BÖLÜM 42- KÜLLER ARASINDA

1040 Words
Gecenin sessizliği, uzaktan gelen top sesleriyle bölünüyordu. Gökyüzü gri dumanlarla kaplanmış, yağmur yerini soğuk bir sise bırakmıştı. Elif ve Serdar, yamaç boyunca ilerlerken her adımlarında dalların kırılma sesi yankılanıyor, ormanın karanlığı onları içine çekiyordu. Cem’in işaret fişeği hâlâ Elif’in zihninde parlıyordu — o beyaz ışık, umudun son kıvılcımı gibiydi. Serdar önüne baktı, elindeki küçük cihazla yön bulmaya çalışıyordu. “Sinyal kuzeybatıya doğru gidiyor,” dedi kısık bir sesle. “Ama burada fazla açık alandayız. Bizi fark etmeleri an meselesi.” Elif’in gözleri kararlıydı. “Ne kadar riskli olursa olsun, devam edeceğiz. O oradaysa, ben gitmeden durmam.” Bir süre sessizce yürüdüler. Ağaçların gövdeleri, sisin içinde hayalet gibi uzanıyordu. Her adım, geçmişin yankısını taşıyordu. Elif’in zihni Cem’in sözlerinde takılı kalmıştı: “Beni kaybetmeyeceksin… sadece biraz uzak kalacağım.” Ama uzaklık, şimdi ölüm kadar gerçekti. Birden Serdar durdu. “Sessiz ol,” dedi. Elini havaya kaldırıp dinledi. Rüzgâr, çok hafif bir metal sürtünmesi taşıyordu — sanki bir şarjör yerine oturtuluyormuş gibi. Serdar hemen yere çöktü, Elif’i de aşağı çekti. “Yakındalar,” diye fısıldadı. Elif nefesini tuttu, gözleriyle çevreyi taradı. Sis arasında üç gölge beliriyordu; siyah kıyafetli, silahlı adamlardı. Ama birinin yürüyüşü diğerlerinden farklıydı… daha sakin, daha tanıdık. Elif’in kalbi sıkıştı. “Cem mi o?” Serdar başını iki yana salladı. “Dur, emin olamayız.” Ama Elif’in içgüdüsü haykırıyordu. Yavaşça yerinden kalktı, Serdar’ın elini itti. “Ben gidiyorum.” “Delirdin mi?!” diye fısıldadı Serdar. “Bu intihar!” Elif gözlerini onun gözlerine dikti. “O oradaysa, ben yaşarken onu ölü saymam.” Bir an durakladı Serdar, sonra pes etmiş bir nefesle başını eğdi. “Peki. Ama ben de seninle geliyorum.” İkisi sessizce, eğilerek ilerledi. Yağmur yeniden başlamıştı. Damlalar yapraklardan süzülüyor, silahların metaline vurdukça sessiz bir tıkırtı çıkarıyordu. Bir kayanın ardından baktıklarında, aşağıdaki açıklıkta küçük bir kamp gördüler. Üç çadır, iki nöbetçi… ve bir tanesi, yaralı birini yerde sürüklüyordu. Elif’in nefesi kesildi. O… Cem’di. Bacağı kan içindeydi, bilinci yarı açıktı ama hâlâ direniyordu. Elif elini ağzına bastı, gözlerinden yaşlar süzüldü. “Onu götürüyorlar…” Serdar çenesini sıktı. “Eğer şimdi ateş açarsak, onu vurma ihtimalimiz var. Bekle. Doğru anı bulmamız gerek.” Ama Elif sabredemedi. Bir anda yerinden fırladı, “Cem!” diye bağırdı. Silahlar döndü, adamlar alarm verdi. Serdar küfretti, ardından ateş etti. Kurşunlar havayı yardı, çadırların etrafı toz ve dumanla kaplandı. Elif aşağı doğru koşarken Cem’in gözleri açıldı — o sesi tanımıştı. “Elif…?” Bir kurşun hemen yanından geçti. Serdar onu korumak için ardına atladı. “Delirdin mi sen?!” diye bağırdı, ama Elif onu duymuyordu bile. Kalbinde sadece Cem’in ismi yankılanıyordu. Cem, bağlı bileklerini çözmeye çalışıyordu. Bir adam tam o anda onu tekmeledi, yüzü kana bulandı. Elif bunu görünce gözleri karardı. Yerlerde bir silah gördü — bir düşenin elinden düşmüş. Eğilip aldı, hedefini buldu, tereddüt etmeden ateş etti. Adam geriye savruldu. Serdar yanına yetişti. “İyi misin?” “Değilim,” dedi Elif dişlerini sıkarak. “Ama şimdi daha kötülerini yapacağım.” İkili birlikte hareket etti. Serdar dikkat dağıtırken Elif, Cem’in yanına süründü. Onu görünce Cem’in dudaklarından bir nefes kaçtı. “Sana… buraya gelme demiştim.” Elif ağlamakla gülmek arasında bir tonda, “Sen beni tanımıyorsun hâlâ,” dedi. Ellerini çözdü, onu sırtına aldı. “Bu sefer ben seni taşıyacağım.” Kurşunlar tekrar yağmaya başladı. Serdar geri çekilme hattını işaret etti. “Sağ taraftan! Nehir kenarı!” Elif, Cem’i zorlukla taşıyordu ama bırakmadı. Her adımda kan toprağa karışıyordu. “Biraz daha dayan,” diye fısıldadı. “Az kaldı…” Cem gözlerini yarı kapalı açtı, “Sen… delisin…” dedi. Elif’in dudakları titredi. “Evet. Ama seni kaybetmeye dayanamayacak kadar.” Sonunda nehir kenarına ulaştılar. Serdar birkaç el daha ateş etti, ardından “Suya atlayın!” diye bağırdı. Elif, Cem’i kollarına sıkıca sarıp kendini buz gibi suya bıraktı. Akıntı onları hızla sürükledi, kurşun sesleri geride kaldı. Dakikalar sonra, ormanın daha derin bir bölgesinde kıyıya çıktılar. Cem baygındı, nefesi zayıf ama vardı. Elif onun başını kucağına aldı, parmaklarıyla saçlarını geri itti. “Beni bırakma, tamam mı?” diye fısıldadı. Cem’in dudakları aralandı, zar zor duyulan bir sesle, > “Seni… bırakmadım ki…” Elif gözyaşlarına engel olamadı. O an, Serdar uzaktan yaklaşırken başını iki yana salladı, yüzünde hem öfke hem rahatlama vardı. “Bu ikiniz… dünyayı yakarsınız.” Elif başını kaldırdı, gözlerinde ateşle, “Gerekirse yakarım da,” dedi. “Yeter ki o yanımda olsun.” Rüzgâr, ormanın arasında uğuldadı. Ve o an Elif anladı — bu sadece bir savaş değil, kaderle yapılan bir hesaplaşmaydı. Artık ne geri dönüş vardı, ne de korku. Sadece birbirine tutunan iki kalp… ve arkalarında kül olup kalan bir dünya.Elif’in parmakları, Cem’in kanla kaplı gömleğini sıyırırken titriyordu. Rüzgâr, ıslak toprağın ve barutun kokusunu getiriyordu. Serdar küçük bir ateş yakmaya çalışıyordu; çakmağın her tıklayışında çıkan kıvılcım, geceyi bir anlığına aydınlatıyor sonra sönüyordu. Elif gözyaşlarını sildi, elindeki beze bastırarak Cem’in yarasına tampon yaptı. “Kanama azalıyor… azaldı değil mi?” Cem hafifçe inledi, gözlerini araladı. “Ben iyiyim,” dedi kısık bir sesle. “Sen buradaysan… iyiyim.” Elif başını iki yana salladı. “Aptal! Seni kaybetsem… nefes bile alamazdım!” Cem’in dudak kenarı belli belirsiz kıvrıldı. “O zaman… nefes al diye… döndüm.” Elif, bir an durdu. Sözler, rüzgârın içinde yankılanır gibi oldu. Serdar yaklaşarak sessizce konuştu. “Sıcak tutmamız lazım. Birazdan sabah olacak. Ama güneş doğmadan yola çıkamayız, keşif ekipleri hâlâ bölgede olabilir.” Elif başını salladı, sonra Cem’in üzerine battaniyeyi çekti. “Uyuyabilir misin?” “Yanımda kalırsan, evet.” Elif yavaşça başını eğdi, alnını onun alnına yasladı. Yağmurun sesi azalmıştı, orman sessizdi artık. Sadece kalplerinin atışları vardı. “Bir gün,” dedi Cem fısıltıyla, “savaşın bittiği bir sabaha uyanacağız. Ne silah sesi olacak, ne kaçış. Sadece sen ve ben…” Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü. “Ve hikâyemizi o sabah yazacağım. Çünkü o zaman kelimeler korkmadan akacak.” Cem gözlerini kapattı, nefesi yavaşça düzenli hale geldi. Elif başını kaldırmadan, parmaklarını onun ellerine kenetledi. “Ben seni buldum,” diye fısıldadı. “Bir daha da bırakmam.” Serdar, uzaktan ikisine baktı. Başını hafifçe eğdi, içinden sessizce mırıldandı: “Bazı savaşlar, silahla değil kalple kazanılır…” Rüzgâr tekrar yükseldi, ateşin alevi hafifçe dans etti. Elif başını Cem’in omzuna yasladı. Ve o gece, yorgun ama umutla — ikisi de ilk kez, aynı rüyada buluştu: Silahların olmadığı, sadece birbirlerinin sesini duydukları bir dünyada.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD