Gece, kamp alanının üzerine ağır bir sessizlik gibi çökmüştü. Uzaklarda yankılanan top sesleri bile artık sanki bir fısıltıya dönüşmüştü. Elif, çadırın dışında, küçük bir ateşin başında oturuyordu. Elindeki not defteri dizlerinin üzerinde açık, ama sayfalar bomboştu. Ne yazabilirdi ki? Kelimeler tükenmiş, kalemi bile yorgun düşmüştü artık.
Cem, elinde bir su matarasıyla sessizce yanına geldi. Adımlarının sesi çakıllar üzerinde yankılandı, Elif başını kaldırdığında onun bakışlarında o tanıdık yorgunluğu gördü. Ama bu kez farklıydı; yorgunluğun içinde bir huzur, bir kabulleniş vardı.
“Uyumadın mı?” diye sordu Cem, sesi kısık ama yumuşaktı.
Elif gülümsedi. “Uyuyabilsem şaşardım. Her şey o kadar sessiz ki… Bu sessizlik bile ürkütüyor insanı.”
Cem, onun yanına oturdu. “Sessizlik, bazen savaşın en tehlikeli anıdır. Çünkü insan kendi düşünceleriyle baş başa kalır.”
Elif başını hafifçe çevirdi. “Senin düşüncelerinle yüzleşmek zor değil mi?”
Cem kısa bir an sustu, sonra uzaklara baktı. “Zor… Özellikle de her kararın bir canı etkilediğini bildiğinde. Ama en zoru, kalbini susturmak.”
Bu söz, Elif’in kalbine dokunmuştu. Çünkü biliyordu, Cem’in duvarlarının ardında kimsenin görmediği bir kırılganlık yatıyordu. Parmaklarını yavaşça dizlerine koydu, sonra farkında olmadan Cem’in eline uzandı. Dokunuşları temkinliydi, ama içinde bir sığınma hissi vardı.
Cem başını kaldırdı, Elif’in gözlerine baktı. Ateşin titrek ışığı yüzlerine vuruyor, aralarındaki mesafeyi yavaşça eritiyordu. O anda zaman durmuş gibiydi. Ne savaş vardı, ne korku. Sadece iki kalp, aynı sessizliğin içinde birbirini bulmuştu.
“Elif,” dedi Cem, sesi neredeyse bir fısıltı kadar hafifti, “bazen düşünüyorum da… Eğer bu savaş olmasaydı, seninle yine karşılaşır mıydım?”
Elif gülümsedi, ama gözlerinde bir hüzün vardı. “Belki de kader, bizi tam da böyle bir yerde buluşturmak istedi. Çünkü başka türlü birbirimize bu kadar sıkı tutunamazdık.”
Cem’in eli, onun elini sıktı. Birkaç saniye sustular. Sonra Cem, elini yavaşça Elif’in yanağına götürdü. Soğuk parmak uçları, Elif’in sıcak tenine değdiğinde kalbi hızla çarpmaya başladı. Bu dokunuşta bir acele yoktu. Her şey, savaşın içinde bile bulunabilen bir sükûnetin parçasıydı.
Elif’in gözleri hafifçe kapandı. “Korkuyorum,” dedi alçak bir sesle. “Bir gün gözlerini kapatıp geri açamayacağından korkuyorum.”
Cem, parmaklarını onun yanağından saçına doğru kaydırdı. “Ben de senin yokluğundan korkuyorum. Ama belki de korkmak, hâlâ yaşadığımızı hatırlatan tek şeydir.”
Ateşin çıtırtısı, kalplerinin atışına karışıyordu. Elif, başını Cem’in omzuna yasladı. Uzun zamandır kimseye bu kadar yakın olmamıştı. Ne şehirde, ne savaşta... Bu temas, her şeyin ötesindeydi.
Cem’in eli onun sırtında gezindi, onu usulca kendine çekti. Aralarındaki mesafe tamamen kaybolmuştu artık. Sanki dış dünyayı bir anlığına susturmuşlardı.
Ama tam o anda, uzaktan bir patlama sesi duyuldu. İkisi de irkildi. Cem hemen doğruldu, gözleri refleksle karanlığa çevrildi.
“Elif, burada kal. Hemen dönüyorum.”
Elif, onun elini son bir kez tuttu. “Gitme…”
Cem, elini nazikçe kurtardı ama bakışlarını ondan ayırmadı. “Döneceğim. Söz veriyorum.”
Ve o an, savaş yeniden hatırlattı kendini. Cem koşarak uzaklaştı. Elif, onun siluetini ateşin ışığında kaybolana kadar izledi. Sonra defterini eline aldı, ilk kez kalemi sayfaya bastırdı:
> “Savaş, sadece topraklar için değil, kalpler için de verilir. Ve bazen en sessiz savaş, en çok iz bırakandır.”
Elif, Cem’in uzaklaşan adımlarının ardından bir süre yerinden kıpırdayamadı. Ateşin alevleri rüzgârla birlikte dans ederken, içindeki endişe dalga dalga büyüyordu. Her patlama sesi, kalbine saplanan bir sancı gibi yankılanıyordu. Defterini kucağında sıktı, sayfalar arasında Cem’in sözleri yankılandı: “Döneceğim. Söz veriyorum.”
Ama savaşta verilen sözlerin ne kadar kırılgan olduğunu biliyordu. Savaş, hiçbir sözü tutmazdı. O, kelimeleri bile yaralayan bir canavardı.
Bir süre sonra Elif ayağa kalktı. Adımlarını dikkatli atarak çadırın önünden ilerledi. Gökyüzü simsiyah, yıldızlar pusluydu. Uzakta silah sesleri yankılanıyor, toprağın kokusu havaya karışıyordu. Elif’in içinden güçlü bir dürtü geçti: Cem’in peşinden gitmek. Ama biliyordu, o hataya bir daha düşemezdi. Onun görevi başka, Elif’in ki bambaşkaydı.
Tam geri dönmek üzereyken, karanlığın içinden gelen bir figür dikkatini çekti. İki asker, kollarından yaralı birini taşıyordu. Elif hemen onlara doğru koştu.
“Buraya getirin! Yaralı mı?”
Askerlerden biri soluk soluğa konuştu. “Evet… Doğu hattında çatışma çıktı. Şarapnel isabet etti, ama bilincini kaybetmedi.”
Elif dizlerinin üzerine çöktü, çantasından sargı bezi ve turnike çıkardı. Elleri titriyordu ama zihni netti. Bu anlara alışmıştı artık; korkuyu bastırmayı, duyguyu susturmayı öğrenmişti. Yine de her yaralıda bir ihtimal beliriyordu aklında — ya bu sefer gelen o olursa?
Yaralının yüzüne baktığında tanımadığı biriydi. Derin bir nefes aldı, sonra yarayı temizlemeye başladı. Asker acıyla inlediğinde Elif’in gözleri karardı; çünkü acı sadece o bedende değil, yüreğinde de yankılanıyordu.
Yaralının bakımını bitirdiğinde bir başka asker koşarak geldi.
“Yüzbaşı Erden hâlâ dönmedi mi?”
Elif bir anda başını kaldırdı. Kalbi bir atışlık süre durdu sanki. “Hayır… Gitmişti ama hâlâ gelmedi.”
Asker nefes nefeseydi. “Patlama çok yakındaydı. Onu gören olmadı.”
Elif’in elleri buz kesti. Gözleri bir anlığına boşluğa daldı. Kalbindeki tüm umutlar bir anda yerinden sökülür gibi oldu. Ama hemen ardından, içindeki sesi bastırdı. Hayır. Cem söz vermişti. Dönecekti.
Zaman geçmek bilmedi o gece. Her saniye, bir asır kadar uzun sürdü. Elif, çadırın önünde oturdu, ellerini birbirine kenetledi. Gözleri karanlığı taradı, her gölgeye, her sese kulak verdi.
Sonunda, sabaha karşı siperin ötesinden bir siluet belirdi. Elif ayağa fırladı. Kalbi deli gibi atıyordu. Gözleri seçmeye çalıştı — evet, o, Cem’di. Üzerindeki üniforma kan içindeydi, yüzü tozla kaplıydı ama yürüyordu. Yaşıyordu.
Elif koştu, düşünmeden, tereddüt etmeden. Aralarındaki mesafe birkaç saniyede yok oldu. Cem adımını atarken sendeledi, Elif onu tuttu.
“İyiyim,” dedi Cem, sesi kısık ama kararlıydı.
“Hayır, iyi değilsin!” diye karşılık verdi Elif, gözlerinden yaşlar süzülürken. “Bir daha böyle gitme! Ne olursa olsun, haber vermeden gitme!”
Cem başını eğdi. “Gitmem gerekiyordu. Çünkü eğer dönmezsek, o sessizlikte bile kayboluruz.”
Elif onun göğsüne başını yasladı, ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Cem, yavaşça onun saçlarını okşadı.
“Söz vermiştim,” dedi fısıldayarak. “Ve sözümü tuttum.”
O anda güneş doğmaya başlamıştı. Ufukta beliren ışık, karanlığın içinde bir umut çizgisi gibiydi. Elif gözlerini kapadı, Cem’in kalp atışlarını dinledi. Her vuruş, yaşadıklarının yankısıydı.
O gün Elif, savaşın ortasında bile sevginin nefes alabildiğini anladı. Karanlıkta filizlenen bir çiçek gibi… Belki de onların hikâyesi tam da bu yüzden unutulmaz olacaktı. Çünkü bu savaş, sadece topraklar için değil, kalpler için de veriliyordu.