Yeni açılan geçit dar ve yüksek tavanlıydı. Taş duvarların rengi artık griden siyaha dönmüştü. Her adımda, Averiel çevresinin biraz daha sessizleştiğini fark etti. Bu, fiziksel bir sessizlik değildi; ruhların sustuğu, fısıltıların geri çekildiği türden bir boşluktu.
Cassian onun arkasından yürüyordu. Adımlarının arasında duraksadığında, Averiel dönmeden konuştu:
“Azaziel benden neden korkmadı?”
“Çünkü senin içinde hâlâ uyanmamış olan bir güç var” dedi Cassian. “Uyanmamış bir güç, kontrolsüzdür. Ama o ne olduğunu anladı. Ve senin ne olabileceğini gördü.”
Averiel yürümeye devam etti. İçinde her geçen saniye biraz daha büyüyen bir şey vardı. Göğsünde ağırlık değil, bir genişleme hissi. Sanki yıllardır sıkıştığı dar bir kabuktan çıkıyordu. Dar geçit, aniden geniş bir galeriye açıldı. Tavanı kayalıklarla kaplı, zemini siyah mermerle döşeli büyük bir boşluk.
Bu boşluğun ortasında bir siluet duruyordu.
Kadındı. Uzun siyah saçları toprağa değiyordu. Sırtında tüyleri olmayan, kemikten yapılmış kanatlar vardı. Gözleri bağlıydı. Kolları iki yana açık duruyor, avuçlarından yere ince kan çizgileri akıyordu.
Averiel, içgüdüsel olarak bir adım geri gitti. Cassian durmadı. Kadının karşısına geçti ve diz çöktü.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Averiel şaşkınlıkla.
Cassian başını eğmeden cevap verdi. “Bu kişi, mühürlerin muhafızı. İsmi Kaliel. Bir zamanlar ışığın koruyucusuydu. Ama mühürlerin ağırlığını taşıyabilmek için gözlerini kör etti.”
Kadının gözleri hâlâ kapalıydı ama dudakları kımıldadı.
“Yeni mühür taşıyıcısı geldi.”
Sesi yankılandı, tek bir tonda, kadim bir ritimle. Averiel ürperdi. Kaliel konuşmaya devam etti:
“İlk düşen zincirlerinden kurtuldu. Kanın cevabı çağırdı. Şimdi seçimler zamanı.”
Averiel tam bir şey soracakken Kaliel kollarını indirip göz bağını çözdü. Gözleri kördü ama yine de görüyormuş gibiydi. Direkt Averiel’e dönerek yürüdü. Her adımı yankılandı.
“Beni gör” dedi. “Çünkü bu geçitten geçmeden önce, senin de görmen gerekir.”
Kadın, parmaklarını Averiel’in alnına dokundurduğunda dünya değişti.
Averiel kendini bir savaşın ortasında buldu. Gökyüzü siyaha dönmüştü. Kanatlar birbirine çarpıyor, yere düşen her melek yeri çatlatıyordu. Havada kılıç sesleri, dualar ve lanetler birbirine karışıyordu.
O bir anda sırtında kanatlar hissetti. Uçuyordu. Ama bu kez seyirci değildi. Kendi elleriyle birini geri itiyor, bağırıyordu:
“Hayır! Daha bitmedi! O henüz gelmedi!”
Sonra yerde bir figür gördü. Yanmış, parçalanmış, ama hâlâ nefes alan bir vücut. Kadın bir şey fısıldadı:
> “Onun adı Averiel olacak…”
Anı sona erdiğinde Averiel dizleri üzerine çöktü. Başını öne eğdi. Nefesi düzensizdi.
Kaliel onun yanına geldi ve parmaklarını Averiel’in eline uzattı. Elinde siyah bir küre vardı. İçinde kıvranan duman, tıpkı mühür sembollerinde olduğu gibi şekil değiştiriyordu.
“Küllerden doğanlar, seçimleriyle yanar ya da parlar” dedi. “Bu küre, sana yön değil; yansıma gösterecek.”
Averiel küreyi avucuna aldığında içindeki duman karıştı. Önce kendisini gördü. Sonra Cassian’ı. Sonra başka bir yüz—onu tanımıyordu. Ama bakışlarında karanlık vardı. Gözleri aynen onunki gibiydi. Ve dudakları tek bir kelime fısıldıyordu:
“Kardeşim…”
Averiel elinden küreyi düşürdü. Küre kırılmadı ama içindeki görüntü silindi. Kaliel bir adım geri çekildi.
“Sıradaki mühür yeryüzünde, insanlar arasında saklı. Oraya ulaşmak için yukarı çıkmalısınız. Yüzeyde, eski bir şehre.”
Cassian başını salladı. “Lerna.”
Kaliel son kez konuştu:
“Orada karanlık sadece dışarıdan değil, içeriden de saldıracak. Çünkü o şehirde seni senden daha çok bilen biri seni bekliyor.”
Averiel, son bir kez siyah kanatsız kadına baktı. Kaliel artık arkasını dönmüştü. Ama ayaklarının dibindeki kan izleri hâlâ tazeydi.
Geçide dönerken kalbinin atış ritmi değişmişti. Artık kader ona değil, o kadere yürüyordu.
Averiel geçide adım atmadan önce arkasına döndü. Kaliel artık konuşmuyordu, fakat ayakta öylece duruyor, sanki bir sonraki çağrıyı bekliyordu. Sırtındaki kemik kanatlar hareketsizdi ama Averiel onları izlerken içini tuhaf bir acı sardı. Kör olmuştu; gözlerini mühürleri görmek için feda etmişti. Ve o feda, hiçbir kehanetin yazmadığı bir kaderi şekillendirmişti.
“Sen ne feda ettin?” diye fısıldadı Averiel içinden. “Ben neyi feda edeceğim?”
Cassian önden yürümeye başlamıştı. Ellerini pelerininin içine saklamıştı ama Averiel onun da huzursuz olduğunu hissediyordu. İkisi, taş basamaklarla yukarıya tırmanırken hava yavaş yavaş değişti. Rutubet yerini kuru, soğuk bir rüzgâra bıraktı. Taşların içinden esen bu rüzgâr gerçek bir hava akımı değildi; zamanın kendisiydi. Geçmişin solukları. Hatıraların kırık dökük yankıları.
“Lerna nerededir?” diye sordu Averiel. “Hiç duymadım.”
“Haritalarda adı yok artık” dedi Cassian. “Bir zamanlar bir liman şehriydi. Şimdi ise insanların unuttuğu bir gölgede yaşıyor. Ama unutmak, silmek değildir. Mühürler unutulmaz.”
Averiel yürürken yüzüğünü yokladı. Birinci sembol tamamen solmuştu. İkincisi, iç içe geçmiş göz ve kanat figürü, hâlâ sol elinin üstünde parlıyordu. Her mühürle bir iz daha taşıyacaktı. Ve her iz, onu kimliğinden biraz daha uzaklaştıracaktı. Belki de Azaziel haklıydı: Kendi içindeki şey uyanıyordu. Ve Averiel hâlâ onun adını bilmiyordu.
Tünelin sonunda bir taş kapı vardı. Yüzeyinde hiçbir desen yoktu. Sadece ortasında küçük, oval bir girinti... Averiel içgüdüsel olarak parmaklarını oraya yerleştirdiğinde taş, kendiliğinden içeriye doğru göçtü ve ağır bir inlemeyle açıldı.
Göz kamaştırıcı bir ışık odaya doldu.
Uzun süredir karanlığa alışmış gözleri kamaştı. Gözkapaklarını kısarak dışarı adım attı. Toprak kokusu, rüzgârın serinliği, uzaktan gelen bir kuş çığlığı... ilk defa gerçek dünyanın dokunuşunu hissetti. Taş merdivenlerin sonunda küçük, ağaçlarla çevrili bir açıklığa ulaşmışlardı.
Averiel gözlerini kıstı. Gökyüzü, koyu lacivertin tonlarında, bulutlarla yarılmıştı. Geceye dönüyordu. Uzakta bir şehir silueti görünüyordu. Sislerle çevrili, yorgun kuleleri olan, çan seslerinin kaybolduğu gri bir yer: Lerna.
“Orası mı?” dedi.
Cassian başını eğdi. “Bizi orada bekleyen biri var. Ve o seni benden daha iyi tanıyor.”
Averiel bir adım daha attı. O sırada çalıların ardından bir hareket duyuldu. Cassian elini kılıcına götürmeden önce Averiel hissel olarak durdu. Karanlıkta kıpırdayan şey bir gölge değil, bir bedenin soluğuydu.
“Gölgeler seni takip ediyor” dedi Cassian. “İkinci mühür açıldığında, sadece müttefikler değil, avcılar da uyanır.”
“Kim onlar?” dedi Averiel.
“Yananlar” dedi Cassian. “Düşmüşlerin en kontrolsüz hâli. Bedeni terk edip gölgelere karışanlar. Ruhu olmayan, sadece emir bekleyen karanlık askerler.”
Averiel geri adım atmadı. Derin bir nefes aldı. İçinde bir yankı daha duyuldu. Sanki vücudunun içinden biri ona şöyle fısıldadı:
“İlk kanını dökmeden Lerna’ya varamazsın.”
O an Cassian kılıcını çekti. Siyah gölgeler çalılıklardan sıyrılarak ileri atıldılar. Her biri biçimsiz, ama insan formuna yaklaşan varlıklardı. Gözleri yoktu ama hissediyorlardı. Averiel’in varlığını adeta kokluyor, ona doğru sürülüyorlardı.
“Geri durma” dedi Cassian. “Kendini ilk kez şimdi koruyacaksın.”
Averiel ellerini kaldırdı ama ne yapması gerektiğini bilmiyordu. İçinden gelen güç kıpır kıpırdı. Sanki bir kelimeye, bir harekete açlıkla bekliyordu. Bedenini saran çizgiler parladı. Gözlerini kapadı. Ve içinden gelen ilk kelimeyi söyledi:
“Aser’kai.”
Toprak çatladı.
Averiel’in ayaklarının altından yükselen bir titreşim, çevredeki gölgeleri yerle bir etti. Hava alev almadı, yıldırım çakmadı. Ama bir güç, saf ve ham hâliyle dışarı sızdı. Cassian şaşkınlıkla geri çekildi. Gölgeler bağırmadan çözüldü. Toprak onları yuttu.
Sessizlik geri geldiğinde Averiel dizlerinin üzerine çöktü. Elleri titriyordu.
“Neydi bu?” diye sordu. Nefesi boğuk ve çatallıydı.
Cassian yanına geldi. “O bir kelime değildi. O senin ilk çağrındı.”
Averiel gözlerini yere dikti. Her mühürle daha da az ‘insan’ hissediyordu. Ama bir yanıyla hiç olmadığı kadar tamamlanmış gibiydi. Ve bu tamamlanma hissi, aynı zamanda bir yok oluştu.
“Lerna’ya gitmemiz gerek” dedi.
Cassian başını salladı. “Geç olmadan.”
Uzakta şehir çanları çalmaya başlamıştı. Gökyüzü kan rengini alıyor, güneşin son ışığı taş kulelerin üstünden çekiliyordu.
Lerna onları bekliyordu. Ama bekleyen sadece insanlar değildi. Averiel’in geçmişinden gelen başka bir varlık, karanlığın altından uyanmak üzereydi.