözlerine değdiğinde bir anlığına zaman durdu. “Ben seni burada bırakmam, Elif.” dedi yavaşça. “Ne olursa olsun.” Bu söz, o karanlık ormanda yankılandı. Elif, içten içe hissettiği o karmaşık duygunun artık geri dönüşü olmadığını fark etti. O, artık sadece bir asker değildi onun gözünde; hayatta kalmasının nedeni, kalbinin yeni ritmiydi. Serdar ileriden seslendi, “Temiz! Ama çabuk olun, izlerini silmeliyiz!” Cem, Elif’in elini tuttu, ayağa kaldırdı. “Yola devam ediyoruz.” dedi. “Bu gece bitmeden sınırı geçmemiz gerek.” Ve üçü, yağmurun içinde, sessizliğin karanlığında yeniden yürümeye başladı. Yağmur azalmadan ilerlediler. Her adımda çamur biraz daha dizlerine kadar sıçrıyor, rüzgâr ıslak kıyafetlerinin arasından keskin bir bıçak gibi geçiyordu. Cem’in kolundaki kan sızısı giderek artıyor, ama o belli etmemeye çalışıyordu. Elif, her adımda onun sendelediğini fark ediyor, yine de bir şey diyemiyordu. Onu tanımıştı; zayıflığını göstermekten nefret ederdi. Bir süre sonra bir kayanın ardında, ağaçların yoğunlaştığı bir noktaya geldiler. Serdar etrafı kontrol etti, sonra kısa bir baş işaretiyle onlara dönüp, “Burada kalabiliriz. Görüş mesafesi sıfır. Sabah olmadan kimse bulamaz,” dedi. Elif hemen çantasını açıp küçük bir bez parçası çıkardı. “Koluna bakmam lazım,” dedi kararlı bir tonla. Cem itiraz edecekti ama Elif’in bakışlarında öyle bir netlik vardı ki sustu. Islak ceketini çıkardı, kolunu uzattı. Kurşun yüzeysel görünüyordu ama kan, yağmurla birleşip koyu kırmızı bir iz oluşturmuştu. Elif, bezle bastırırken titrediğini fark etti. “Acıyor mu?” diye sordu, sesi neredeyse fısıltıydı. Cem, gözlerini onun yüzünden ayıramadı. Yağmurdan ıslanmış saçları alnına düşmüş, kirpiklerinden su damlıyordu. “Alıştım,” dedi sessizce. “Acıdan çok... başka bir şey hissediyorum.” Elif’in eli bir an durdu. “Ne demek istiyorsun?” Cem başını kaldırdı, gözlerini onun gözlerine sabitledi. “Her kurşundan, her çarpışmadan daha tehlikeli bir şey var burada,” dedi. Elif nefesini tuttu. “Sen,” diye ekledi Cem. O an aralarında zamanın akışı durdu. Yağmur damlaları bile sanki havada asılı kalmıştı. Elif’in kalbi göğsünde çarpmıyor, adeta yankılanıyordu. Parmakları hâlâ Cem’in kolundaydı; ama artık yara değil, teninin sıcaklığını hissediyordu. Cem yavaşça elini onun elinin üzerine koydu. “Elif,” dedi, sesi neredeyse bir nefes kadar yakındı, “bunu yapmamamız gerekiyor ama… seni korumaya çalıştıkça kendimi kaybediyorum.” Elif gözlerini kaçırmadı, sadece başını hafifçe eğdi. “Belki de kaybolmamız gerekiyordur,” dedi, dudakları titreyerek. Ve o anda, tüm o karanlığın, soğuğun ve savaşın ortasında, ilk kez birbirlerine yaklaştılar. Yağmur, tenlerine düşerken dudakları birbirine değdi — bir anlık dokunuştu belki, ama dünyadaki tüm gürültü susmuş gibiydi. Kısa, keskin ve sessiz bir itiraf gibiydi o öpücük. Sonra, uzaktan gelen bir sesle irkildiler. Serdar telsizle konuşuyordu, sesi aceleciydi. “Düşman hattı hareketlendi! Beş dakikaya buradan çıkmamız gerek!” Cem hemen toparlandı, Elif’in elini son bir kez sıktı. “Devam edeceğiz,” dedi hızlıca. Elif’in kalbi hâlâ hızla atıyordu, ama artık yalnızca korkudan değil. Yağmur yeniden hızlanırken üçü, sessizce karanlığın içine doğru kayboldu. Ama bu kez Elif’in zihninde yalnızca bir cümle dönüp duruyordu: “Artık geri dönmek diye bir şey yok.”Yağmur giderek şiddetleniyordu. Üçü, karanlık ormanda sessizce ilerlerken uzaktan gelen metalik sesler duyulmaya başladı. Silah şarjörlerinin takıldığı o tanıdık ses… Cem hemen diz çöktü, eliyle Elif ve Serdar’a dur işareti verdi. “Yaklaşıyorlar,” dedi fısıltıyla. “Muhtemelen izimizi buldular.” Serdar, gözlerini karanlığa dikip telsizi açtı ama yalnızca statik bir gürültü duyuldu. Bağlantı kesilmişti. Cem, düşük bir ses tonuyla planını anlattı: “Serdar, sen kuzey hattına sark. Elif sen de benimle kal, doğudan dolanacağız. Ateş açarlarsa geri çekilme. Sis bizim avantajımız.” Elif’in boğazı düğümlendi ama başını salladı. Artık korkunun yerini garip bir kararlılık almıştı. Ellerinin titremesine rağmen, Cem’in hemen arkasında ilerledi. Yağmur sanki gökyüzünden dökülüyor, toprağın kokusu havayı boğuyordu. Bir anda, sağ tarafta bir parıltı gördü. “Cem!” diye fısıldadı. Ama uyarısı bir saniye geç kalmıştı. Patlama ormanı inletti. Toprak parçaları üzerlerine yağarken Elif yere savruldu. Kulakları uğuldarken, Cem’in sesi uzak bir yankı gibi geldi: “Elif! Elif, ses ver bana!” Başını kaldırdığında Cem’i yerde, birkaç metre ötede gördü. Omzundan kan sızıyor, bilincini kaybetmek üzereydi. Elif sürünerek yanına geldi, etrafı kontrol etti — gölgeler hareket ediyordu. En az dört kişiydiler. Kalbi deli gibi atıyordu ama durmadı. Cem’in silahını kavradı, güvenlik mandalını kaldırdı. “Ben yapamam,” diye fısıldadı kendi kendine… sonra Cem’in yarı kapalı gözlerine baktı. Yapacaktı. Mecburdu. İlk adamın silah namlusu onlara yöneldiği anda Elif tetiği çekti. Mermi hedefi buldu; karanlıkta bir çığlık yankılandı. Sonra bir diğeri yaklaştı — Elif hızlı davranıp yön değiştirdi, diz çökerek ateş etti. Geri kalan iki kişi dağıldı, biri ormanın derinliklerine kaçtı. Nefesi kesilmişti, gözleri dolmuş ama elleri hâlâ silahın üzerindeydi. Cem zorla doğruldu, sesi kısılmıştı: “Elif… sen…” “Konuşma,” dedi Elif, titrek ama kararlı bir sesle. “Sadece nefes al.” Hızla cebinden turnike çıkardı, Cem’in koluna sardı. Parmakları kan içindeydi, ama o artık korkmuyordu. Savaşın ortasında, ölümle burun buruna, içindeki o güçlü sesi ilk kez bu kadar net duydu: “Onu kaybedemezsin.” Serdar birkaç dakika sonra geri döndü, yüzü çamur içindeydi. “Burası güvenli değil, arkadan dolanacağız!” dedi. Cem’in kolunu omzuna attı, Elif de diğer yanına geçti. Üçü, yağmurun ve barut kokusunun içinde ilerlerken, Elif arkasına bir kez baktı. Biraz önce ateş ettiği yere, karanlığın içine baktı — titredi, ama bir an bile pişmanlık hissetmedi. Artık başka biriydi. Bir muhabir değil. Bir askerdi. Ve kalbinde taşıdığı adam, onu geri dönüşü olmayan bir yola sokmuştu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD