Ofisten çıktıktan sonra günlük planımı berbat ettiği için Arthur'a öfkeliydim. Bir yandan da Kevın Brown'un üzerimde bıraktığı etki hala varlığını koruyor ve bu durum beni oldukça rahatsız ediyordu. Kendimi daha iyi hissetmek için en iyi seçeneğin anneme uğramak olduğun da karar kıldım. Arthur'un söylediğinin aksine onu görmenin bana iyi geldiğini biliyordum. Diğer yandan tek ailem olan annemi görmekten beni menetmediği için ona minnettarlık duymuyor değildim. Anlayamadığım bir şekilde Arthur sanki zihnime yerleşmiş gibiydi kendimi ona muhtaç ve mecbur hissediyordum.
Yaklaşık yarım saat sonra Agata teyze o enfes çorbasını yapıp odaya getirdi, tepsiyi elinden alıp anneme yedirirken bir an için benimle göz teması kurduğunu gördüm. Bilmiyorum belki de böyle olmasını ümit ettiğim için aklımın oynadığı bir oyundu bu. Beni duyduğunu ya da anladığını umarak onunla konuşmaya başladım. Neşeli görünmeye çalışarak havanın güzelliğinden bahsettim anneme, Arthur ile olmasını hayal ettiğim harika birlikteliğimi anlattım. Benim mutlu olduğumu bilirse iyileşmesi daha kolay olurdu. Annem yemeğini yediği için sevincim gözlerime yansıyordu. Tabağındaki bütün yemeğini silip süpüren küçük bir çocuğun annesinin, o saf mutluluğunu yaşıyordum adeta. Şu anki duygularımın tarifi buydu. Annem iyi oldukça ben kendimi çok daha iyi hissediyordum, çok daha güçlü... Sanki görünmez sımsıkı bir bağ vardı bizi birbirimize bağlayan.
Ağzını peçeteyle sildikten sonra sırtına yumuşak bir yastık koydum ve etrafı rahatça seyredebilmesi için perdeleri açtım. Dışarıda mis gibi bir hava vardı ve hayat bütün olumsuzluklara rağmen yaşanmaya değer diyen güneş gülümsüyordu bize. Birden bedenim felç geçirmiş gibi duraksadım, çocukken annemin bana bu saçma iyimserliklerim karşısında söylediklerini hatırlamıştım. Bu içimi ürpertti. Beynim film şeridi gibi geriye doğru saymaya başlarken, ben çoktan bulunduğum zamandan kendimi soyutlamıştım.
*********
Kendimi güvende hissettiğim ve sığınağım olarak gördüğüm yıpranmış yeşil koltuğumda otururken, açık olan penceremden yıldızları seyrediyordum. Tahminen dokuz on yaşlarındaydım. Gözüm ürkekçe saate kaydı gece yarısını çoktan geçmişti ve annem hala eve gelmemişti. Uyku tutmuyordu beni o yanımda yokken. Onun iyi olduğundan emin olmadan uyumam çok zordu. Tam olarak ne iş yaptığını ve nasıl para kazandığını bilmiyordum ama mahalledeki insanların onun hakkında iyi şeyler söylemediğini duyuyordum. Bu beni çok üzüyordu ama bundan anneme bahsetmeye korktuğum için içime atıyordum duygularımı. Okuldan arta kalan zamanlarımda dışarıda arkadaşlarımla oyun oynuyor sonrasında annem gelene kadar onu bekliyordum. Her ne kadar beni azarlasa da dövse de onun varlığı bana iyi geliyordu. Yanımdayken daha güçlü olduğumu hissediyordum. Bana göz kırpan yıldızıma bakıp çocukluğun verdiği saflıkla gülümsedim ona. Bu yıldız tam bir umut kaynağıydı ve bana sürekli iyimser olmamı öğütlüyordu. Kendimi ne zaman üzgün hissetsem bana hayatın güzelliklerini anlatıyor ve karamsarlığımı dağıtıyordu.
"Biliyorum annem bir gün daha mutlu ve iyi bir anne olacak. Onunla parka gidip eğleneceğiz. Birlikte kaydıraktan kayıp salıncakta sallanırken mutluluktan kahkahalar atacağız. O kadar çok güleceğiz ki gözlerimizden yaşlar gelecek, işte o gün üzüntüden değil mutluluktan ağlayacağım. Birlikte o kadar çok şey yapacağız ki bütün bir gün yan yana olacağız. Ah tabi ya en önemli şeyi unuttum karşılıklı dondurma yiyeceğiz. Çikolatalı dondurmaya bayılıyorum."
Koltuğumun kadifemsi kumaşını okşarken aklıma takılan şeyi sordum.
"İnsanlar gerçekten mutluluktan ağlayabilir mi? Bunu bir hikaye de okumuştum ama bana oldukça tuhaf geldi. Yani insan mutluyken niye ağlasın ki? Umarım bir gün bende bunu yaşar ve cevabını bulurum."
Kapı gıcırdayarak açıldığında korkuyla başımı çevirdim. Kalbim gümbürderken annemin içeriye girdiğini görünce derin bir rahatlama yayıldı küçük bedenime. Kalp atışlarım anında normale döndü onun varlığının verdiği güvenle.
"Anne." dedim sevinçle. İçimden Tanrıya şükrettim onu bana sağ salim gönderdiği için. Oysa annem yaratıcıya inanmazdı. Her akşam yatağımda dua ederken benimle dalga geçer küçük kalbimi kırmaktan çekinmezdi.
"Seni şapşal şey... Düşünsene eğer bir Tanrı olsaydı çoktan yakarışlarını duyar ve sana yardım elini uzatırdı. Ama yok işte..." kısa bir an duraksamıştı o an ve sonra devam etmişti.
"Kim bilir belki de var ama bize sıra gelmiyor." demişti. Onun bu tavırları üzüyordu beni.
"Sen kiminle konuşuyordun?" diye sordu panik olmuş bir şekilde. Birini arar gibi etrafa bakınmaya başladığında onu hayretle izledim. Tam bir paranoyak gibi davranıyordu bazen. Çekinerek gökyüzündeki yıldızları işaret ettim.
"Yıldızlarla konuşuyordum." Bıkkınlıkla başını iki yana salladı. Dua eder gibi ellerini yukarıya kaldırdı ve yüksek sesle konuştu.
"Tanrı aşkına Juli!" İnancı olmayan birinin yaratıcının adını ağzına alması hayret edilecek bir durumdu.
"Neden yıldızlarla konuştuğunu anlamıyorum. Sana cevap bile veremezler. Bu saçmalıklardan vazgeç ve büyü artık. Kocaman bir kız oldun."
Ben bir çocuktum ve konuşmaya anlaşılmaya ihtiyacım vardı. Annemle konuşamıyordum, arkadaşlarımda beni bir ucube gibi görüyordu konuşabileceğim hiç kimse yoktu etrafımda. Ona cevap vermek yerine sadece başımı önüme eğdim. Annem üzerini değiştirmeye başlamıştı. Giydiği o açık saçık elbiseyi çıkarırken bir yandan da söylenmeye ve hayatın zorlukları hakkında konuşmaya devam ediyordu. Oysa ben yakınmaktan nefret ederdim. Annem iyimser olduğumu söyler ve bu nedenle bana çok kızardı. Onun gözünde ben bir Pollyanna idim. Nihayet eski ve yer yer ağarmış mavi çiçek desenli geceliğini giyip yanıma geldi. Önüme diz çökerek oturdu ve loş olan odada gözlerime baktı.
"Sana o kadar çok hayatın zorluklarından ve acımasızlığından bahsettiğim halde hala hayal dünyasında yaşıyorsun... Dur bakayım alnına ne oldu senin?" Gözlerim irice açıldı ve dudaklarımı birbirine kenetledim.
"Söyle bana Juli. Alnına ne olduğunu bilmek istiyorum." diyerek ısrar edince susmamın fayda etmeyeceğini anladım.
"Mahalledeki çocuklardan biriyle tartıştım ama önemli bir şey değil."
"Seni tartaklamış kızım. Nasıl önemli olmaz."
"Eminim pişman olmuştur. Yarın gelip benden özür diler."
"Aman Tanrım." dedi bıkkın ve yüksek bir sesle. Burnundan nefes alıp vermesinden anladım, yine sinirlendirmiştim onu. İki dakika kadar kendini sakinleştirmeye çalıştı ve elini yanağımda gezdirirken bana acıyarak baktı. Gözbebekleri titreşiyordu.
"Bunu seninle defalarca konuştuk. Neden hala insanlar hakkında bu kadar iyimsersin anlamıyorum. İnsanlar kötü Julietta. Hem de çok kötü. Kendini savunmayı öğrenmelisin ve kimseye güvenmemelisin. Özellikle de erkeklere. Bu dünyada tek başınasın bunu sakın unutma. Hayatında seni senden daha iyi anlayan biri asla olmayacak." Onun bu sözleri beni üzüyordu. Bu kadar karamsar olmasını anlayamıyordum. Elini çeneme koydu ve ona bakmamı istedi.
"Bana bak kızım. Her zaman güçlü olmak zorundasın. Çünkü yaşamla mücadele etmek için güce ihtiyacın var. Başın her zaman dik olmalı. Eğer başın önde olursa seni üzmek ve başını daha çok eğmek isteyenler olacak. Herkes canını yakmak isteyecek. Kendini güçlü hissetmesen bile başını her zaman dik tutmalısın." Eli dağınık ve kısacık olan saçlarımın arasında gezindi. Geçen hafta bitlendiğim için eline makası alıp gözyaşlarıma ve yakarışlarıma aldırmadan kesmişti. Oysa ben uzun saçlarımı çok seviyordum.
"Tutmalısın ki seni güçlü sansınlar ve sana yaklaşmaya korksunlar. Sakın kimsenin kalbini kırmasına izin verme. İnsanlar bencil ve çok acımasızlar. Lütfen o tozpembe hayalleri kurmaktan vazgeç artık. Senin üzülmeni hayal kırıklığına uğramanı istemiyorum." Gözleri yaşarmıştı. Bana güçlü ol diyordu ama şu an karşımda küçük bir çocuk vardı sanki. Yara almış ve kalbi kırılmış küçük bir çocuk. Onu böyle görünce yüreğim acıdı. Teselli etmek sarılmak istedim ama bana kızmasından korktuğum için öylece çaresizce baktım ona.
"Beni anladığını söyle lütfen."
Başımı aşağı yukarı salladım. O an için anlamıyordum ama çözmeye çalışıyordum. Kim bilir annem ona bunları hissettirecek neler yaşamıştı. Zavallı annem diye iç geçirdim ve bu düşünceyle boynuna atılıp ona sıkıca sarıldım. Bana kızmasını beklerken o da bana sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
"Üzülme anneciğim bir gün her şey düzelecek." diyerek teselli ettim onu. Sanki o an ben anneydim, o da benim teselli ve sevgi arayan küçük masum çocuğumdu.
********
Annemin evinden çıktıktan sonra bir süre sakince yürüdüm. Kafamı dağıtmaya ve bu karmaşık ruh halinden kurtulmaya ihtiyaç duyunca soluğu lüks butiklerde almam kaçınılmaz oldu. Eski günleri hatırlamak bana iyi gelmiyordu acilen deşarj olmaya ihtiyacım vardı yoksa her an artçı gelen bir panik atak ile sarsılabilirdim. Uzunca bir süre oyalandıktan sonra akşama doğru ancak eve gidebildim.
Kafamı dağıtmak için yüksek seste müzik açtım ve kendimi oyalamak için mutfağa girdim. Bu akşama özel bir şeyler hazırlamalı ve içimdeki bu kötü duygulardan bir şekilde kurtulmalıydım. Arthur eve geldiğinde fırından lazanya çıkarıyordum. Her zamanki gibi kapıyı anahtarıyla açmıştı. Neden ona kapıyı açmamı ve öperek karşılamamı istemiyordu anlamıyordum. Belki de ilişkimizi ileri boyuta taşıma beklentimi yok ediyordu böyle yaparak. Ne de olsa her bir ayrıntıyı düşünen ve ince eleyip sık dokuyan biriydi Arthur Harris.
"Burnuma harika kokular geliyor."
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle ona baktım ve tepsiyi tezgahın üzerine bıraktıktan sonra elimdeki eldiveni çıkarıp tepsinin kenarına koydum. Yanına gidip yanağından öptüm.
"Sana özel kocacığım." Beni belimden kavradığı gibi kapı pervazına yasladı ve boynuma bir öpücük bıraktı.
"Söyle bakalım neyin kutlamasını yapıyoruz?" Neşeli halimi hiç bozmadan cevapladım.
"Bir sebep olmasına gerek var mı?" dedim kollarımı boynuna dolayarak.
"Senin gibi harika bir erkeğe sahibim." Belki de fazla abartıyordum ama elimde değildi ondan korkuyordum ve bu şekilde yatışmasını umuyordum.
"Beni şımartıyorsun güzelim" derken elinin tersiyle yanağımdan çeneme doğru bir çizgi çekti. İki parmağının arasına alıp sert bir şekilde çenemi kavradı. Bu adamın can yakma konusunda derdi neydi anlamıyordum. Hissettiğim korkuyla nefesim kesilir gibi oldu. Gözlerine bakmaya çekindim. En son yaşadıklarımı tekrar yaşamak istemiyordum. İfademin sabit kalmasını sağlamak güçtü o an için. Ben karşılık vermeyince, elini kalçalarıma götürüp sıkınca içimdeki küçük kız saklanacak bir yer bakındı.
"Seninle daha yaşayacağımız çok güzel şeyler var."
Bu söylediğiyle derin bir düşüncenin içinde buldum kendimi. Onun sayesinde cinsellikten soğumuştum. Yaşadıklarım sadece bir zorunluluktan ibaretti benim için o kadar. Benden uzaklaşmasıyla kendimi toparlayarak ona baktım, neyse ki az öncenin aksine keyifli görünüyordu. Bu sayede rahatladığımı hissettim. Olaysız bir şekilde yemeğimizi yedikten sonra salonda ayrı köşelerde oturarak film izledik. Saat on bire doğru Arthur yorgun olduğunu söyledi. Yatak odasına gidip yattığında derin bir nefes vererek filmi izlemeye devam ettim. On ikiye doğru film bittiğinde televizyonu kapattım ve bu akşamı sorunsuz bir şekilde atlattığım için Tanrı'ya şükrederek yatıp uyudum.
Ertesi gün ve sonraki iki gün normal bir seyirde devam etti öyle ki o gece yaşadıklarımı unutmuş, sırtımdaki morluklar soluklaşmıştı, günlük rutin hayatıma devam ediyordum. Akşam yemeğinden sonra Arthur masadan kalktığında biraz stresli görünüyordu.
Daha öncede buna benzer bir olayı yaşadığımızı hatırladım. O gün de şimdi ki gibi stresli görünüyordu.
"Her şey yolunda mı hayatım?" diye sormuş ve onu rahatlatmak için konuşturmayı denemiştim ama onun yaptığı tek şey beni terslemek olmuştu.
"Seni ilgilendirmez, sen kendi işine bak." Aldığım bu yanıtla ona karşı nerede nasıl davranacağımı öğrenmiştim. Ben bunları düşünürken Arthur konuştu.
"Acele etsek iyi olacak geç kalmak istemiyorum." diye söylendi ve yatak odasına doğru yürümeye başladı. Neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim olmadığı için arkasından seslendim.
"Bir yere mi gideceğiz?" Yatak odasından cevap verdi.
"Kevın Brown bizi kulübe davet etmişti unuttun mu yoksa?"
Birden kalbim sıkıştı. Tanrım bugün günlerden Cuma idi bunun aklımdan çıkmış olmasına inanamıyorum. Ben şimdi gitmemek için Arthur'a nasıl bir bahane uyduracaktım. Mutfağı toparlarken ona ne diyeceğimi düşünüp durdum ama kahretsin ki aklıma bir şey gelmiyordu. En sonun da kendimi toplayarak yatak odasına gittim. O sırada Arthur duştan çıkmış ve giyinmeye başlamıştı. Derin cesaretlendirici bir nefes aldım.
"Hayatım bu gece biraz halsiz gibiyim. Bensiz gitmen mümkün mü acaba?" diyerek şansımı denemeye karar verdim. Kim bilir belki de küçük bir ümitte olsa 'peki evde kalıp dinlen' deme ihtimali vardı. Önce kaşlarını çatışından mümkün olmadığını anladım sonra da sert ses tonundan.
"Neden beni sinirlendirmek için çaba harcıyorsun sanki?" Saçımı kavradığı gibi beni ileriye doğru savurdu. Dengemi kaybederek yere yuvarlandım. Dizlerim ve ellerim acımıştı.
"Yalnız gitmek istemiyorum Julietta. Hemen hazırlan benimle geleceksin." dedi.
Başka bir şey söylememe ya da yapmama gerek yoktu çünkü benimle emir kipiyle konuşmuştu. Bunun dönüşü yoktu asla. Başımı aşağı yukarı salladım ve hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktım. Tekrar Kevın'ı görecek olmak beni strese sokmuştu. Üzerimdeki gerginlikten nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Ümit ediyorum ki bu gece panik atak yaşamadan sağ salim evime gelebileyim.