Sorusu o kadar ani gelmişti ki, bir an ne diyeceğimi bilemedim. Sesim, biraz çekingen ama onu rahatlatmaya çalışarak,
— Uyanmışsın… ne güzel. Dün, adresini bile söyleyemeden bayıldın. “Hastanede olmaz,” demiştin. Biz de ne yapacağımızı bilemeyince seni buraya getirdik. Doktor da baktı, şimdi iyisin, dedim.
Afra, eliyle başını tutarak yavaşça doğruldu. Gözleri yorgun ama hâlâ tetikteydi.
— İyiyim… iyiyim, teşekkür ederim, diye fısıldadı.
Her ne kadar teşekkür etse de gözlerindeki tedirginlik hâlâ gitmemişti. Sanki bulunduğu yerin güvenli olduğuna kendini inandırmaya çalışıyordu. Onu biraz olsun rahatlatmak için,
— Arkadaşınız aradı, çok telaşlanmış. Adresi verdik, o da buraya geldi. Sizinle kaldı, dedim.
Bir an şaşkınlıkla yüzüme baktı.
— Seda… burada mı?
Başımı hafifçe salladım. Afra hemen koltuğun arka tarafına bakındı. Seda’yı görünce yüzündeki gerginlik çözüldü. Dudaklarında beliren o küçük gülümseme, sanki o an bütün odayı aydınlattı. İlk kez görüyordum gülüşünü; öyle güzeldi ki, dünya o an durmuş gibiydi.
Tam o sırada Seda ve Can da uyandı. Seda, uykulu ama endişeli bir sesle,
— Afra! diye seslenip yanına geldi ve sıkıca sarıldı.
— İyi misin?
Afra başını salladı.
— İyiyim, merak etme… dedi hafifçe gülümseyerek.
Onları baş başa bırakmak için biraz geri çekildim. Bir süre sessizce konuştular. Can’la birlikte mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya başladık.
Yanlarına döndüğümüzde Afra biraz daha toparlanmış görünüyordu. Bize dönerek,
— Her şey için teşekkür ederim size, dedi.
Ben hafifçe başımı salladım. Can ise fırsatı kaçırır mıydı… dudak kenarında muzip bir gülümseme belirip,
— Bizim için hiç sorun değil… En azından teşekkür ediyorsunuz, anlamadan dinlemeden bağırmıyorsunuz, dedi hafif alaycı bir tonla.
Afra, ne olduğunu anlamaya çalışır gibi şaşkınca Can’a baktı. Seda ise kaşlarını çatıp lafa girdi.
— Ben arkadaşım için telaşlandım. Sen bana laf mı sokuyorsun?
Can, dudak kenarında hafif bir gülümsemeyle,
— Yok canım, yapar mıyım öyle şey? Senin çenenden korkarım, dedi.
Seda, öfkeyle Can’a bakarken Afra araya girip,
— Ne oluyor? diye sordu.
Seda, başını hafifçe yana eğip gülümser gibi yaparak,
— Önemli bir şey değil canım, boşver, dedi.
— Neyse… ben tekrar teşekkür ederim. Biz artık gidelim, dedi Afra.
Tam o anda ben lafa girdim.
— Kahvaltı hazırladık, yiyip öyle çıkın, dedim.
Seda, nazik ama mesafeli bir ifadeyle,
— Gerek yok, teşekkürler. Biz artık gidelim, dedi.
Tam kapıya yönelmişlerdi ki, ısrar ettik. Kırmayıp kaldılar. Masaya geçip oturduk.
Afra’nın dünkü tokattan sonra dudağının yara olduğunu bildiğim için ona çorba hazırlamıştım. Kaşığı kâseye bırakırken gözlerim istemsizce ona kayıyordu. Kafamın içinde cevaplarını bilmediğim o kadar çok soru vardı ki… Sormak istiyordum, öğrenmek istiyordum. Ama ne incitmek ne de ürkütmek istemediğim için sustum.
Seda ve Can, sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış gibi atışıyorlardı. Daha dün tanıştılar ama bu hâlleri… alışılmış bir çekişmeye benziyordu. Afra ise sessizce çorbasını içmeye çalışıyordu. Yüzündeki ifadeyi çözmekte zorlanıyordum. Elbette üzgündü, bu belliydi… Ama başka bir şey daha vardı. Utanıyor muydu? Bunu düşünmek bile içimi sıkıştırıyordu.
O an elinde ekmek vardı ama dudağındaki yaradan dolayı zorlanıyor, her ısırışında yüzünü hafifçe buruşturuyordu. İçimdeki öfkeye hâkim olmakta zorlanıyordum. Bu kadar güzel gülümseyen bir kadın, kim bilir ne kadar zamandır bu acılarla yaşamaya zorlanmıştı.
Usulca ekmeği parçaladım. Seda ile Can’ın konuşmalarına arada başımı sallayarak eşlik ederken, küçük ekmek parçalarını Afra’nın tabağının yanına bıraktım. O, başını kaldırmadan bana baktı. Bakışlarını hissettim… Ama ben ona bakmadım. Nasıl davranacağımı bir türlü bulamıyordum. Olması gerekenden fazla öfkelenmiştim. Neyse ki Afra bir şey demedi, çorbasını içti.
Yine de onca yaşadığına rağmen dik duruyordu. Hisleriyle, acısıyla başa çıkıyordu. Bu iyiydi. Kahvaltı bittikten sonra Can mutfağa girdi. Seda, “Yardım ederim,” dedi. Ben ise iki kahve yapıp Afra’nın yanına gittim. Dayanamıyordum, sormam gerekti. Kahveyi uzattım, yüzüme baktı. Başını hafifçe eğerek teşekkür edip aldı. Karşısına oturdum.
Nasıl soracağımı bilmediğim için direk sordum:
— O adam kimdi? Yardım edebileceğim bir şey var mı?
Durup yüzüme baktı.
— Hayır, yardım edebileceğiniz bir durum yok. Zaten yeterince yardım ettiniz, dedi. Ama böyle…
Sözümü kesti.
— Gerçekten yok, teşekkür ederiz, dedi yine.
Sonra kahvesi bitene kadar konuşmadı. Ben istedim ama konuşamadım. Seda ve Can geldi, Seda, “Afra, gidelim artık,” dedi. Afra kalktı, Seda’nın getirdiği montu üzerine giydi. Dün gece montu bile yoktu.
Gözüm o ara Seda ve Can’a takıldı. Hem birbirleriyle atışıyor hem de vedalaşıyorlardı. Can, bu durumu fırsata çevirip numarasını istedi. Seda ise, “Hani sen benimle konuşmayı sevmiyorsun, ne yapacaksın numaramı?” dedi. Can, “İşte canım sıkılırsa arar sana takılırım,” dedi. Seda kaşlarını çattı, “İyi,” dedi, numarasını verdi. “Benim de canım sıkılırsa arar sana bağırırım o zaman,” dedi.
Afra ise elini uzatıp önce Can’ın sonra benim elimi sıktı ve gittiler. Onlardan sonra sanki hep onlar buradaymış da şimdi ev boş kalmış gibi hissettim. Koltuğa oturdum. Aklım onda kaldı. Ne olduğunu bile anlamamıştım.
Umarım mutlu olur… Can ise yine siritip duruyordu.
Neredeyse üç hafta geçmişti. Hayatımda bir kez gördüğüm bir kadını neden durmadan düşünüyordum? Nasıl olduğunu… neden bu kadar önemsediğimi… bilmiyordum.
Bağlanmam… kendi kurallarıma göre aşık olmam. O yaşadığım olaydan sonra asla olmazdı. Ama yine de… neden düşünüyordum? Merhamet miydi hissettiğim? Yoksa merak mıydı?
Bilemiyordum.
Can, Seda’yla konuşuyordu. Bazen mesajlaşıyorlardı. Ben de arada ona soruyordum:
“İyiymiş Afra,” diyordu.
En azından iyi olduğunu biliyordum. Can’ın, Seda’nın numarasını almış olmasına şükretmiştim.
Akşam olmuştu. Günün yorgunluğu üzerimdeydi. Elimde kahvem, kanepeye usulca yerleşmişken Can geldi. Yüzünde her zamanki o hafif alaycı tebessüm vardı.
— Sedayla konuştum şimdi, dedi.
— Bizi yemeğe çağırdı. Teşekkür içinmiş.
Kaşlarımı çattım.
— Seda mı çağırdı? Yoksa sen mi bizi zorla davet ettirdin?
Can omuz silkip gülerek,
— Ne fark eder? Çağırdılar işte, dedi.
— Hani sen bu kızdan hoşlanmamıştın? dedim.
— Neden her gün konuşuyorsun?
— Çünkü onu kızdırmak hoşuma gidiyor, dedi.
— Hem güzel kız… bir de çenesi olmasa.
— Hem Afra’yı da görürüz. Biliyorum senin de aklında.
Düşündüm. Evet, onu merak ediyordum.
— Tamam, dedim.
— Gidelim.
Ertesi sabah her zamanki gibi işteydim ama gün bitmek bilmiyordu. Akşam olmuyordu sanki.
Yoksa Afra’yı göreceğim için mi böyle hissediyordum?
Yok yok, hayır… sadece uzun bir gündü.
Şirketten çıkar çıkmaz Can’la buluştuk. Yoldan bir tatlı alıp, Seda’nın attığı konuma doğru gittik. Kapının önüne geldiğimizde Can zile bastı. Kapıyı Afra açtı.
Üzerinde dar bir pantolon ve sade bir tişört vardı. Kolundaki yaralara baktım, hemen hemen geçmişti. Ama gözlerindeki hüzün… hâlâ oradaydı. Yine de, gördüğüm ilk gündeki kadar derin değildi.
— Hoş geldiniz, dedi zarif bir baş selamıyla.
— Hoş bulduk, dedik biz de.
İçeriye buyur etti. Oturma odasına geçtik. Tam o sırada Seda mutfaktan çıktı. Gür ve eğlenceli sesiyle,
— Hoş geldiniz! dedi.
Koltuklara oturduk. Evleri küçüktü ama çok şirindi. Zarif dekore edilmişti. Sade bej tonlarında koltuklar, duvarda ince çerçeveli tablolar, yerde tek renk bir halı… Köşelerde saksı çiçekleri, birkaç yerde narin biblolar…
Kısa bir sohbetin ardından Seda,
— Sofraya geçelim mi? dedi.
— Evet, dedik.
Sanırım seda can’a ne sevdiğimizi sormuş olmalı ki, masada sadece bizim favori yemeklerimiz vardı. Can’ın sevdiği gibi fırında tavuk ve pilav… benim sevdiğim gibi pazı sarması. İstemeden gülümsedim.
— Ellerinize sağlık, çok güzel görünüyor, dedim.
Yemek sırasında fark ettim; Can ve Seda yine atışıyorlardı. Ama bu sefer eskisi gibi değildi. Daha çok… flört ediyorlardı sanki.
Yemekten sonra sofrayı topladık. Can ve Seda içeriye geçip sohbete daldılar. Afra ve ben mutfakta kaldık, bulaşıkları yıkamaya başladık.
— Ben yıkarım, dedi Afra.
Ama ben ısrar ettim. Onunla baş başa birkaç kelime etmek istiyordum.
— Nasılsın?
— İyiyim, dedi. — Sen nasılsın, neler yapıyorsun?
Havadan sudan konuşmak bile bana iyi geliyordu. Ama yine de aklımdaki soruyu sormak istedim.
— O adam… seni yine rahatsız ediyor mu? Hâlâ anlatmayacak mısın kimdi?
Derin bir nefes aldı. Bulaşığa ara verip bana baktı.
— Bu konuda konuşmak istemiyorum, dedi net bir şekilde. — Seda zaten söylemiş size. Eski erkek arkadaşım… Toprak. Aşık sandım ama… takıntıymış. Biraz geç fark ettim.
— Bu kadar yeterli mi? diye sordum.
— Peki… neden “o çok güçlü, hastanede beni bulur” dedin?
— Çünkü bulurdu. Çok güçlü biri… her yerde adamları ya da tanıdıkları var, dedi.
Başka şeyler de sormak istedim ama anlatmadı. Ben de üstelemedim. Bu kadarı yeterdi zaten.
Bulaşıklar bitince Seda geldi.
— Kahveler bende, dedi.
Biz de oturma odasına geçtik. Çok geçmeden kahveler geldi. İçerken sohbet ettik; basit, sıradan konuşmalar ama… yine de iyi hissettiriyordu.
Arada Afra’ya bakıyordum. Telefonuna ara sıra mesajlar geliyordu. Her baktığında gerildiğini hissediyordum. Ama belli etmemeye çalışıyordu. Toprak mıydı acaba?
Neyse… saat geç olmuştu.
— Biz kalkalım, her şey için teşekkürler, dedik.
Vedalaşıp ayrıldık.
Arkadaş olmak bana iyi gelmişti. En azından görüyordum, duyuyordum. Ama… gerçekten iyi gelmiş miydi? bu kadına Ya bir şeyler hissedersem? İstemiyordum. Güvenemem ben artık kimseye. En iyisi uzak durmaktı. Arada Can’dan haber alırdım. Ben uzak olsam iyi olacaktı.
Aradan haftalar geçti. Afra’yı hiç görmedim. Can arada onlara gitti, onlar arada bize geldi. Ama ben görmeyi istemedim. İyi haberlerini almak yeterdi. Afra’ya çekildiğimin farkındaydım.
Bu süreçte Seda ve Can daha da yakınlaştılar. Aslında sanırım Can da Seda’yı seviyordu ama kendini bildiği için sevgili olmak istemedi. Başkasına gideceğini biliyordu. “En azından arkadaş olarak hayatımda olsun,” diyordu.
Sanırım bu gece yine bize geleceklerdi. Seda son anda Afra’nın da geleceğini söyledi. Aslında evden çıkacaktım ama… geç kalmıştım. Yoksa… geç kalmak mı istemiştim?
Geldiler.
— Sanırım kapı çalıyor, dedi Can.
Kapıyı açınca göz göze geldik Afra’yla. O yeşil gözlere… zafım mı vardı benim? Kalbim neden böyle hızlı atıyordu? Yine sade giyinmişti. Zarif, basit bir elbise…
— Hoş geldiniz, dedim.
Elini sıktım. Yumuşacıktı. Elimi çekmek istemedim. Bir an takılı kaldım sanki.
İçeri geçip oturduk. Hoş sohbet… Can’la Seda’nın bayağı anısı birikmişti. Kahkahalarla anlatıyorlardı. Ben arada Afra’ya göz ucuyla bakıyordum. Çok güzel gülümsüyordu. Yüzü gülse de… tedirginliği hissediliyordu. Ama bu, ilk gördüğüm gündeki gibi bir tedirginlikti ondada bu kadardı.
Ara ara telefonuna bakıyor, kaşları çatılıyordu. Ama belli etmemeye çalışıyordu.
Gitme vakti geldiğinde… bırakmak istemedim. İçimi bir huzursuzluk kapladı. Ama tabii diyemedim. Can’a,
— Sedaya söyle, eve gider gitmez arasınlar, haber versinler, dedim.
Çok uzak değildi evleri. Vedalaşıp gittiler.
Nedensizce odanın ortasında volta atmaya başladım.
— Can, Seda aradı mı? Gitmişler mi? diye sordum.
Can rahat bi ifadeyle,
— Yok, daha aramadı, dedi.
— Sen niye bu kadar gerildin?
— Bilmiyorum, dedim. — Afra’nın hareketlerini beğenmedim… çok tedirgindi sanki.
— Dur bakayım, dedi Can. Saatine baktı.
— Yarım saat olmuş gideli… araması lazımdı. Dur, ben arayayım.
Hoparlöre aldı, aradı. Açmadı. Can da tedirgin oldu. Tekrar aradı, yine açmadı.
Ceketimi ve arabanın anahtarını aldım, gidip bakmak için. Can da ceketini giydi. Tam kapıya yönelmiştik ki… Seda telefonu açtı. Ama cevap vermiyordu.
— Alo Seda, orada mısın? İyi misiniz? diye sordu Can.
Seda’nın ağlama sesi geliyordu. Sessizce…
— Ne oldu Seda? İyi misiniz? dedim.
Zorla konuşarak söyledi:
— O… buradaymış. Bulmuş bizi.