BÖLÜM 25- YAĞMURUN ALTINDA BİR İSİM

1374 Words
Cem gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Savaşın gürültüsü, insanın iç sesini bastıracak kadar yoğundu. Ama o anda, Elif’in sesi, tüm bu kaosun içinde yankılanan tek şey gibiydi. Kulağında hâlâ onun “Dikkatli ol” deyişi vardı. O ses, her mermiden, her emrinden daha güçlüydü. Cem, telsizden gelen komutları dinlerken bir anlığına başını kaldırdı; gökyüzü simsiyah, yalnızca ara sıra parlayan alevler geceyi aydınlatıyordu. Her patlamada yeryüzü titriyor, toz bulutları göğe yükseliyordu. Ama o, bütün bunların arasında Elif’in yüzünü düşünüyordu. Sanki onun gülümsemesi, tüm bu karanlığın içinde tek ışık kaynağıydı. Bir patlama daha yankılandı. Cem yere kapanıp eliyle başını korudu. Ardından hızla kalkarak askerlerine emir verdi. “Doğu hattını güçlendirin! Kimse mevzisini terk etmesin!” Birliğin en genç askerlerinden biri, korkuyla titreyen sesiyle sordu: “Komutanım, geri çekilelim mi?” Cem’in gözleri bir anlığına çocuğun gözleriyle buluştu. O an Elif’in defterine yazdığı cümle geldi aklına: Ya dönmezse? Derin bir nefes alıp sertçe karşılık verdi. “Hayır. Burada kalacağız. Burası bizim hattımız.” Elif, uzaktan bu manzarayı izliyordu. Kalemi elinde sıkıca kavrulmuştu. Yüreği yerinden çıkacak gibiydi ama olduğu yerde kalmaya çalışıyordu. Çünkü Cem ona kal demişti. Ama kalmak, bazen gitmekten daha zordu. Ellerinin titrediğini fark etti, defteri dizlerinin üzerine bıraktı. Savaşın kokusu havaya sinmişti; yanık, barut, toz ve korku… Bir süre sonra gökyüzünden iri damlalar düşmeye başladı. Yağmur, savaşın sesine karışıyor; patlamalarla birlikte bir ağıt gibi yankılanıyordu. Elif başını kaldırıp yağmurun altında gözlerini kapattı. “Sakın kaybolma Cem…” diye fısıldadı kendi kendine. “Beni burada yalnız bırakma.” Uzakta bir silah sesi daha duyuldu. Ardından kısa bir sessizlik… O sessizlik, Elif’in kalbini delip geçti. Kalemi eline aldı, defterin kenarına bir cümle daha ekledi: > “Bazı savaşlar, cephede değil kalpte kaybedilir.” Ve o anda anladı; bu hikâyeyi ne gazeteler ne raporlar anlatabilecekti. Bu hikâyeyi sadece kalbiyle yazabilirdi. Yağmur şiddetini artırırken, Cem siperin ardında bir taşın arkasına yaslanmıştı. Elini göğsüne bastırdı; ıslanmış üniformasının altında kalbinin attığını hissetti. Hayatta olduğunu, her şeye rağmen nefes alabildiğini… Ve o nefesin içinde bir tek isim yankılanıyordu: Elif. Bölüm yavaş yavaş bir umut kırıntısıyla kapanırken, gökyüzü savaşın izlerini silmeye çalışıyor gibiydi. Yağmur, kanı toprağın altına gömüyor, sessizlik bir dua gibi havada asılı kalıyordu. Ama her dua, bir isme tutunarak yapılırdı… Ve o isim, Cem’in dudaklarından dökülmeden önce kalbine kazındı: Elif. Yağmur, toprağın üstündeki kanı silerken gökyüzü adeta onların acısını yıkıyordu. Cem, ıslanan saçlarını geriye itti, nefesini düzeltmeye çalıştı. Her nefes, ciğerine dolan barut kokusuyla yanıyordu. Ama o yanma, içindeki korkunun yanında hiçbir şeydi. Çünkü Elif, birkaç yüz metre gerideydi. Onun güvende olup olmadığını bilmemek, savaşın ortasında bile dayanamayacağı tek şeydi. Siperin kenarından doğrulup çevresine baktı. Herkesin yüzünde aynı yorgunluk, aynı “bir gün daha” isteği vardı. Oysa onun aklında tek bir soru dönüyordu: Elif hâlâ orada mıydı? Birliğin yanına yaklaşan onbaşı, telaşla seslendi: “Komutanım, yağmurla birlikte kuzeyden sis bastı. Görüş mesafesi çok düştü. Ne yapalım?” Cem bir an düşündü. Gözleri uzaklara, Elif’in bulunduğu tarafa kaydı. Sonra kararlı bir sesle cevap verdi: “Siperleri koruyun. Ben kontrol edeceğim.” Onbaşı şaşırdı. “Ama komutanım, tek başınıza çıkmanız tehlikeli!” Cem’in yüzünde kısa bir tebessüm belirdi. “Savaşın ortasında kim güvende ki, onbaşı?” Ve o sözleriyle birlikte karanlığın içine adım attı. --- Elif, olduğu yerde kalmaya çalışıyordu ama kalbinin çarpıntısı ona engel oluyordu. Yağmur damlaları gözlerini yakarken, önündeki deftere bakamıyordu bile. Kulağında yankılanan her patlama, Cem’in bir adım daha uzaklaştığını hissettiriyordu. Ellerini birleştirip dizlerinin üzerinde dua eder gibi kenetledi. “Sadece bir daha göreyim,” dedi sessizce. “Bir daha yüzüne bakayım, sonra ne olursa olsun fark etmez.” O sırada uzaktan bir siluet belirdi. Yağmurun altında yürüyen, sırılsıklam olmuş bir adam… Elif hemen ayağa fırladı. Kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Cem’in sesi duyuldu: “Elif!” Bir anda her şey sustu. Ne top sesleri, ne yağmur, ne korku… Sadece o ses vardı. Elif, hızla ona koştu, aralarındaki mesafeyi unutarak. Cem, onu gördüğünde istemsizce gülümsedi. “Sana burada kal demiştim…” dedi nefes nefese. Elif durdu, gözleri dolmuştu. “Kalamadım.” O anda Cem’in yüzündeki ciddiyet yumuşadı. Bir adım yaklaştı. “Neden?” Elif’in sesi titredi. “Çünkü sen dönmezsen, ben burada kalamam.” Bir süre ikisi de sustu. Yağmur, sanki onların sessizliğini koruyormuş gibi ağır ağır yağmaya devam etti. Cem elini uzatıp Elif’in yanağındaki yağmur damlasını sildi. Ama o dokunuş, sadece bir yağmur tanesine değil, içlerinde büyüyen korkuya da dokunuyordu. “Buradan çıkacağız,” dedi Cem fısıltıyla. “Söz veriyorum.” Elif gözlerini kapattı, yüzünü onun göğsüne yasladı. Kalbinin atışını duyduğunda, o söze inanmak istedi. Ama o anda uzaklardan bir patlama sesi daha geldi. Yerin altı titredi, ikisi de sendeledi. Cem hemen Elif’i korumak için üstüne kapandı. Toz ve duman her yeri sardı. Elif öksürerek başını kaldırdığında Cem’in yüzü kapkara olmuştu ama gülümsüyordu. “Ben iyiyim,” dedi, nefes nefese. “Sadece biraz gürültülü bir manzara izledik.” Elif gözyaşlarını tutamadı, başını iki yana salladı. “Buna alışamayacağım…” Cem onun saçlarını geriye itip, sesi kısık bir tonda cevap verdi: “Ben de istemiyorum ki sen alış.” O anda, karanlığın içinde birbirlerine tutunmuş iki kalp gibi kaldılar. Dışarıda savaş vardı, ama içlerinde sadece iki insanın sessiz direnişi… Çünkü bazı savaşlar, kurşunla değil, kalple kazanılırdı. Cem ve Elif, birbirlerine yaslanmış şekilde bir süre öylece kaldılar. Yağmurun sesi, gökyüzünün ağlaması gibiydi. O an ikisi de biliyordu ki, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, bu savaş onların kalbinde derin bir iz bırakacaktı. Ama aynı zamanda, bu iz birbirlerine daha da sıkı bağlanmalarını sağlayan bir yemin gibiydi. Cem, Elif’in omzundan hafifçe çekilip onun yüzüne baktı. “Burada fazla kalamayız,” dedi kararlı ama yumuşak bir sesle. “Siperin kuzeyi çöktü, daha güvenli bir alana geçmemiz gerek.” Elif başını salladı. Defterini kucağına sıkıca bastırdı. “Bu kadar yazıyı kaybedemem. Hepsi insanların bilmesi gereken şeyler.” Cem ona baktı, gözlerinde bir gurur parıltısı belirdi. “Senin kalemin, bazen bizim silahlarımızdan daha güçlü.” Elif utangaç bir tebessümle karşılık verdi. “Ama senin gibi birini anlatmak kolay değil.” Cem bir an sustu, yağmurun altındaki o kelime sessizliğinde boğuldu. Ardından fısıldadı: “Ben anlatılacak biri değilim Elif. Ben sadece hayatta kalmaya çalışan biriyim.” Elif başını iki yana salladı, dudakları titreyerek, “Hayır, sen sadece hayatta kalmıyorsun. Sen yaşatıyorsun. Ben bunu gördüm.” Bu söz, Cem’in kalbine saplanan bir ok gibiydi. Çünkü savaşta çoğu zaman öldürmek, yaşatmaktan daha kolaydı. Ama Elif, o zorluğun içindeki gerçeği fark etmişti. Uzakta bir işaret fişeği gökyüzünü aydınlattı. Kısa bir anlığına, yağmurun altındaki iki siluet birbirine daha yakın, daha gerçek göründü. Cem, Elif’in elinden tuttu, parmakları birbirine kenetlendi. “Yürü,” dedi. “Buradan çıkacağız.” İkisi de hızlı adımlarla, siperlerin arasındaki dar geçitlerden ilerlemeye başladılar. Her adımda, çamura batıyorlardı. Cem önde, Elif hemen arkasındaydı. Fakat ilerledikçe, top sesleri daha da yaklaştı. Gökyüzü bir anda ateşle aydınlandı. Elif korkuyla başını eğdi. “Cem!” “Devam et!” diye bağırdı Cem, onu kolundan tutarak ilerletti. Tam o sırada bir patlama daha duyuldu. Elif dengesini kaybedip yere kapaklandı. Defteri çamura düştü. Gözleriyle onu ararken, Cem hemen yanına diz çöktü. “Elif! İyi misin?” Elif titreyerek başını kaldırdı. “Defter…” Cem, çamurun içine elini soktu, defteri bulup ona uzattı. “Bu mu seni kurtaracak?” Elif, gözlerinden yaşlar süzülürken defteri göğsüne bastırdı. “Hayır… Ama o gerçeği anlatacak.” Cem’in gözleri bir an için doldu. O an anladı ki Elif sadece bir muhabir değil, bu savaşın vicdanıydı. Onun kalemi susarsa, geriye sadece kan kalacaktı. “Peki,” dedi Cem, “o zaman bu defter de seninle çıkacak buradan.” Yağmur, üzerlerine daha sert düşüyordu artık. Uzaklarda ambulans sirenleri ve telsiz sesleri duyuluyordu. Cem, Elif’i kolundan tutup güvenli bölgeye doğru sürüklerken, kalbinde hem bir korku hem de bir kararlılık vardı. Elif dönüp ona baktı, nefes nefeseydi. “Bunu bitirdiğinde ne yapacaksın Cem?” Cem bir an sustu, sonra gözlerini ufka dikti. “Belki… artık susmak istemem. Belki bir gün, senin yazdıklarını okuyup sessizce hatırlamak isterim.” Elif başını eğdi, kalbinin içinde Cem’in sesi yankılandı. “Belki de bir gün,” dedi. “O gün gelene kadar yazmaya devam edeceğim.” Cem’in gözleri doldu ama belli etmedi. Çünkü savaşta gözyaşı, zayıflık değil, kaybedilenlerin yankısıydı. Ve o anda, uzaklardan yeniden top sesleri yükseldi. Ama bu defa Cem’in gözlerinde korku yoktu. Çünkü yanında artık sadece bir gazeteci değil, bir umut taşıyıcısı vardı. Yağmur, barutun kokusunu silerken; iki insan, bir savaşın içinde birbirlerini bulmuştu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD