Bölüm 16 – Kıymet ana

823 Words
Araçlar, geniş taş avlulu, yüksek kapılı konağın önünde durdu. Kapı açılır açılmaz, ağır ahşap kanatların ardından içeriden telaşlı bir hareketlilik yayıldı. Hizmetliler ellerinde tepsilerle koşuşturuyor, kadınlar birbirlerine eğilip fısıldaşıyordu. Mert, arabadan iner inmez dik duruşuyla avlunun ortasına adım attı; sanki yıllardır beklenen biri dönmüş gibiydi. Müge ise adımlarını yavaşlattı. Avlunun ortasındaki çeşmeden akan suyun sesi, havada asılı duran taze kahve ve baharat kokusu, gözlerini kamaştıran taş duvarlar… Hepsi bir anda üzerine gelmişti. Konağın merdiven başında görkemli bir siluet belirdi. Üzerinde koyu renkli entarisi, omuzlarına inen ipek şalı, alnına düşen birkaç beyaz tel… Yüzündeki derin çizgiler yılların ağırlığını, bakışları ise hâlâ dimdik duran bir otoriteyi yansıtıyordu. Kıymet Ana, tok ama sıcak bir sesle, yöresel şiveyle: — Hoş gelmişsin oğul… dedi. Mert, başını hafifçe eğerek merdivenlere yöneldi. İki eliyle babaannesinin elini tuttu, saygıyla eğilip öptü. Kadının sert bakışları torununun yüzünde kısa bir süre yumuşasa da hemen yeniden ciddileşti. Sonra gözleri, Mert’in arkasındaki Müge’ye kaydı. Onu baştan aşağı süzdü; kıyafetinden saçına, elindeki küçük çantaya kadar her detayı dikkatle inceledi. Yüzündeki ifade ne tam onay ne de açık reddedişti. Müge, bu bakışın ağırlığını iliklerine kadar hissederken taş konağın gölgesinde sadece duvarların değil, insanların da kalın ve aşılması zor sınırları olduğunu anladı. Müge selam vermek için ağzını açtığında, Kıymet Ana elini hafifçe kaldırarak onu durdurdu. Tek kelime etmeden yanından geçip avlunun diğer ucuna yöneldi. Baran Ağa —Mert’in babası— merdivenlerin sonunda bekliyordu. Kıymet Ana, oğlunun karşısına geçip: — Hoş geldin oğul, dedi. Baran Ağa saygıyla eğilip anasının elini öptü. Ardından konakta sıra ile el öpmeler, sarılmalar, hasret gidermeler başladı. Kalabalığın içinde Derya, Kıymet Ana’nın Müge’ye yüz vermemesinin sevincini dudaklarının kenarındaki belli belirsiz bir gülümsemeyle gizliyordu. O sırada merdivenlerden Serhat indi. Üzerinde salaş bir gömlek, rahat tavırlarıyla yabancı bir misafir gibi değil, evin en özgür ruhu gibiydi. Mert’le kucaklaştılar, birbirlerinin omuzlarına vurup gülümsediler. — Hee, bu mu bizim meşhur doktor hanım? dedi Serhat, Müge’ye hafif başıyla selam vererek. — Evet, Müge… dedi Mert, sesi belirgin bir sahiplenmeyle. — Tanıştığıma memnun oldum, bacı… ama sen bacı dememe bakma, burda kimse senden bacı gibi bahsetmez, diye ekledi Serhat, hafif bir gülümsemeyle. Müge, bu sözlere istemsizce gülümsedi. Mert ise kaşlarını hafifçe çattı ama ses etmedi. Kıymet Ana’nın sesi avluda yankılandı: — Hadi hele, açsınızdır. Sofra hazır, gelin bakayım! Avlunun ortasında, uzun ahşap masalar birleştirilmiş, üzerlerine renkli sofra bezleri serilmişti. Bakır sahanlarda kaburga dolması, sembusek, kıbbe, içli köfte, sumaklı soğan salatası… Taze tandır ekmeği ve nar ekşili salatalar masayı süslüyordu. Herkes kim nereye oturacak diye hafif fısıldaşırken Kıymet Ana, Mert’e bakıp sert ama kararlı bir sesle: — Geç bakalım oğul, yerine… dedi ve baş köşeyi eliyle işaret etti. Bu, açık bir mesajdı. “Artık ailenin ve aşiretin reisi sensin” der gibiydi. Masadaki herkes sustu. Mert, yerine oturduktan sonra solundaki sandalyeyi çekip: — Müge, gel buraya, dedi. Müge tereddüt etti, Kıymet Ana’nın sert bakışları onu adeta delip geçiyordu. Derya’nın gözleri kıskançlıktan parlıyor, Derya’nın babası da belli belirsiz homurdanıyordu. Serhat ise gülmesini bastırmak için başını eğmişti. Müge yerine oturduğunda Mert, ona doğru hafifçe eğilip alçak sesle: — Yanımda olman iyi geldi, dedi. Serhat masanın karşısından gülümseyerek: — Bizim Mert, yanında böyle birini bulmuşken kolay kolay bırakmaz ha… diye takıldı. Mert’in bakışları uyarı niteliğinde olsa da, Serhat’ın gözlerindeki hafif flört ve Müge’nin gülümsemesi, sofradaki gerilime ince bir sıcaklık kattı. Masada bakır tabaklara yemekler konulmaya başlandı. Buharı tüten kaburga dolmasının kokusu avluya yayılıyor, tandır ekmekleri sıcak sıcak masaya bırakılıyordu. Kıymet Ana, baş köşedeki yerinde oturmuş, tek bakışıyla masadaki sessizliği sağlıyordu. Çatal bıçak sesleri arasında ilk sözü Serhat aldı: — Müge Hanım, siz İstanbul’da mı yaşıyorsunuz? — Evet, dedi Müge, hafif gülümseyerek. — Hee, belli zaten… bu eller böyle narin olur mu başka türlü? dedi Serhat, bakışlarını hafifçe aşağı kaydırarak. Mert hemen araya girdi: — Serhat, yemeğine bak sen. — He vallahi bakıyorum, ama gözüm başka şeyleri de görüyor işte, diye güldü Serhat. Masada hafif bir gülüşme oldu ama Kıymet Ana’nın sert bakışı gülüşleri susturdu. Derya ise kaşığıyla tabağındaki salatayı karıştırıyor, ara sıra Müge’ye bakıp dudaklarını sıkıyordu. Baran Ağa söze girdi: — Mert, İstanbul’da nasıl geçti bu zaman? — Çalışmayla geçti baba… diye cevapladı Mert, ama gözleri hep Müge’deydi. Müge, Mert’in kendisine bakışlarını fark ediyor, her lokmada biraz daha huzursuz ama aynı zamanda garip bir güven duygusu hissediyordu. Serhat, konuşmayı yine ele aldı: — Mert, vallahi kıskanırım ha… İstanbul’dan böyle güzel misafir getirmişsin, haberimiz yok. Mert, kaşlarını kaldırarak: — Senin kıskanman için önce ben bırakayım da, sıra sana gelsin, dedi. Müge gülümsememek için dudaklarını ısırdı. O sırada Derya dayanamadı: — Şehirden gelmiş hanımefendi, bizim yemekler ağır gelmesin sonra… — Yok, gayet lezzetli, dedi Müge kibarca. Serhat, Derya’ya dönerek: — He Derya, sen merak etme… hanımefendi hem ağır yemekleri hem ağır bakışları kaldırabiliyor, diye laf attı. Masada kısa bir sessizlik oldu. Kıymet Ana’nın kaşı havaya kalktı, ama belli ki bu atışmalar onu şimdilik rahatsız etmiyordu. Mert, Müge’nin elinin masanın altındaki kenara yakın olduğunu fark etti, parmak uçlarıyla hafifçe dokundu. Müge irkildi ama elini çekmedi. Bu küçük temas, o gürültülü sofrada sadece ikisinin arasında sessiz bir anlaşma gibiydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD