Asya Günay
İki saattir bu cehennem gibi askeri araçta oturuyordum. Kalktığımda suratına yumruk çakmak istediğim asker bileğimi sertçe tutmuştu. Öfkeyle yerime oturdum. Babama söyleyecektim saatlerce içtima cezası versin de bu ayı terbiyesizliğinin bedelini ödesin. Yan tarafa döndüm. Yanımda oturan adamın—adı neydi? Ha, Yüzbaşı Emir Karahan—suratı beton gibiydi. Araç bir tümseğe çarptığında istemsizce hafifçe ona doğru kaydım.
“Özel korumam olarak bana biraz daha nazik davranamaz mısın?” dedim. O kadar sinir olmuştum ki bulaşmak istiyordum.
Bana doğru döndü, gözlerini kısıp alaycı bir şekilde kaşını kaldırdı.
“Nazik mi?”
“Evet.” Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Sonuçta koruma görevindesin. Biraz kibar olsan ölmezsin.”
Oturduğu yerde hafifçe bana doğru eğildi, sesi buz gibiydi.
“Bak küçük hanım, ben senin nazik muhafızın değilim. Hayatta kalman için buradayım, yoksa senin kaprislerini çekmek gibi bir görevim yok.”
Çenemi sıktım. “Kapris mi? Beni koruman için seni zorla mı tuttular burada?”
“Aynen öyle oldu.”
Öfkeden gözlerimi devirdim. “Harika. Kendi isteğiyle burada bile olmayan bir adam bana nasıl koruma olacak, merak ediyorum.”
Emir kaşlarını çattı, bir şey söyleyecekti ama araç aniden durdu. Başımı çevirip dışarı baktığımda büyük bir askeri üsse geldiğimizi fark ettim. Şimdi naneyi yemiştim işte. Umarım babamın haberi yoktur.
**
Sanırım şu an hayatımın en saçma olaylarından birini yaşıyorum.
Dün geceye kadar sıradan bir gazeteciydim. Haber peşinde koşan, tehlikeye aldırış etmeyen, bazen fazla meraklı olduğum için başımı belaya sokan ama yine de kendimce iyi bir iş yaptığımı düşünen biriydim. Ama şu an?
Koruma altındaydım.
Beni koruyanlar devletin adamlarıydı. Beni apar topar alıp askeri üsse getirdiler. Pencereleri sıkı sıkıya kapatılmış, dış dünyayla tüm bağlantımın kesildiği bir yerdeyim. Telefonum alındı. İnternete erişimim yok. Resmen hapisteyim.
Ve şimdi, hayatımı mahvedecek adamı bekliyorum.
Koruma görevlisiymiş. Özel Harekât’tan bir yüzbaşı. Adı neydi? Emir Karahan. Sert, soğuk ve kurallara takıntılı biri olduğunu söylediler. Tam benim tersim yani.
İçimde tuhaf bir his vardı. Bu adamla anlaşamayacağımı adım gibi biliyordum.
Kapı açıldı.
İçeriye giren adamı görünce içimden bir “Vay be!” dedim ama belli etmedim.
Adam kesinlikle etkileyici bir görüntüye sahipti. Uzun boylu, geniş omuzlu, sert hatlı bir yüzü vardı. Hafif kirli sakalı ve sert bakışlarıyla tam bir askerdi. Soğuk. Duygusuz. Tehlikeli.
Ama benim dikkatimi çeken şey gözleriydi. O kadar koyuydu ki, içine düşebilirdiniz. Ama o gözlerde bir şey vardı… Fırtına gibi bir şey.
Adam kapıyı kapatıp, kollarını göğsünde bağladı. Beni baştan aşağı süzdü. Hiç de etkilenmiş gibi görünmüyordu.
"Seninle ilgilenmem için buraya gönderildim. Ama şunu baştan söyleyeyim, gereksiz yere başımı belaya sokarsan seni zincirlerim."
Gözlerimi kırpıştırdım. Zincirlemek mi?
Gülmemek için kendimi zor tuttum. Şaka yapmıyordu. Ciddi ciddi bana emir veriyordu.
"Merhaba? Ben Asya. Sen de hoş geldin falan de bari?"
Adam kaşlarını kaldırdı. "Hoş bulmaya falan gelmedim. Beni dinle. Bundan sonra benim kurallarıma uyacaksın."
İşte o an içimdeki inatçı Asya devreye girdi.
"Hadi ya? Mesela hangi kurallar?"
Adam bir adım attı. Teni güneşten yanmış gibiydi, kasları belli oluyordu. Ama ben geri adım atmadım.
"Odadan izinsiz çıkmak yok. Telefon yok. Dışarıyla iletişim yok. Ve en önemlisi… Ben ne dersem o."
O kadar ciddiydi ki, inadına sırıtmak istedim.
"Peki, yüzbaşım. Canım kahve isterse?"
"İçmezsin."
"Tatlı istersem?"
"Unut."
"Ama ben tatlı sev…"
"Asya!"
Ses tonu sertleşti. Otoriter. Bu adamın karşısındaki askerler kesinlikle titriyordur. Ama ben?
Göz kırptım. "Kızdırmaya çalışmıyorum. Sadece çok ciddisin. Biraz gevşemelisin."
Adam derin bir nefes aldı. Sabır testi yapıyordum ve bunu biliyordum. Ama o da hiç eğlenceli biri değildi.
"Benim işim ciddiyet gerektirir. Senin gibi şımarık sivillerle uğraşmaya alışkın değilim."
İşte bu biraz sinirime dokundu.
Kollarımı bağlayıp, gözlerimi kıstım. "Ben şımarık falan değilim."
Adam başını hafif yana eğdi. "Öyle mi? Çünkü şu ana kadar fazlasıyla kaprisli görünüyorsun."
Bu adamla anlaşamayacağımızı biliyordum. Ama ne vardı ki? Onun kurallarına uymaya niyetim yoktu.
İçimden bir ses, onun da benim baş belam olacağını söylüyordu.
Ve ben belaya girmeyi severdim.
.
.
.
Emir
Bu kadın kesinlikle başıma bela olacaktı.
Karşımdaki küçük, inatçı, umursamaz muhabir... Hayatı boyunca disiplin görmediği o kadar belliydi ki.
Benim görevim onu korumaktı. Ama şu an onu zapt etmek daha zor görünüyordu.
Saçlarını topuz yapmıştı. Gözleri parlaktı, gülümsemeye meyilliydi. Ama bana meydan okuyan tavırları vardı.
Bu kadını susturmak mümkün müydü?
"Bak Asya, burada hayatta kalman için buradayım. Beni sinirlendirme."
Gözlerini kırptı. "Neden? Sinirlenince ne yapıyorsun? Beni kurşun manyağı mı yapacaksın?"
Derin bir nefes aldım. Sabır Karahan.
"Beni sinirlendirirsen, hayatın daha da zorlaşır."
Gözlerini devirip yatağa oturdu. "Zaten bir odaya hapsoldum. Daha ne kadar zor olabilir ki?"
Yanına doğru yürüdüm. Bu kadar gevşek olamazdı. Tehlike ona düşündüğünden daha yakındı.
"Senin yüzünden birkaç örgüt şu an peşinde. Ve onlar bulduklarında senin şakanı kaldırmazlar. O yüzden ciddiye alacaksın. Ben ne dersem onu yapacaksın. Aksi halde seni sürükleyerek bile götürürüm."
Kaşlarını kaldırdı. Tam dibime girip gözlerime sertçe baktı.
"Sert oynuyorsun, yüzbaşım." dedi.
O kadar umursamazdı ki, onu neyle karşı karşıya olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmalıydım.
Ama bu kadın, benim sabrımı zorlamaya yemin etmiş gibiydi.
Ve ben, sabrı tükenmiş bir adamdım.
Sertçe kolunu tuttum. O kadar yakınlaşmıştık ki kokusunu alabiliyordum.
" Üzerinde daha sert olabilirdim," dedim sertçe. Gözleri bir anda büyüdü. Benimle oynayamazdı.
" Terbiyesiz," deyip çırpınmaya başladı. Onun bu hali beni güldürmüştü. Çünkü yanakları kızarmış ve ilk defa edepsiz bir şaka yapılmış gibiydi. Saf ve masum. Üstelik çok güzel kokuyordu. Burnum da sanki bir çiçek bahçesi vardı.
Bir sürü çiçek kokusu vardı sanki üzerinde kokusu beni yumuşatır gibi oldu ki girişten sesler gelince geri çekildim. Yoksa uzun zamandır kadın görmediğim için kesinlikle boynuna yapışacaktım.
" Sen daha edepsizlik görmemişsin Asi muhabir," dedim gülerek. Ağzını açmıştı ki o da girişten sesleri duyunca bakışlarını üzerimden çekti.
.
.
.
Asya
Girişte sesler gelince ikimizin de bakışları oraya döndü.Girişte babam duruyordu.
İçimde tuhaf bir heyecan dalgası oluştu. Babamla yıllardır doğru düzgün konuşmamıştık. Onun gözünde ben sadece başına bela açan bir kızdım. Ama şu an gözlerini kısarak bana bakıyordu.
Ayağa kalktığımda, derin bir nefes alarak ona yaklaştım. Hemen şu askeri şikayet edecektim.
“Baba…”
Gözleri bir an yumuşar gibi oldu ama anında kendini topladı. Soğuk ve sert bir sesle konuştu.
“Asya.”
Bu kadar mıydı? Bu kadar mı özlemişti beni?
Yanında başka rütbeli askerler vardı ama bana yalnızca bir anlık bakış atıp uzaklaştılar. Emir de babamın yanına geldi ve sert bir selam verdi. Babam başını salladı.
“Yüzbaşı Karahan, görevini başardığın için teşekkür ederim.”
Karahan mı? Gözlerimi kıstım.
“Sen bu adamı tanıyor musun?”
Babam bana dönmeden cevap verdi.
“Karahan, benim eski dostumun oğludur.” Sonunda bana baktı. “Ve seni koruyacak kişi de o.”
Gülmeye başladım. “Tabii ya! Ben koruma falan istemiyorum ama…”
Babamın yüzü ciddileşti.
“Koruma meselesini tartışmayacağız.”
“Baba...”
“Dahası var.”
Gözlerimi kıstım. “Daha da mı kötü bir şey var?”
Babam derin bir nefes aldı, yüzü sertti.
“Seni koruması için Yüzbaşı Karahan ile evlenmen gerekiyor.”
Bir saniye boyunca beynim durdu.
Ne?
"Ne?!"
Başımı hızla çevirdim, Emir de aynı şokla bana bakıyordu. Gözleri kocaman açılmıştı ama kendini çabuk topladı.
“Affedersiniz, Albayım, ama ne dediniz?” diye sordu buz gibi bir sesle.
Babam sanki az önce dünyanın en normal şeyini söylemiş gibi konuştu.
“Bu işin ciddiyetini anlayın. Öyle basit bir koruma görevi değil. Örgüt, Asya’nın peşinde. Her an tehlike altında olacak. Eğer resmî olarak evli olursa, askerî koruma statüsü alır ve emir-komuta zincirine girer.”
Gözlerimi kıstım. “Başka bir yol yok mu? Hem sen de Albaysın. Kızın olduğum için koruma statüsü zaten alamaz mıyım?”
Babam kaşlarını çattı. “Asya, bu bir emir. Eğer hayatta kalmak istiyorsan, bu adamla evleneceksin ve hayır alamazsın çünkü emekli olacağım.”
Bağırmaya başladım. “Ama ben Emir Karahan’ı tanımıyorum bile!”
Babam derin bir nefes aldı, sonra sert, askerî bir sesle emir verir gibi konuştu.
“Tanımana gerek yok. Evleneceksin.”
" İstemiyorum," dedim kollarımı birbirine bağlayarak. Babam sertçe bana döndü.
" Seni affetmemi istiyorsan evleneceksin." deyince konuşamadım. Babam sildi mi tam silerdi. Kızı da olsam. Yıllardır zaten küs olarak cehennemi yaşatmıştı. Tekrar küs olmayı kaldıramayacağımı bildiği için bunu öne sürüyordu. Morelim bozuldu. Kabullenmişlikle omzum düştü.
Yanımdan sert bir kahkaha yükseldi. Emir, kollarını göğsünde kavuşturmuş, alaycı bir ifadeyle bana bakıyordu.
“Daha birkaç saat önce bana tahammül edemediğini söylüyordun. Şimdi benimle evlenmek zorundasın. Yazık.”
Sinirlerim tepesine çıktı. Ona ters ters baktım.
“Sen de benimle evlenmek istemiyorsun!”
Başını yana eğip gülümsedi. “Dürüst olmak gerekirse… Hayır.”
Babam ikimizi de süzdü.
“İkiniz de fazla konuşuyorsunuz. Hazırlanın. Düğün bu akşam.”
Nefesim kesildi. Bu akşam mı?!
Emir bile kaşlarını kaldırdı. “Albayım, bu biraz hızlı olmuyor mu?”
Babamın sesi keskin ve netti.
“Daha fazla zamanımız yok.”
Ve işte, o an hayatımın en büyük kâbusu resmen başlamış oldu.