SARP
“Kızımı sana veriyorum.”
Bu cümle kulağımda yankı yaptı. Sanki bir el, o an gelip kalbimin boğazına yapıştı.
On yıl önce tam da bu cümleyi duymak için her şeyimi verebilirdim. Ama bu defter yıllar önce kapanmıştı benim için. Şimdi Dila’yı sadece Sarp olarak düşündüğümde içimden yükselen tek bir şey vardı; saf bir nefret. Asker olarak ise kurtarılmayı bekleyen bir masum.
Kader ise o tozlu sayfayı yeniden açmak istiyordu. Ve bu kez… kan bulaşmıştı kenarlarına.
Gözlerim Halil Ağa’nın üzerinde sabitlendi. Yüzü yılların yükünü taşıyan sert bir taş gibi ama gözlerinde ezilmiş bir adamın acısı vardı. Kolundan tutup onu kaldırdım. Koskoca aşiret ağası önümde diz çöküyordu ama zerre etkilenmiyordum bundan. Asker olduktan sonra tüm duygularımda o yemin töreninde buhar olup gitmişti sanki. Duygusuz, çelik gibi bir herife dönüşmüştüm.
Dudaklarımı kıpırdattım. Her kelime bir kurşun gibi çıktı ağzımdan.
“O 10 yıl önceydi, Halil Ağa. Kimseyle evlenmek istediğim falan yok! Dila’yı ne seviyorum, ne de beğeniyorum. O iş çoktan kapandı benim için. Ben görevim için buradayım, kız istemek için değil."
Sesim soğuk ve duygudan yoksundu.
Bir anlık sessizlik oldu. Mahmut Ağa gözlerini faltaşı gibi açtı, bir adım öne atıldı ama Halil Ağa elini kaldırarak onu durdurdu. Öylece karşımda durdu. Bir dağ gibiydi. Ama şimdi o dağın çöküşüne şahitlik ediyordum.
Sonra sesi çatladı. O gururlu, her dediği kanun olan adamın sesi cılız bir şekilde çıktı.
“Biz bu kızı koruyamayız Sarp, oğlum. Kendi soyumuzun bile ihanetine uğradık. Yalnız bırakıldık. Bir kadını… kızımı… kurtaracak bir tek sen kaldın. Dila’yı sevmesende onu kurtarmak senin vatana borcun.”
Gözlerini yere eğdi.
“Ama yaşaması için seninle evlenmesi şart.”
Yutkundum. İçimdeki asker, “göreve odaklan” diye bağırıyordu. Ama içimde bir başka adam daha vardı… yıllar önce bir kadına aşık olmuş, ama onun küçümseyen bakışıyla yerle yeksan olmuş bir genç adam.
Gözlerim dizüstü bilgisayara çevrildi. Video kaydı hala açıktı. Sadece durdurulmuştu. Dila’nın gözleri önümdeydi. O gün bana bakan ve beni istemediğini söyleyen gözlerin aynısıydı… Hiç değişmemişti. Birden ondan intikam almak gibi delice bir hırsa kapıldım. Ona öfkem içimde gittikçe büyüyordu çünkü.
“Tamam,” diyerek Halil Ağa’ya döndüğümde adamın gözleri sevinçten doldu.
Ama hainlikle, intikamla puslanmış gözlerimi Halil Ağa’ya diktim.
“Kızını kurtaracağım. Sonra da alacağım. Ama bir şartım var. Onunla evlensem bile, Dila benim karım olmayacak.”
Halil Ağa, hayal kırıklığı ile baktı yüzüme. Anlayamıyordu.
“Neden? Hani seviyordun, istiyordun onu!”
“Artık istemiyorum,” dedim. “Ama her yalnız yaşayan erkek gibi evin ihtiyaçlarını görecek birine ihtiyacım var. Dila benim karım değil, hizmetçim olacak. Onu kurtarmamın karşılığında ömür boyu bana hizmet edecek. Ancak böyle kabul ederim teklifini. Seçim senin Halil Ağa.”
Halil Ağa’nın nefesi bir an kesildi. Gözleri doldu. Dudakları titredi ama hiçbir şey demedi. O anda gururunu da yuttu.
Mahmut ağa dayanamayıp araya girdi. “Abi, ne saçmalıyorsun?”
“Kızımın o örgüte hanım olmasındansa devletin askerine hizmetçi olmasını yüz kere yeğlerim!” diye gürledi.
Anlaşma sözle imzalanmıştı. Dilara’yı kurtaracaktım ve karım olacaktı. Ama sadece kağıt üstünde… Evet, evlenecektim onunla. On yıl önce olsa aşk evliliği olacak bu evlilik şimdi patron çalışan ilişkisi içinde olacaktı. Yemeğimi yapacak, kıyafetlerimi yıkayacak, hiç şikayet etmeden işimi görecekti. Onu ne pahasına olursa olsun kurtaracaktım.
İçimde ilk defa bir kıvılcım çaktı. İntikam mıydı bu? Görev mi? Yoksa kalbinin çok derinlerinde hala bir şey hissettiğim kadını kurtarma arzusu muydu?”
Cevabı kendim bile bilmiyordum.
*
CUDİ DAĞI ETEKLERİ
Soğuk…
Bu dağın gecesi taş gibi soğuk olurdu. Sanki her yıldız bir kurşun, her nefes bir ağırlık gibi çökerdi insanın göğsüne. Ama ben alışıktım.
Kendime karargaha yakın bir ev yaptırmıştım. Bazen gider orada kalırdım. Ama bu gece, ayağımın altındaki taşlar ufalanırken tek bir şey düşünüyordum: Dila.
Hayatıma yine aniden girmişti. Ve bu kez her şey çok değişmişti. O isteme günü… Babam “bu kız sana yasak” demişti o gün. Ve bir sene sonra da vefat etmişti. Aile başsız kalmıştı. Annemi dayıma emanet edip, askerlik ocağına yazılmıştım. Erkek kardeşimden de bir hayır geldiği yoktu, ne yaptığı belli değildi. Tekinsiz tiplerle arkadaşlık yapıyordu. Para kazanmıyordu. Sonunda da kayıplara karışmıştı.
Dila ile evlenmem yasaktı bana. Çünkü bu yasak babamın son vasiyeti gibiydi. Sigaramdan bir nefes çekip üfledim. Hem soğuğun hem dumanın etkisiyle ağzımdan koyu bir sis yükselip geceye karıştı.
Babama ihanet etmiştim. Ne olursa olsun bu kızla evlenme demişti bana… Ben de Dila’dan sonra bir daha aşk işine tövbe etmiştim. Değil Dila ile kimseyle evlenmek istememiştim.
Şimdi… Babamın vasiyet gibi söylediği o sözler kulaklarımda çınlarken vicdanımı rahatlatmaya çalıştım. Kağıt üstünde, formalite bir evlilik olacaktı bu. Karım olmayacaktı. Dokunmayacaktım ona. Yatağıma da almayacaktım.
Çünkü Dila bana yasaktı. Sırf babama saygımdan gözüne bile bakmayacaktım onun, gerekmedikçe konuşmayacaktım. Görevim gereği onu kurtaracak, babasının isteği üzerine de koruyacaktım onu.
Ama Dila benim görevim olmaktan çoktan çıkmış, kaderime dönüşmüştü.
Gözüm karaydı. Bu gece ya Dila’yı o lanet örgütün elinden alacaktım; ya da bu dağ beni alacaktı…
Gökyüzüne baktım… Ayın örtüsü kara bulutlardı ama içimde aydınlık bir öfke vardı. Bugün gece yürür, sabaha karşı ya zaferle dönerdik ya da hiçbirimiz dönmezdik. Kız uzakta değildi, örgüt kendi içinde örgütlenmiş küçük bir gruptu anladığım kadarıyla. Kendi başlarına iş yapıyorlardı.
Karargahın içinden mavi bir ışık sızıyordu. Üsteğmen Efe’nin dizüstü bilgisayarıydı bu. Uydu bağlantısıyla aldığı son istihbarat verilerini çözüyordu.
Yanına yürüdüm. Sol yanında Zeynep diz çökmüş, parmaklarını iz köpeği Pars’ın tüylerine geçiriyordu. Hayvan huzursuzdu. Onun içgüdüsüne güvenirdim. Ne zaman bir tehlike yaklaşsa, bizden önce hissederdi.
Zeynep başını kaldırdı.
“Komutanım. Pars diken üstünde. Bu gece bir şeyler olacak, hissediyorum.”
Dila’nın videosunu time izlettiğimde hepsinin içi yanmıştı. Ama Cemo hariç hiç kimse Halil Ağa’yla olan gizli anlaşmamı ve onun on yıl önce sevdiğim kadın olduğunu bilmiyordu. Cemo’ya da Mahmut ağa söylenirken ağzından kaçırmıştı. Ona çenesini kapalı tutması gerektiğini söyleyen bir bakış fırlatmıştım. Gözlerim uzaktan timimdekiler üzerinde yoğunlaştı.
Her biri bir milletin huzuru için can vermeye hazır, onurlu askerlerdi.
Her biri bir diğerinin gözünün içine bakarak anlaşacak kadar da kardeşti.
Teğmen Cem, keskin nişancımızdı.
Astsubay Kıdemli Başçavuş Cemal “Cemo” Bomba uzmanıydı. Ama bir elinde silah varken bile çerez gibi fıstık yerdi. Fıstık onun zayıf noktasıydı. Onun neşesi hepimizi diri tutar, patlamalar arasında bile şakasını yapmaktan geri durmazdı.
Üsteğmen Efe… İstihbarat kolumuzdu. Uydu verileri, elektronik karıştırmalar, sinyal kesmeler… Her şey ondaydı.
Uzman Çavuş Aybars, yakın dövüş ustasıydı.. Eli silaha gitmeden önce yumruğunu konuştururdu.
Ve Uzman Çavuş Zeynep Demiral, yani “Zey”
Timin tek kadınıydı. İlk yardımda uzmandı. Köpeğimiz Pars’la tek bir vücut gibiydi.
Benim timim buydu. İşte Dila ile yollarımız ayrıldıktan sonra kurduğum aile buydu…
Karargaha yeniden girdim ve “Bir daha oynat,” dedim.
Dila’nın videosunu kaçıncı izleyişimizdi bilmiyorum. Artık gözlerimi kapattığımda bile zihnimin orta yerine Dila’nın yüzü düşüyordu. Korku dolu ama hala inatla güçlüydü o yüz. Sanki o gözler, yıllar önce bana bakıp ‘sen bana layık değilsin’ diyen gözlerle aynıydı.
Karanlık çökmek üzereydi. Karargahın içinde sadece monitörlerin loş ışığı yanıyordu. Efe, bir elinde cips diğerinde mouse’la videoyu geri sardı. “Yüzbaşım, bu kıza kamera önü yakışıyor ha. Güzel kızmış.”
“Kes lan,” dedim.
Gülüşmeler yükseldi. Aybars, kucağında köpeğimiz Pars’ı okşarken güldü.
“Efe yine romantik moddasın bakıyorum. Valla Efe bu kadar takıldıysa demek ki kız iş yapar.”
Cemo, koltuğa yayıldı. “Kız bizim yüzbaşımızın eski aşkıymış ya… İki dakika daha izlersek Sarp abi kıza aşık olacak tekrar.”
Herkes şaşkınlıkla bana döndü.
“Çeneni tutamadın değil mi?” dedim dişlerimin arasından.
“Evleneceğini söylemedim ki abi, eski aşkı dedim…”
Herkes daha da şok oldu.
Cemo ağzındaki fıstığı çatırdatarak ezdi. Ağzını silerken bana döndü ama yüzünde o alaycı gülüş yoktu artık.
“Cemo yeter,” dedim.
“Abi ben nerden bileyim sır olduğunu? Madem her şey açığa çıktı… Hizmetçi olacağını da söyleyeyim time tam olsun.”
“Açığa alacağım seni bak,” dedim öfkeyle.
Zeynep bana döndü. “Yani… Dila dediğimiz kız, gerçekten… önceden aşık olduğunuz bir kadın mı komutanım?”
Cem mırıldandı. “Hasiktir…”
Gözlerim sadece ekrana sabitlenmişti. Hiçbirine cevap vermiyordum ama suskunluğumun cevaptan daha çok şey söylediği belliydi.
Aybars elindeki bıçağı çevire çevire koltuğa gömüldü. “Ben de diyordum ki… bizim kartal neden bu kadar öfkeli uçuyor bu gece.”
Kod adım kartaldı benim. Ona gönderme yapıyordu aklınca.
Efe oturuşunu düzeltti. “Bir dakika ya… O Dila… Bu Dila mı? Hani senin zamanında babasına gidip kızını istemeye çalıştığın… ve reddedildiğin kız mı?”
“Cemo sayende burada komutanlığım değil aşk hayatım konuşulur oldu. Tim! İşinize bakın, yoksa fena olur.”
Gözlerim hala ekrandaydı. Dila’nın gözleri beni izliyordu.
Zeynep hafifçe başını eğdi. Sessizdi ama onun da gözlerinde saygı ve merhamet vardı. Kadın kadını anlardı. “Komutanım,” dedi yavaşça. “Bu kişisel bir mesele olmuş olabilir… ama kimse buradaki hiçbir şeyi bu kadar ciddiyetle sahiplenmezdi. Onu oradan çıkaracağız. Ne olursa olsun.”
O an gözlerimi ekrandan çektim. Her birine tek tek baktım.
“Evet. Cemo sağolsun sizi derin bilgileriyle aydınlattı ama benden de duyun. Bu o Dila. On yıl önce uğruna her şeyi göze alıp da karşılık alamadığım kadın. Şimdi ise kurtarmam gereken biri. Ve babasının isteği üzerine korumam gereken biri. O yüzden evlilik kararı aldım. Ancak bu gerçek bir evlilik değil.”
Aybars kıkırdadı. “Yüzbaşım, on yıl sonra bir kadını senin nikahına almak için resmen Cudi’yi bombalayacağız.”
Cemo kahkahayı patlattı. “Ula bak şu işe! Kız seni istememiş, sen de kızı örgütten kaçırıyorsun. Bizim tim aşk hikayelerine karışmasın demiştik ama bu başka seviye.”
“Yeter.”
Sesim sert ve netti. Bir anda kahkahalar durdu. Cips poşeti bile sessizliğe gömüldü.
“Sakın bir daha konuyu alaya almayın. Bu sadece bir görev. Kız kim, ben kim. Aramızda hiçbir bağ yok. Benim için önemli olan tek şey bir şey var! Bir Türk kadını şu an düşmanın elinde esir. O kadını geri getirmek, benim değil; bizim namus borcumuz. Bu bizim görevimiz! Biz kişisel değil, profesyonel hareket ederiz. Bunu unutan varsa şimdi timden ayrılsın.”
Timsah sessizliği…
Sonra Cem, bir adım öne çıktı. Gözlerini yüzüme dikti. “Komutanım, sen emir ver. Gerekirse Cudi’yi yerle bir ederiz. Ama o kızı oradan sağ çıkarırız.”
Zeynep başını salladı. “O kızın gözlerindeki korkuyu gördüm. Orada olmanın ne demek olduğunu tahmin edebiliyorum. Eğer bu görevse, en kutsal görev bu.”
Efe ekledi. “İstihbaratı temizleyelim. Sızma rotalarını belirledim bile. Giriş 03.45’te.”
Cemo, cebinden son fıstığını çıkarırken bile ciddiyetle “Ben cehennemin kapısını patlatırım, ama o kızı çıkarırız abi,” dedi.
“Sen konuşma,” dedi Aybars.
“Niye lan başçavuşun eşeği mi osuruyor burada?” deyince herkes kahkahaya boğuldu. Cemo rütbesine gönderme yapıyordu.
Aybars bana döndü. “Benim yumruğum Dila için havalandı. Komutanım, emir bekliyoruz.”
Yüzlerine baktım. Sonra başımı “tamam” dercesine eğdim. Böyle şovları yutmazdım ben, arkamdan kim bilir nasıl makara çevireceklerdi…
Gözlerimi monitöre diktim. Gözlerim detaylarda dolaşıyordu. İçimde bir fırtına kopuyordu. Bu işi kişiselleştirmemeye çalışıyordum. Ama Dila’nın gözlerinin içimde bir nefret uyandırmasına engel olamıyordum.
“Dur!” dedim aniden. Gözlerim ekranın sol üst köşesine takılmıştı.
Efe hemen yaklaştı. “Ne gördün komutanım?”
Videoyu durdurduk.
“Bakın, 00:13 de bir yansıma var. Kulak hizasında bir parıltı oluşuyor.”
Efe hemen analiz sistemini açtı. “Bu yansıma… çatıya monte edilmiş yarım daire bir çanak bu! Uydu alıcısı değil… Bunlar iç iletişim için kullanıyor. Hemen bulurum yerini.”
Zeynep, kahvesini bırakıp ekrana odaklandı. “Yani mekan belli mi? Gerçekten mi? Bu kadar kolay mı?”
Efe gülümsedi. “Cudi’nin kuzey cephesinde bu sistemden sadece bir yerde var. Suriye sınırına yakın eski bir madencilik alanında. Ama yasal kayıtlarda terk edilmiş görünüyor.”
Cem kaşlarını kaldırdı. “Boş maden? Örgüt için harika bir saklanma yeri.”
Başımı salladım. “Gece çıkıyoruz.”
Cemo heyecanla ellerini ovuşturdu. “Yüzbaşım, çakalları çökertiyoruz yani?”
“Aynen öyle. Onlar çakalsa, biz kurtuz. Ve bu gece, kurdun dişini göstereceğiz.”
*
Karargah sessizdi. Silahlar kuşanıldı, kamuflajlar giyildi. Pars bile zırh yeleği taktı. Tim helikopter değil, sessiz intikal için kara aracıyla çıkacaktı. Benim önderliğimde plan oldukça netti. Sız, tespit et, al, çık.
Aybars mırıldandı. “Yüzbaşım, bu gece fazla sessizsin…”
“Odaklandım sadece….” dedim ters ters. “Altında bir bok arama.”
“Eskiden kızları kurtarmaya giderken daha neşeli olurdun. Ne oldu, evlilik heyecanı mı bastı komutanım?”
“Aybars!”
Cemo devreye girdi. Tim sağolsun benden hem korkar hem de eğlenmekten geri duramazdı. Onlara kıyamadığımı da bilirlerdi.
“Oğlum rahat bıraksana yüzbaşını. Mario misali kızı kurtarıp evlenecek işte. Prensesi kuleden kurtaralım da hayırlısıyla.”
Ters ters ona baktım ve hiç konuşmadan yolculuğu tamamladık. Eşek herifler ve elbette ilaveten Zey, hiç korkmuyorlardı da. İşleri güçleri goygoydu. Sonunda boş madene yakın bir yerde konumlandık. Pars huzursuzlanıp birkaç kez havladı.
Timin tamamı ve bende dahil çökük kayanın ardına mevzilenmiştik. Sinyal kesiciler çalışıyordu, telsizler susturulmuştu, nefesler tutulmuştu.
Sol elimin altında sert kayayı hissediyordum. Diğer elim, tetikte bekleyen MPT-76’nın kabzasını sımsıkı kavramıştı. Zeynep, köpeği Pars’la diz çöküp kulaklıkla bana sinyal veriyordu. “Yüzbaşım… içeride bir sıcaklık var. Sabit durmuyorlar. Hareketliler.”
Cemal “Cemo”, sırtında taşıdığı C4 çantasını yavaşça yere bırakırken gülümsedi. “Şimdi ne var ne yok ortaya çıkaralım mı, komutanım?” diye fısıldadı. Gözünde o her zamanki muzur parıltı vardı. Ama ben hala ileri hamleyi yapmamıştım.
Efe, gece görüş gözlüğüyle madenin karanlığına göz attı. “Sinyal zayıf ama içeride anlık bir veri akışı yakaladım. Kamera sistemleri hala çalışıyor olabilir. Kapalı devre olabilirler. Dila’nın gönderildiği videoyla eşleşen bir görüntü buldum, bu madende çekilmiş.”
Gözlerimi kapattım. Öyle kolay olmuştu ki… Tim sayesinde elimle koymuş gibi bulmuştum Dila’yı. Şimdi asıl mesele onu çekip çıkarmaktı.
“Kalabalıklar mı?” diye sordum.
Cem, karanlıkta diz çöküp dürbününü çıkardı. Konuşmadan, işaret parmağını yukarı kaldırdı.
“Hayır içeride en fazla on kişi var. Üç kişi, girişin orada nöbette.”
Dürbünü elime alıp inceledim. Silahlar heriflerin ellerindeydi. Bizi beklemiyorlardı. Yerlerini bulacağımızı tahmin etmemişlerdi. Daha doğrusu askerin bulacağını tahmin ederlerdi belki ama Halil Ağa’nın askere başvuracağını tahmin etmemişlerdi. Yine de tetikteydiler.
Elimi kaldırdım. Timin içindeki herkes, tek bir komutla hayatını vermeye hazırdı. Bu gece bizim gecemizdi. Ve her biri, kendi cehenneminden geçmiş askerlerdi. Çelik gibi sinirlerle örülmüş bu tim, şimdi sessizce madenin içine sızmaya hazırdı.
Bir işaret verdim. Aybars, gölgeden fırlayıp en sağdaki nöbetçiyi bir karambit darbesiyle sessizce yere indirdi. Yakın dövüşte usta olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Yüzünde öfke okunuyordu.
Cem, diğer iki nöbetçiyi göz ucuyla izledi. Göz kırptı, sonra iki el, iki sessiz atış fırlattı. Glock’undan çıkan susturulmuş mermi, adamlardan birini alnından, diğerini kaşının üzerinden aldı. Kıpırdamadan, düşmeden ölüvermiş gibiydiler. Cem’in işi buydu. Keskin nişanda bir numaraydı, üstüne tanımazdım.
Nöbetçileri öldürünce, madenin içine yavaşça sızdık. Taş duvarlar rutubetliydi, yere her adım attığımızda çıplak demir ses veriyordu. Havadaki pas kokusu neredeyse gözlerimizi yakacak kadar yoğundu. Sessiz bir şekilde yürüyorduk. Zeynep, köpeği Pars’ın burnunu yere doğru bastırarak yönlendirdi. “Yüzbaşım, Dila’nın kokusu burada. Pars net tepki veriyor. Sağdaki tünelden gidiyorlar.”
İleri hamle yaptık. Efe, diz çöktü ve yere küçük bir cihaza bıraktı. “İçerideki sinyali kesiyorum komutanım. Artık buradaki kimse dış dünyayla haberleşemez. Biz de dahil.”
Parmaklarını birkaç düğmede dans ettirdi ve sistem sustu. Madenin içi artık sadece bize aitti.
Cemo, duvara yaslanıp yere çömeldi. Elinde bir alet çantası vardı. Alnında ter birikmişti. “Bu kadar sessizlik beni korkutuyor. Kesin girişe tuzak döşemişlerdir,” dedi. Ellerini kablolarda gezdirip gülümsedi. “Bingo! Dört ayrı tuzak, üçü hareketli, biri basınca duyarlı. Kimse beni çağırmadan oyun başlatmasın.”
İnce işçilikle halletti. El yapımı patlayıcının kablosunu söküp yerine kendi düzeniyle kör devre yaptı. “İsteseniz patlatırım da… ama belki biraz geç kalırız.” Omzunu silkti, sırt çantasını tekrar taktı. Timin yolu açılmıştı.
İçerisi genişliyordu. Tünel, aşağıya doğru döne döne ilerliyordu. Maden o kadar derine kazılmıştı ki, eski bir operasyon üssü gibi kullanıldığını hemen anlamıştık. Efe’nin gözleri alev aldı. “Burada biri ciddi sistem kurmuş. Elektronik izler, kamera hatları, termal kaplamalar… bu rastgele bir saklanma değil. Burası onların kalesi gibi bir şey.”
Ama biz kaleleri fethetmek için yetişmiştik.
İlk temas anı geldi.
İç tünele adım attığımızda, sağdan gelen bir mermi duvara saplandı. Ardından sol üstten bir otomatik tüfek ateşlendi. Zeynep hemen yere atladı, Aybars’la sırt sırta verip karşı ateşe geçti. Cem, bir direğin arkasına çöktü, dürbününü çıkardı. “Üç hedef, yüksekte. Tepeden vuruyorlar!”
Cemo mırıldandı. “Bana biraz koruma verin. Onlara bir sürprizim olacak.” Sırtından küçük bir el bombası çıkardı. Pimin halkasını dişiyle çekti, ardından tüneklerin altına doğru fırlattı.
Patlama yankılandı. Madenin duvarları titredi. Toz ve duman bastı ortalığı. Aybars yerinden fırladı, tek hamlede iki adamın üstüne atladı. Yumruğu birini duvara yapıştırırken, bıçağı diğerinin boğazına bastı.
Zeynep, bana döndü. Pars kudurmuştu sanki. “Kız burada bir yerlerde. Eminim,” dedi. Pars tekrar havladı. Ters yöne, daha aşağıdaki tünele koşmaya başladı.
Efe veri tabletini açtı. “Aşağıdaki kat aktif. Orası zindan gibi. Oraya saklamışlardır Dila’yı.”
Ben önden geçtim. Her adımda yere basarken gözüm Cemo’nun işaretlediği çiplere, Efe’nin ekranına, Pars’ın tepkilerine takılıyordu. Herkes görevini biliyordu. Herkes birbirini tamamlıyordu.
Tünelin sonunda ağır bir demir kapı vardı. Zeynep göz ucuyla bana baktı. “Burada. Pars saplandı.” Köpek havlamıyordu artık, ama burnunu yere bastırıp sağa sola koşuyordu. Cemo kapının önünde diz çöküp dinledi. “İçeride ses yok ama ısı var. Ya tuzak… ya da canlılar var.”
Efe yanaştı. “Elektronik kilit. Kodu çözerim ama zaman alır.” Ben başımı iki yana salladım.
“Hayır. Kapıyı kırıyoruz. Dila içerideyse, vakit kaybedemeyiz. Ayrıca her an destek ekipleri gelebilir.”
Aybars yana atıldı, bir omuz darbesi, iki… üçüncüde kapı yerinden söküldü. İçerideki karanlık, gözlerimizi bıçak gibi kesiyordu. Ama aniden bir ışık huzmesi yanıp söndü.
Kapıda dikildik.
Tam yerde elleri ve ağzı bağlanmış bir beden vardı… Dila…
Başını korkuyla bize çevirdi. Üniformalarımızı inceledi ve belirgin bir şekilde omuzları gevşedi…
Ve sonra…. Göz göze geldik.