Aleyna, emniyetten çıkar çıkmaz gökyüzünün karanlığını fark etti. Sabahki gri bulutlar şimdi yerini koyu bir ton almıştı. Sanki şehir, az önce dinledikleri hikâyeyi kendi üzerine giymişti. Mesut Aslan’ın söyledikleri kulaklarında yankılanıyordu: “Çocuk hayattaydı… Ama sonra kimse onu görmedi.”
Selim, direksiyon başındayken göz ucuyla Aleyna’ya baktı. Kadın gözlerini yola dikmişti ama aklı başka yerdeydi. Dosyadaki boşluklar birer birer doluyordu ama bu, cevaplardan çok daha fazla soru getiriyordu.
“Bu çocuk gerçekten yaşıyor olabilir mi?” dedi Selim, sessizliği bozarak.
“Eğer yaşıyorsa, yıllardır nerede saklandı?” diye karşılık verdi Aleyna. “Ve eğer hayatta değilse, cesedi neden bulunamadı?”
“Ya da birileri özellikle cesedin bulunmamasını mı sağladı?”
Aleyna başını salladı. “Berna’nın verdiği fotoğraf çok önemli. Bu çocuk sadece yangından sağ kurtulan değil… Aynı zamanda gerçeği bilen tek kişi olabilir. Ve o yüzden ortadan kaldırılmış olabilir.”
Emniyete döndüklerinde Aleyna, arşiv bölümüne yöneldi. Eski kütük kayıtları, yoklama defterleri, o dönemin öğrenci bilgileri… Çocuğun kimliğine dair en ufak bir iz bulmaya kararlıydı. Selim ise bilişim şubesine giderek 1998 yılındaki telsiz kayıtlarının dökümlerini istemeye koyuldu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, arşivde toz içinde kalan bir dosya dikkatini çekti Aleyna’nın. Siyah kapaklı, kenarı yıpranmış, üzerinde sadece şu yazılıydı: “Kaydı Silinenler – 1997-1999”. Titreyen parmaklarıyla dosyayı açtı. İçinde sadece birkaç fotoğraf ve boş formlar vardı. Ama en altta, küçük bir zarf…
Zarfı açtığında, eski bir öğrenci kartı çıktı. Kartta bulanık bir fotoğraf, adı neredeyse silinmişti. Ama gözleri... O gözleri tanıyordu. Aynı çocuktu. Berna’nın fotoğrafındaki çocuk. Kartın köşesinde sadece şu okunuyordu: “M... A...” Soyadı eksikti, ama isim kısmen görünüyordu.
Tam o sırada Selim kapıda belirdi. “Aleyna. Telsiz kayıtlarında bir şey daha bulduk. 1998’de yangından üç dakika sonra bir çağrı yapılmış. Anonim. Ama içerik net: ‘Onu buldum. Yaşıyor ama konuşamayacak kadar korkmuş.’”
Aleyna başını kaldırmadan fısıldadı: “Onu bulan kişi belki de öldürülmedi. Belki susturuldu.”
“Ve hâlâ susturulmuş olabilir. Yaşıyorsa... onu saklayan biri var.”
Aleyna kartı çantasına koydu. “Artık onun ismini bilmeliyiz. Ve bu gizli defterin içinde daha fazlası olabilir. Hedefte sadece o çocuk yoktu... O gece orada olan herkes tehlikedeydi.”
“Berna Yalçın’ı tekrar dinlemeliyiz” dedi Selim. “O çocukla bir bağı olabilir.”
Aleyna derin bir nefes aldı. “Ve bu sefer doğru soruları sormalıyız. Çünkü bu sadece geçmişin karanlığı değil... Şimdiye sızmış bir gerçeğin başlangıcı.”
Berna Yalçın’ın evine gittiklerinde gece saat ona yaklaşıyordu. Apartmanın önündeki sarmaşıkların arasından geçip üçüncü kata çıktılar. Aleyna kapıyı çaldığında içeriden gelen ayak sesleri hemen durdu. Birkaç saniye sonra kapı aralandı ve Berna’nın tedirgin bakışlarıyla karşılaştılar.
“Bu saatte bir şey mi oldu?” dedi kadın, sesi kısılmış gibiydi.
“Konuşmamız gerek Berna Hanım. Çocuğun kimliğini öğrenmiş olabiliriz” dedi Aleyna, doğrudan.
Berna bir an duraksadı, sonra kapıyı açtı. İçeri girdiklerinde loş bir ışık altında oturma odasına geçtiler. Duvarlarda çocukluk yıllarına ait eski çizimler, sararmış belgeler ve çerçeveli birkaç fotoğraf vardı. Ortamdaki huzursuzluk elle tutulur hâle gelmişti.
Aleyna çantasından öğrenci kartını çıkardı ve kadının önüne bıraktı. “Bu kart size tanıdık geliyor mu?”
Berna yavaşça kartı eline aldı. Gözleri kartın sol köşesine, silik harflere takıldı. Sonra titreyen parmaklarıyla fotoğrafı okşadı. “Bu... Bu o. Bu Mahir.”
Selim öne eğildi. “Mahir mi? Tam ismi neydi?”
“Mah... Mahir Arda’ydı” dedi Berna. Gözleri doldu, kelimeleri zor çıkıyordu. “Sınıf arkadaşım değildi. Kütüphaneye birlikte giderdik bazen. Konuşkan değildi ama gözleri çok şey anlatırdı. Yangın günü onu okulun arka bahçesinde gördüm. Islak bir battaniyeye sarılmıştı. Göz göze geldik ama bana hiçbir şey demedi. Sonra biri onu alıp götürdü.”
“Kimdi o kişi?” dedi Aleyna sessiz ama baskın bir tonla.
“Görmedim... Ama eli kapalıydı. Mahir’in kolunu sıkıca tutuyordu. Sadece... bileğinde bir saat vardı. Gümüş renkli. Ve üzerinde gravür gibi bir şey.”
Aleyna birden irkildi. Bu tarif ona tanıdık gelmişti. Birkaç gün önce emniyette tanıştığı eski yangın görevlilerinden biri, aynı tarife uyan bir saat takıyordu. İsmi Mustafa Şahin’di. 1998’de olay yerine ilk ulaşan ekibin şefi.
“Berna Hanım, bu Mahir hiç konuşur muydu? Ailesi hakkında bir şeyler anlatır mıydı?”
Berna başını iki yana salladı. “Hayır. Sanki hep tetikteydi. Olaydan önce bile... Sanki bir şeylerden korkuyordu.”
Selim bir yandan not alıyor, bir yandan Aleyna’ya göz atıyordu. İkisi de aynı şeyi düşünüyordu. Mahir olayın merkezindeydi ama bu olay tek başına yangınla ilgili değildi. Onu koruyan ya da susturan kişi hâlâ ortadaydı.
“Bu Mahir yaşıyor olabilir” dedi Aleyna. “Ama kimlik değiştirmiş, izi silinmiş olabilir. Onu bulan adam da gizlenmiş olabilir. Mustafa Şahin… İlk müdahaleyi yapanlardan biriydi ve anlattığı hikâyede boşluklar vardı.”
Berna gözlerini kısmış, uzaklara bakıyordu. “Eğer yaşıyorsa… bana bir borcu var. Çünkü o gün bir şey söylemedi. Sanki korkuyordu ama nedenini bilmiyordum.”
Aleyna ayağa kalktı. “Şimdi öğrenme zamanı.”
---
Sabah olduğunda ekip Mustafa Şahin’in evine doğru yola çıktı. Aleyna yol boyunca öğrenci kartını tekrar tekrar eline aldı. Gözleri, Mahir’in ifadesindeki boşluğa takılıp kaldı. Ne yaşanmış olursa olsun, bu çocuk ya bir şeyleri görmüştü ya da bir şeylerin kurbanıydı.
“Mustafa Şahin bu hikâyenin eksik halkası” dedi Aleyna. “Ve umarım geç kalmadan o halkayı tamamlayabiliriz.”
Selim başını salladı. “Ya da yeni bir yangın çıkmadan önce.”