Gece, vadilere çöktüğünde zamanın akışı bile ağırlaşmış gibiydi. Cassian ve Averiel, Ariôn’un gösterdiği yol üzerinden kuzey rüzgârına doğru yürümeye başladılar. Yol, ölü bir ormanın içinden geçiyordu. Ağaçlar yapraksız, gövdeleri kül rengindeydi. Ne kuş ötüyordu ne de böcek sesi geliyordu. Sadece rüzgâr vardı. Ve rüzgârın içinde, çok uzaklardan gelen yankılar.
"Bu gece onların gecesi" dedi Cassian, sesini düşürerek. “Karanlığın içinde kaybolmuş ruhlar, mühürlerin enerjisini algılar. Onlar hâlâ burada... çünkü tamamlanmamış bir iş var.”
Averiel, Cassian’ın sözlerindeki ağırlığı hissediyordu. Göktaşının içinden gelen fısıltılar hâlâ zihninde çınlıyordu. Tharion’un gözleri... o gözlerde kaybolmak istemediği karanlık... ve hâlâ hissettiği, çözülememiş sevgi.
Adımları yavaşladı. Gökyüzü yıldızsızdı. Ay tamamen örtülmüş, geceye ait olmayan bir karanlık inmişti. Etrafta görünmeyen ama varlıklarıyla kendilerini belli eden ruhlar vardı. Hava soğuktu ama bu soğuk fiziksel değildi. Bir şey sanki içlerinden geçiyor, hatıralarını emerek ilerliyordu.
Averiel aniden durdu. Gözlerini kısarak ormanın derinliğine baktı. “Bir şey var.”
Cassian da durdu. "Evet. Bizi izliyorlar."
Birden, sis içinden üç siluet belirdi. Ne canlı ne ölüydüler. Parçalanmış kanatlar, yarı saydam bedenler ve gözleri olmayan yüzler. Ama en kötüsü, yüzlerinde hâlâ birer anı taşımalarıydı.
İlk figür yaklaştı. Kadın formundaydı. Sesi yoktu, ama düşünceleri Averiel’in zihnine ulaştı.
“Beni hatırlıyor musun?”
Averiel’in kalbi sıkıştı. Kadını tanımıyordu ama bir şekilde ona tanıdık geliyordu. Derinlerde bir yerlerde, kadının hüznü onunkine dokunuyordu.
“Ben Tharion’un ilk yemin ettiği kişiydim. Onun ilk zaafı, ilk seçimi.”
Averiel geriye çekildi. Cassian elini kılıcına götürdü ama Averiel onu durdurdu. Kadına yaklaştı. “Sen neden buradasın?”
“Çünkü onun ruhu hâlâ geçmişin zincirlerinde. Ben hâlâ onun içinde yaşıyorum. Onu çözmeden, sen onu kurtaramazsın.”
İkinci figür öne çıktı. Bu kez bir erkekti. Yüzü yaralı, gözleri simsiyah. “Ben, karanlığa yenilenlerdenim. Ama benim içimde kimse ağlamadı. Tharion ağladı. İşte bu onu hâlâ kurtarılabilir biri yapıyor.”
Üçüncü figür, sessizdi. Ama o yaklaştığında hava değişti. Averiel gözlerini ona dikti. Kendisinin genç bir yansımasıydı. Ama kanatsız, mühürsüz ve gözlerinde derin bir korku vardı.
“Sen... bensin.”
Yansıma fısıldadı. “Ben, Tharion’u ilk sevdiğin andaki Averiel’im. Henüz hiçbir mühür taşımıyordum. Kalbim bütündü. Şimdi senin kalbin yedi parçaya bölündü. Hangisiyle seveceksin?”
Averiel yutkundu. Duyguları göğsüne bir dağ gibi oturuyordu. O an fark etti ki, sadece Tharion’un değil, kendi içindeki Averiel’in de kurtarılması gerekiyordu.
“Ben bir bütün değilim. Ama o kırık parçalarla hâlâ hissedebiliyorum. Hâlâ onunla karşılaşmaktan korkuyorum. Çünkü ya onu kaybedersem... ya da bulduğum şey artık o değilse.”
Üç ruh birden geri çekildi. Sis gibi dağıldılar. Ama sesleri kaldı.
“Bu gece onunla yüzleşeceksin.”
“Bu gece karar vereceksin.”
“Bu gece... ya kalbinin son mühürü açılır ya da sonsuza dek mühürlenir.”
Gökyüzünde ani bir ışık patladı. Siyah göğün ortasında sanki dev bir göz açılmıştı. O göz Averiel’e bakıyordu. Ve onun içinde… Tharion.
Ama bu sefer beklemiyordu. Geliyordu.
Cassian hemen Averiel’in yanına geçti. “Bu bir savaş olacak mı?”
Averiel başını iki yana salladı. “Hayır. Bu bir veda olabilir.”
Gökyüzündeki yarık büyüyordu. Açılan boşluktan sızan ışık değil, karanlıktı. Ama bu karanlık, gölgenin yokluğu değil; bilincin, arzunun ve acının iç içe geçtiği bir tür varoluştu. Averiel, gözlerini yukarı çevirdiğinde onu gördü.
Tharion.
Ama ilk hatırladığı gibi değildi. Kanatları hâlâ vardı, ama tüyleri simsiyah değil, grinin tonlarında yanıp sönüyordu. Gözleri kararmıştı ama tamamen yutucu değildi. İçlerinde tanıdığı bir iz, belki bir direniş kalıntısı, belki sadece bir hatıra vardı.
Tharion sessizce yere indi. Toprağa bastığı an, çevredeki sis geri çekildi. Hava ağırlaştı. Sessizlik, doğrudan ruhlara işleyen bir müzik gibi uzadı. Cassian, birkaç adım geride durdu. Bu savaş ona ait değildi. Averiel bunu yalnız yaşamalıydı.
Tharion konuştuğunda sesi, yıllar öncesinin bir yankısı gibiydi.
“Seni bu hâlde görmek... tuhaf.”
Averiel onun gözlerine baktı. “Beni bıraktığın hâl bu değildi.”
Bir gülümseme belirdi Tharion’un yüzünde ama içinde acı barındırıyordu. “Ben seni hiç bırakmadım, Averiel. Ama sen beni mühürledin.”
Averiel bir adım yaklaştı. “Seni mühürlemedim. Kendini karanlığa kapattın.”
“Hayır. Ben sadece görmeni istemediğin tarafımı gösterdim. Ve sen sustun.”
Bu cümle Averiel’in içinde bir şeyleri kırdı. Gerçeğin bir yönüydü bu. Tharion’un karanlıkla temasını ilk hissettiğinde susmuştu. İnkar etmişti. Ona sırtını dönmemişti ama bakmayı da reddetmişti.
“Sadece korktum” dedi. “Seni kaybetmekten, seni değiştirmekten. Ve en kötüsü, seni anlamamaktan korktum.”
Tharion yaklaştı. Şimdi aralarında sadece birkaç adım vardı.
“Ben değiştim, Averiel. Ama bu bir dönüşüm değildi. Bu bir kırılıştı. Sen mühürleri ararken, ben parçalanıyordum. Kimse bana kim olduğumu sormadı. Herkes ne olmam gerektiğini söyledi. Sadece sen sormadın. Oysa tek istediğim, senin gözlerinle kim olduğumu görebilmekti.”
Averiel’in boğazı düğümlendi. Onun içindeki parçalanmayı şimdi hissedebiliyordu. Bir zamanlar güvendiği, sevdiği adam... mühürlerin gölgesinde yalnız kalmıştı. Ve belki de o yalnızlık, karanlığa açılan ilk kapı olmuştu.
“Şimdi ne istiyorsun?” diye sordu Averiel.
Tharion elini kaldırdı. Parmaklarının ucunda soluk bir ışık parladı. Bu bir mühür değil, bir hatıra gibiydi. Onların ilk gecesinden bir kıvılcım. Sessiz bir bağ.
“Sadece bir cevap. Hâlâ benimle yürümek ister misin? Tüm bu karanlığa rağmen. Tüm bu kırılmışlığa rağmen.”
Averiel gözlerini kapattı. Kalbinin yedi parçası birden titredi. Her mühür farklı bir cevap fısıldıyordu. İnanç ‘evet’ diyordu. Korku ‘hayır’. Merhamet susuyordu. Öfke uzak bir şeydi. Ama kalbinin derinliklerinden bir ses yükseldi.
“Ben seni hâlâ seviyorum. Ama artık seninle yürüyemem.”
Tharion’ın gözleri sarsıldı. İlk kez, içindeki karanlık dalgalandı. Sanki bir şey çözülüyor, çatlıyordu.
“Beni mi bırakıyorsun?”
Averiel başını salladı. “Hayır. Seni karanlıkla yalnız bırakıyorum. Çünkü bu savaş senin. Seni oradan senin çekmen gerek. Ben sadece dışarıdan izleyebilirim. Seni seviyorum ama seni değiştiremem.”
Tharion’un gözleri buğulandı. Gözkapakları titredi. Bir anlığına eski Tharion geri geldi. Yüzünde hatırladığı sıcaklık. Ama hemen ardından yeniden gerildi. “Beni böyle mi bırakacaksın?”
Averiel gözyaşlarına engel olamadı. “Evet. Ama kalbimde bir yer hep seninle kalacak.”
O an gökyüzündeki yarık sarsıldı. Tharion içeriye doğru çekilmeye başladı. Sanki karanlık ona sahip çıkmak istiyordu ama kalbindeki çatlaklar karanlığı itiyordu. Onun yüzü son kez Averiel’e döndü.
“Beni unutma. Unutursan... yok olurum.”
Averiel fısıldadı. “Seni asla unutmayacağım.”
Karanlık kapanırken Tharion yok oldu. Geriye yalnızca onun düşerken bıraktığı bir iz kaldı: kanatsız bir gölge ve solmuş bir mühür simgesi. Averiel dizlerinin üzerine çöktü. Cassian yanına geldi. Elini sırtına koydu.
“Onu kaybettin mi?”
Averiel başını kaldırdı. “Hayır. Ama artık onu aramayacağım. Şimdi sıradaki mühüre yürümem gerek.”
Gökyüzü açıldı. Yıldızlar yeniden belirdi. Ay ışığı toprağa düştü. Bu gece, bir ruh kaybolmadı. Bir bağ çözüldü. Ve Averiel, sevgisiyle değil, gücüyle yürümeye devam etti.