DİLA KARATAŞ
Gözlerim kapalı, ellerim arkadan bağlı bir şekilde sandalyede oturuyordum. Bileklerim ağrıyordu, bütün gece sırtım soğuk, taş bir duvara dayanmıştı. Susuzluktan kavruluyordum.
“Ah…” diye inledim her yerimin ağrısından. “Of…”
Bir adım sesi duyunca kafamı sanki görmek istercesine oraya çevirdim. “Kim, kim var orada?”
Gözümdeki bez çıkarıldığında tavandan sarkan çıplak bir ampul gözlerimi kamaştırdı. Gözlerim kızarıp sulandı. Hiçbir şey göremiyordum.
“Uyandın mı Mardin prensesi?” diye güldü adam. “Senin pamuktan yataklarına benzemiyor değil mi?” Bir kahkaha fırlattı.
Bulanık görüşüm düzelmeye başladı. Önce karşımdaki adamı çift gördüm sonra iki görüntüde birleşerek tek bir adam siluetine büründü. Ağzı burnu her yeri kapalıydı. Sadece siyah gözleri açıktaydı. Elinde kocaman bir taramalı silah taşıyordu.
Korkuyla nefesimi tuttum. Korkumdan zevk alan birkaç adam daha gölgelerin içinden çıkıp görüş açıma girdi.
“Güzelmiş ha!” dedi biri açık bacaklarıma bakarak. Aslında uzun bir elbise giyip çıkmıştım salak araba lastiğimin patladığı gece. Ama şimdi elbise eteklerim kıvrılmış bacaklarımı açığa çıkarmıştı.
“İstediğimizi alıp geri bıraktığımızda yazık olacak.”
“Dur bakalım hele bir liderimiz görsün de,” dedi adamlardan biri. “Bence bu karıyı sikmeden bırakmaz. Şunun baldırlarına baksana, armut gibi. Sulu sulu.”
Konuşmaya cesaret bile edemedim. Elim ayağım boşaldı. Dizlerim titredi.
O sırada dışarıdan ayak sesleri duyuldu. Biri geliyordu. Kapıda yine ağzı burnu kapalı başka biri gözüktüğünde adamlar hızla toplanıp sıraya girerek saygı ile eğildiler. Lider dedikleri herif bu olmalıydı. Onunda elinde kocaman bir silah vardı. Sanki her an ateş açıp beni tarayacakmış gibi elinde sıkı sıkı tutuyordu.
Adam bakışlarını bana çevirdi. Loş ışığın altında, çatık kaşlarıyla bana bakıyordu. Sonra kaşları gevşedi, gözleri güler gibi baktı.
“Arkanınızı dönün lan!” diye bağırdı. Herkes arkasını döndü.
Adam yanıma geldi. O iğrenç terle karışık kokuşmuş bir koku burnuma doldu. Neredeyse öğürecektim.
Bakışlarını bacaklarıma dikti. Sonra elindeki silahın soğuk namlusunu bacağıma koydu. Daha da gerileyip kaçmak istedim ama nafileydi. Bacağımdan yukarı doğru çıkardı namluyu.
Sonra eteğimin altına sokup havalandırdı ve kafasını eğip küloduma doğru baktı.
“Yapma şunu!” dedim cesaretimi toplayıp. Gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Namluyu eteğimin altından çektiğinde rahat bir nefes aldım.
“Çekimi başlatın,” dedi.
“Ne çekimi?” diye sordum ama adam bana döndü.
“Kes sesini. Ben konuş demeden konuşma.”
Adamlardan biri önüme bir sandalye çekti ve üzerine uyduruk, küçük, ucuz bir kamera koydu. Kemaranın sağdaki kare ekranından kendimi görebiliyordum, berbat haldeydim.
Lider, adamlarından birinin kulağına bir şey fısıldadı. Adam, dinledikten sonra yanıma geldi. Saçımı düzeltti. Yüzümdeki tozları eline bir tükürük alıp sildi. Öğürdüm.
Sonra çenemi kavradı ve baş parmağını çeneme bastırdı. İğrenç nefesini suratıma soludu. Tiksintiyle başımı çevirdim ama beni yine kendine çevirdi.
“Şimdi sana söyleyeceklerimi harfi harfine kameraya söyleyeceksin. Yoksa senin için çok kötü şeyler olur. Yaşarsın ama ölmekten beter olursun. Anladın mı?”
Gözlerimden yaşlar süzülürken kafamı salladım.
SARP KARADAĞ
Helikopterle beraber yıllar önce başımı eğip çıktığım konağa yaklaşıyorduk. Yerel jandarma biz çıkar çıkmaz konakta büyük bir bomba patlaması olduğunun haberini vermişti. Konağın giriş kapısı ve avlusu zarar gelmiş, kapının önünde duran dört aracın hepsi perte çıkmıştı. Çok sayıda yaralı vardı.
Helikopterden indiğimde konağın önü siren sesleriyle yırtılıyordu.
Kendi gözlerimle konağa baktım. Bir zamanlar Mardin’in gözbebeği olan Karataş Konağı, şimdi harabeye dönmüştü. Konağın sağ cephesi tamamen çökmüş, bahçeye park etmiş dört araç paramparça olmuştu. Arka avluda ağaçlar yanmış, taş sütunlar devrilmişti.
Aşiret konağın önünde toplanmıştı, müthiş bir kalabalık vardı.
“Dikkat!” dedi askerlerimden biri.
Askerler hemen selam vererek önümde dizildi. Karataş aşireti sustu ve hepsinin kafası bana döndü. Sanki Kızıl Denizin ikiye yarılması gibi kalabalık iyi yana açıldı ve Halil ağa bana baktı. Yanında da seneler önce benimle dalga geçip, kahkahalar atan kardeşi Mahmut ağa duruyordu.
Halil Ağa’nın gözleri bana kilitlenmişti. Yüzü beni tanımadığını belli eden bir şekilde boştu. Güneş gözlüğümle birlikte, güçlü adımlarla yanına gittim.
Sert ve gür bir sesle kendimi tanıttım. “Sarp Karadağ. Devletin size gönderdiği timin başındayım. Ve bu operasyonu artık ben devralıyorum.”
Gözlüğümü çıkarıp askere uzattım.
İkisininde ağzı açıldı.
Beni tanımışlardı. Halil Ağa’nın elindeki tespih durdu. Dudaklarının arasından inanamayan bir fısıltı yükseldi.
“Sarp Karadağ… Sen…”
Mahmut Ağa irkildi, ardından aşiretin içinden boğuk mırıltılar yükseldi. Bir fısıltı gibi kulaktan kulağa adım yayıldı.
Bir adım daha atıp tam karşılarında dikildim. Taş zeminde postallarım yankılandı.
Karataş Konağı’nda şimdi kuralları ben koyacaktım.
Halil Ağa boğazını temizledi. “Sen on yıl önce kızımı gelip benden isteyen çocuk değil misin?” Bakışlarını vücudumda gezdirdi. Eski halimle uzaktan yakından alakam yoktu. Boyum zaten uzundu. Kilo vermiştim ve vücut yapmıştım. Gözlüklerimi çoktan fırlatıp atmıştım.
“Ben o eski çocuk değilim Halil Ağa,” dedim gözlerine dik dik bakarak. “Ben o çocuğu öldüreli çok oldu. Şimdi anlatın.”
Mahmut Ağa araya girdi, sinirliydi.
“Ula bu işi biz hallederdik!” dedi ağabeyine dönerek. “Bizim namusumuz askere mi kaldı? Bizi koruyacak olan devlet değil! Aşiret bu işi halleder! Karataş aşireti devlete bel bağlayacak kadar küçüldü mü? Biz korururuz kızımızı!”
“SUSSS!” dedi Halil Ağa sinirle ve Mahmut Ağa’ya bir tokat patlattı. Tokadın şiddetiyle Mahmut Ağa neredeyse devriliyordu. Şok içinde Dila’nın babası Halil Ağa’ya bakıyordu şimdi.
“Ulan koruyorduk madem bu olanlar ne? Konağın içinden geçtiler! Kızımı kaçırdılar! Bir de video atmışlar! Korusaydın lan o zaman, konuşturma beni!”
Mahmut Ağa öfkeyle dikleşti.
“Anlat,” dedim sert bir şekilde Halil Ağa’ya kaşlarımı çatıp. “Ne videosu?”
Mahmut Ağa tam bir şey diyecekti ki elimi kaldırarak araya girdim. Gözlerinin içine baktım.
“Bir daha beni bölersen seni konaktan çıkarırım. Dila Karataş bundan böyle devletin koruması altına alınmıştır. Artık olay terör kapsamındadır. Ve eğer bu konakta devletin işini aksatacak bir kişi daha çıkarsa, ilk gözaltı emrini ben veririm. Anlaşıldı mı?”
Halil Ağa yutkundu.
Kalabalıktan fısıltılar yükseldi.
Hafifçe başımı eğdim, bakışlarımı Halil Ağa’ya çevirdim. “Bana videodan bahset. Ama önce konuşabileceğimiz daha sakin bir yere geçelim.”
Mahmut Ağa beni buyur etti. Viraneye dönüp kül olmuş avludan geçip konağın sağlam duran bir odasına geçtik. Mahmut Ağa’da bizi takip ediyordu. Her yer toz içindeydi. Bir zamanlar gelip heyecanla ailemle Dila’yı istediğim salona oturduk.
Nefretim gittikçe kabarıyordu ama görevimi yapmak durumundaydım.
“Birkaç gün beklesek, komutanım,” dedi çekinerek Halil Ağa. “Birkaç tanıdığımız vardır. Belki size yardımcı olurlardı?”
“Ne bir tanıdık, ne bir mafya, ne bir aşiret, ne de bir terör örgütü Türkiye Cumhuriyetinin askerinden üstün değildir,” dedim sertçe. “Bunu kafana sok ve emrim dışında tek bir kişiyi bile karıştırma. Bu sizin iyiliğiniz için.”
“Mahmut,” dedi Halil ağa. “Konuşacaksan sen çık.”
Mahmut ağa sakince yerinde dururken, Halil Ağa’nın gözleri yaşardı ve adamlarına “Getirin,” diye buyurdu.
Adamlarından biri bir dizüstü bilgisayar getirdi. Halil ağa vakit kaybetmeden play tuşuna bastı.
Ve Dila’nın yüzü ekranı kapladı.
Saçları darmadağın olmuş ve gözleri kan çanağı gibiydi. On yıldır onu ilk gördüğüm an buydu. Biraz yaş almıştı; artık on sekiz değil yirmisekizindeydi ama hala on sekiz yaşındaymış gibi güzeldi.
Hem de çok güzeldi. Ama umrumda bile değildi güzelliği. İçimdeki nefret ateşini söndürmeye çalışıp videoya odaklandım.
Arka planda nemli bir taş duvar gözüküyordu. Sesindeki titreme her kelimenin ardındaki korkuyu belirtircesine videoya bakarak konuştu.
“Be- ben Dila Karataş. Halil Karataş’ın kızıyım. Aileme sesleniyorum, sessiz kalın ve jandarmayı ya da herhangi bir devlet organını bu işe karıştırmayın. Bu adamların sö- söylediklerini yapın. Lütfen!”
Arka planda biri kameraya doğru yaklaştı ve ekranı kendine doğru çevirdi. Yüzü tamamen maskeliydi, adamın bir profilini çıkarmak mümkün değildi. Sertçe konuştu.
“Halil Ağa, gördüğün gibi Dila artık bizimle. Ondan artık ümidi kes. Onu kurtarmaya çalışmayacaksın. Senin artık Dila diye bir kızın yok. Liderimiz onu beğendi, artık onun karısı olacaktır. Mucizevi bir şekilde kurtarsan bile bundan böyle Dila’yı yaşatmayız. Artık bizim örgütümüzün malıdır.
Oğullarının, karının, geriye kalan ailenin yaşamasını istiyorsan şartlarımızı kabul edeceksin. Yoksa bugünkü gibi konağı başınıza yıkar soyunuzu kuruturuz.
Bundan böyle silah işlerini bize devredeceksin. Ticareti bizim sınırımızdan yapacaksın. Bunu kabul etmeyen herkesi düşman biliriz. Zamanı gelince devretmen için bir elçi yollayacağız.”
Ve video kapandı.
Halil Ağa bana döndü. Tespihi hızla elinde çevirdi. “Gördün işte,” dedi. “Dila’yı bir daha göremeyeceğimi örgüt lideriyle evleneceğini söylüyorlar! Bizi canımızla, malımızla tehdit ediyorlar.”
Halil Ağa, Mardin’in en güçlü aşiretlerinden birinin ağası olmasına rağmen tüm bu güç ve kudrete tezat bir şekilde çaresiz ve acılı duruyordu.
“Sen…” dedi. Gözlerinde sanki bir umut belirir gibi oldu. “Sen bir zamanlar kapıma gelip Dila’yı istemiştin yüzbaşı. Onu sevmiştin. Kalbindeki aşk küllendi mi bilmem. O çelimsiz, gözlüklü, kilolu, toy çocuğu kızıma layık bulmamıştım ama şimdi… Şimdi başka.”
“Neymiş başka olan Halil Ağa?” dedim sertçe. “Bunlar çok eskide kaldı. Kızına aşık falan değilim. Görevim neyi icap ederse onu yapacağım.”
“Hayır yüzbaşı hayır,” dedi. “Şimdi o çocuğun, o benim adam yerine koymadığım delikanlı çıkıpta kızımın tek kurtuluşuysa bu kaderdir.
Adamları duydun… Dila’yı o örgüt lideriyle evlenecekler. Onu bir daha göremeyeceğim. Kızımı kurtarsam bile, onu koruyamam. Önünde sonunda öldürürler onu.”
Kaşlarımı çattım çünkü konunun nereye gittiğini anlayamıyordum.
“Sarp Karadağ…” dedi karşımda dimdik dikilip. “On sene önce benden kızımı istemiştin bende şimdi kızımı sana veriyorum. Sana yalvarıyorum delikanlı. Hatta önünde diz çöküyorum!”
Dizlerinin üzerine çöküp önümde saygıyla eğildi.
“Onu kurtarıp onunla evlen. Senden başka kimse Dila’mı koruyamaz… Onu bana geri getir yüzbaşı lütfen…”