Müge için geçen iki gün, neredeyse fiziksel ve duygusal bir sınav gibiydi. Hastalarına yönelik tüm düzenlemeleri yapmış, ameliyatlarını planlayıp tamamlamıştı. Yerine bakacak meslektaşına detaylı notlarını ve hasta geçmişlerini aktarmış, asistanıyla tüm işleri ince ince planlamıştı. Ne kadar hazırlıklı olursa olsun, Mardin’de ne kadar kalacağını bilmediği için her adımını iki kez gözden geçiriyordu. Uzun saatler boyunca, geç saatlere kadar çalışmış, ama yine de eksiksiz bir düzen bırakmak istemişti.
Bu süreçte Mert’le hiç konuşmamış, yüz yüze gelmemişti. Sadece uçuş saatiyle ilgili kısa bir mesaj ve sabah onu Cemin evden alacağı bilgisi gelmişti. Kafası karışıktı ama yoğunluğu, arayıp konuşmasına fırsat bırakmamıştı.
Mert de boş durmamıştı. Toplantı sonrası tamamen Mardin yolculuğuna odaklanmıştı. Orada birkaç gün kalacaklarını biliyor, bu sürecin gergin geçeceğini seziyordu. Mardin’deki konağa yerleşeceklerdi, ancak annesinin gözlerinde belirgin bir öfke vardı. Yıllardır oğlunun ağalığı devralmasını bekleyen kadın, bu yolculuğun altında yatan sebebi bilmediği için sessizdi. Mert, ailesindeki gerilimi hissediyor ama belli etmemeye çalışıyordu.
Uçak yolculuğu Müge için fazlasıyla gergin geçti. Neredeyse tüm uçak, Mert’in akrabaları, korumaları ve yardımcılarıyla doluydu. Mert, Müge’nin gelişini ailesine söylememişti. Belki de bu iyi olmuştu; yüzlerdeki meraklı bakışlar bile yeterince yorucuydu.
Uçaktan indiklerinde sıcak, kuru bir rüzgâr yüzüne çarptı. Burnuna toprak, kahve ve baharat kokusu karıştı. Taş binaların silueti, gün batımının kızıllığında altın rengine çalıyordu. Burası, onun alışık olduğu şehirlerden bambaşka bir yerdi.
Mert, yolculuk boyunca olduğu gibi şimdi de yanındaydı. Sert ama sahiplenici bakışları, “Ben buradayım,” der gibiydi. Uçak merdivenlerinden inerken birden, elinde sıcak bir temas hissetti. Başını eğdiğinde Mert’in parmaklarının kendi parmaklarının arasına geçtiğini gördü.
Gözleri buluştu. Müge’nin dudaklarında istemsiz bir gülümseme belirdi. Bu, günün ilk içten gülümsemesiydi; şaşkınlıkla karışık bir sıcaklıkla…
Mert, parmaklarını hafifçe sıktı. — Üşümüşsündür, dedi.
Müge bakışlarını yere indirip gülümsedi. — Mardin’de mi? Ağustos sıcağında mı üşüyeceğim?
— Benim yanımda üşüyemezsin, anlamadın mı hâlâ?
Müge başını kaldırdı. Onun gözlerinde, şakanın altına gizlenmiş bir kararlılık vardı.
Kalabalığın arasında yürürlerken Mert tekrar konuştu: — Sana bir şey söyleyeyim mi?
— Söyle bakalım.
— İki gündür aklımda tek bir şey vardı.
— İş mi?
— Hayır…
Mert hafifçe eğildi, sesi alçaldı: — Seni karşılayacağım an.
Müge yutkundu. Belli etmemek için omuz silkerek cevap verdi: — Güzel kurtardın. Yoksa “çok yoğun olduğumdan haberin yok” diyecektim.
— Senin yoğunluğunu biliyorum. Ama ben de boş durmadım.
— Ne yaptın?
— Seni burada, bu kalabalığın ortasında elini tutabilecek kadar cesur bir adam oldum.
Müge dudak kenarlarını hafifçe kıvırdı. “Cesur” kelimesi aklında yankılandı ama sessiz kaldı. Çünkü fark ediyordu ki, bu sözler gösterişten çok, ona güç verme isteğiydi.
Araçlara yaklaştıklarında Mert hafifçe yana eğildi. Gözleri, üzerine doğrudan düşen güneş ışığında daha da koyu bakıyordu. — Hazır mısın?
— Neye?
— Benim dünyama.
Müge gülümsedi. Gülümsemesinde hem merak hem de temkin vardı. — Göreceğiz.
Mert, dudaklarının kenarına belli belirsiz bir gülümseme yerleştirip, tek kelime etmeden ona bakmaya devam etti. Müge, o bakışta hem bir davet hem de bir meydan okuma gördü.