Bir hafta boyunca aralarında tek kelime konuşulmadı. Ne bir arama, ne bir mesaj… Ama bu, kopmuş bir bağdan çok, farkında olmadan kurulan sessiz bir anlaşma gibiydi. Mert, belli ki ona biraz alan tanıyordu; tıpkı, üzerine fazla gidilen bir konunun tadının kaçacağını bilen biri gibi.
Bu bekleyiş, Mert’in zihninde basit bir “arayayım mı, yazayım mı?” ikileminden ibaret değildi. O, kelimelerden önce duyguların sindirilmesi gerektiğine inanıyordu. Müge’nin kendisine olan bakışını, her karşılaşmada gözlerinde beliren tereddütle ölçmüş, bu tereddüdün yerini meraka bırakmasını beklemişti.
Müge ise bu sessizliği bozmaya çalışmıyor, ama yokluğunu da bilinçli bir mesafe gibi taşımıyordu. Onun için bu, biraz meraklı bir seyircilik gibiydi: Mert ne zaman ve nasıl ortaya çıkacak?
Ve beklenen hamle, bu “durgun” haftanın sonunda geldi.
Cuma sabahı telefon çaldığında ekranda Cem’in adı vardı.
“Öğleden sonra saha ziyaretinde olmanız gerekiyor,” dedi Cem, her zamanki resmi tonuyla. “Yeni proje alanında teknik ekiple toplantı yapılacak. Mert Bey de orada olacak.”
Müge’nin kaşı hafifçe kalktı.
“Cem Bey… Projenin bu kısmı beni ilgilendiriyor olabilir ama Mert Bey’in olduğu toplantıya katılmama gerek yok.”
Cem’in sesi en ufak bir yumuşama taşımıyordu.
“Talimat doğrudan ondan geldi.”
Telefon kapandığında Müge, parmaklarını hâlâ cihazın kenarına sıkıca bastırıyordu. İçinde öfke, merak ve hafif bir gülümseme isteği aynı anda kıpırdanıyordu. Mert’le görüşmek için çabalamamıştı, o ise belli ki zamanı geldiğini düşünüp harekete geçmişti.
Öğleden sonra proje alanına girdiğinde, Mert gerçekten de oradaydı. Onu bekler gibi…
Gözlerinde hafif alaycı, ama içten sıcak bir parıltı vardı.
“Müge Hanım…” dedi, dudaklarının kenarında o tanıdık kıvrımla, “Sizi burada görmek ne güzel.”
Müge kollarını göğsünde kavuşturdu.
“Beni buraya zorla getirtmek… alışkanlığınız mı?”
Mert gülümsemesini hafifçe yumuşattı.
“Hayır… Ama konuşmamız gerekiyor. Bir haftadır ortalarda yoksunuz. Uzak durduğunuzu fark ettim. Nedenini bilmiyorum… Öğrenmek istiyorum.”
Müge, başını hafifçe yana çevirip nefesini düzenledi.
“Bazen, anlamak istediğin şeyin cevabı sessizliktedir, Mert Bey.”
Mert’in kaşlarının arasındaki çizgi hafifçe derinleşti. Ama gülümsemesi tamamen kaybolmadı.
Yan yana saha alanına yürümeye başladılar.
Toprak sabah yağmurunun nemini hâlâ koruyordu. Çalışma sesleri uzaktan, derinden geliyordu.
Mert, elindeki tabletle planları kontrol ediyormuş gibi yaptı ama gözleri sürekli Müge’ye kayıyordu.
“Bu alanın en iyi köşesini hayvan dostu park için ayırdık,” dedi. “Tam sizin kaleminize göre.”
“Kalemime göre mi, yoksa sizin PR çalışmalarınıza mı?”
“İkisi de olabilir,” dedi Mert hafifçe gülerek. “Ama kabul edin, siz olmasanız bu proje yarım kalırdı.”
Müge, istemeden de olsa dudak kenarında bir tebessüm hissetti.
“Beni böyle övüp durursanız, yakında sizden teknik danışmanlık ücreti isteyeceğim.”
Mert, yan gözle ona baktı.
“Ücreti ödeyebilirim. Ama nakit değil… zamanla.”
Müge, kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Zamanla mı? Bu teklif bana biraz… belirsiz geldi.”
“Bazı şeylerin değeri, takvimle ölçülmez.”
Bir an sessizlik oldu. Rüzgâr hafifçe esip Müge’nin saçlarını savurduğunda Mert’in bakışları kısa bir an daha uzun kaldı üzerinde.
“Biliyor musunuz,” dedi Mert, “bu proje sırasında en çok neyi merak ediyorum?”
“Neyi?”
“Planlar, çizimler, raporlar değil… Sizin kafanızın içinden geçenleri. Çünkü siz, düşündüğünüzün yarısını bile söylemiyorsunuz.”
Müge, dudak kenarında hafif bir gülümseme ile karşılık verdi.
“Bazen insanın sessizliği, sözlerinden daha gürültülüdür.”
“İşte yine… yarım cevap,” dedi Mert. “Tamamını alabilmek için daha ne kadar çalışmam gerekecek, merak ediyorum.”
“Kim bilir… Belki de doğru soruları sormaya başladığınızda.”
“İşte bu yüzden… sizi görmek için toplantılar bile bahanem oluyor.”
Mert yürürken bir anda adımlarını yavaşlattı.
“Bu arada… bana hâlâ borcunuz var.”
Müge kaşlarını çattı.
“Borcum mu? Ne borcuymuş bu?”
“Yemek,” dedi Mert, hiç tereddüt etmeden. “Geçen sefer teklif etmiştim. ‘Düşüneceğim’ demiştiniz. Ben hâlâ düşünüp düşündüğünüzü bekliyorum.”
“Hatırlamıyorum… öyle bir söz verdiğimi.”
Mert hafifçe eğilip gülümseyerek, sanki yüz ifadesini incelemek ister gibi baktı.
“Demek hafızanız bu kadar zayıf… Ben hatırlatırım.”
“Belki de hatırlamak istemiyorumdur?”
“O zaman bu, teklifin cazibesini artırır. Çünkü reddetmeye bu kadar uğraşıyorsanız, kabul etmeniz an meselesidir.”
Müge hafifçe güldü.
“Siz böyle mi ikna ediyorsunuz insanları?”
“Hayır,” dedi Mert. “Sadece sizin söz konusu olduğunuz durumlarda bu kadar ısrarcı oluyorum.”
Kısa bir sessizlik… Sonra Müge, gözlerini proje alanına çevirip, gülümsemesini gizleyemeden yarı fısıltıyla söyledi:
“Tamam… Ama mekan seçme hakkı bende.”
Mert’in yüzünde zafer kazanmış birinin ifadesi belirdi.
“Anlaştık.”
Mert’in “Anlaştık,” deyişiyle ikisi de adımlarını yavaşlattı.
Sanki saha turu tamamlanmış, konuşmanın en tatlı yerine gelinmişti.
Tam o sırada Müge, alanın kenarına park etmiş siyah SUV’u fark etti.
Camları koyu filmliydi, ama ön koltukta oturan silueti tanımak zor değildi.
Derya.
Telefonuyla uğraşıyor gibi yapıyor, ama başını hafifçe kaldırdığında gözlerinin Mert ile Müge arasında gidip geldiği belli oluyordu.
Bakışlarında, gülümsemeden uzak ama dikkatle hesap yapan bir ifade vardı.
Mert, arabanın varlığını fark etmiş görünmüyordu. Müge ise içten içe bir sıkışma hissetti.
Sanki Derya’nın sessiz varlığı, havadaki o hafif ve tatlı gerginliği daha ağır bir şeye çevirmişti.
Müge, Mert’e belli etmemeye çalışarak sordu:
“Misafiriniz mi var?”
Mert kaşlarını hafifçe çattı, bakışlarını arabaya çevirdi.
“Yok… gelmesi gereken biri değil.”
SUV’un kapısı açıldı.
Derya, topuklarının sert sesiyle toprak zeminde yürüyerek yanlarına yaklaştı.
Üzerinde, sanki bilerek seçilmiş gibi, fazlasıyla dikkat çeken zarif bir elbise vardı.
“Mert,” dedi, sesinde hafif bir sahiplenme tonu. “Toplantıdan sonra seni bulmam gerekti.”
Müge’ye dönüp baştan aşağı süzdü. Gülümsemedi.
Müge, dudak kenarında zarif ama mesafeli bir tebessümle karşılık verdi.
Aralarında bir anlık sessizlik oldu. O sessizlikte, iki kadının bakışları çarpıştı.
Bu, kelimelerle değil, niyetlerle yapılan bir konuşmaydı.
Derya, hafifçe başını kaldırıp Mert’e döndü.
“Konuşmamız lazım. Özel.”
Mert, kısa bir tereddütten sonra Müge’ye baktı.
“Beni bir dakika mazur görür müsünüz?”
Müge başıyla onayladı, ama içinden “Bu dakika, daha uzun bir hikayenin başlangıcı olacak belli ki,” diye geçirdi.
Mert, Derya’yı SUV’un biraz ilerisindeki boş alana doğru yönlendirdi.
Rüzgâr, Derya’nın saçlarını yüzüne savurdu; ama o, bir elini beline koyarak dimdik duruyordu.
“Mert,” dedi, sesi yumuşak görünse de altı buz gibiydi.
“Beni böyle görmezden gelmeye devam edeceğini sanma. On yedi yaşımdaydım… ilk kez seni gördüğümde. Ve o günden beri…”
Mert, onun sözünü kesmeden bekledi, ama yüzünde sabırsız bir ifade vardı.
“Derya,” dedi sonunda, “O günler geride kaldı. Hem… senin hislerin hiçbir zaman karşılıklı olmadı.”
Derya, dudaklarının kenarını gererek acı bir tebessüm attı.
“Sen böyle söylüyorsun diye değişmiyor. Ben senin kim olduğunu, ne olabileceğini hep gördüm. O kadın…” — gözleri Müge’nin olduğu yöne kaydı — “…senin hayatına girecek son kişi olmalı.”
Mert’in bakışları sertleşti.
“Bunu sana daha önce de söyledim. Hayatıma kim girecek, kim girmeyecek, sadece ben karar veririm. Ve kimseye de bunun hesabını vermem.”
Derya, sessizce başını salladı, ama gözleri öfkeyle parlıyordu.
“Beni küçümsüyorsun. Ama ben buradayım, Mert. Hep oldum. Ve sen fark etmesen bile, hep olacağım.”
Mert, derin bir nefes aldı.
“Derya… bu takıntı sana sadece zarar verir. Benden sana kardeş tavsiyesi: Yolunu değiştir.”
Bu söz, Derya’nın yüzünde ince bir çatlak yarattı. Bir anlığına dudakları titredi ama hemen toparlandı.
“Bunu sen istedin,” dedi fısıltıya yakın bir sesle, ardından topuklarının sert adımlarıyla arabasına doğru yürüdü.
Mert, geride kalıp bir süre boşluğa baktı. Sonra derin bir iç çekip, yüzüne tekrar sakin bir ifade takınarak Müge’nin yanına döndü.
Mert, adımlarını ağır ağır atarak Müge’nin yanına döndü. Onu, proje alanının kenarında, haritayı elinde tutarken buldu.
Müge, Mert’i görünce kaşlarını hafifçe kaldırdı.
— “Haritada seni arıyordum, kaybolmuş olmalısın.”
Mert, dudak kenarını hafifçe yukarı kaldırdı.
— “Kaybolmadım, sadece yanlış rotada bir pürüzü temizledim.”
— “Pürüz mü? İlginç kelime seçimi,” dedi Müge, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme ile.
— “Seninle konuşmaya başlamadan önce biraz toz almak gerekti diyelim,” diye karşılık verdi Mert, gözlerini hafifçe kısmış bir şekilde.
Müge, haritayı katlayıp çantasına koydu.
— “Umarım o tozu bana getirmemişsindir. Proje alanında temizlik önemli.”
— “Merak etme,” dedi Mert, bir adım daha yaklaşarak. “Sana sadece yemek davetimi hatırlatmaya geldim. Hani, geçen gün… düşüneceğini söylemiştin.”
Müge, başını hafif yana eğdi, bakışlarında muzip bir ışık belirdi.
— “Hangi yemek daveti?”
Mert, ciddiymiş gibi yaparak kaşlarını çattı.
— “Demek öyle… Hatırlamıyorsun. Kalbim kırıldı.”
— “Kırık kalplerden ben sorumlu değilim,” dedi Müge, gülümsemesini saklamaya çalışarak. “Ama madem bu kadar ısrarcısın… belki takvimime bakabilirim.”
— “Takvime bakmaya gerek yok,” dedi Mert, sesi biraz daha alçalarak. “Çünkü ben seni bu akşam almaya geleceğim.”
Müge, hafifçe başını sallayıp gülümsedi.
— “Bu özgüvenin ya çok çekici ya da çok tehlikeli.”
— “Senin kararına bırakıyorum,” dedi Mert, gözlerinde hafif bir parıltıyla. “Ama ikisinden biri olduğumu biliyorum.”
Müge, istemsizce gülüp başını önüne eğdi. İçinden, bu adamın kendisini bu kadar kısa sürede bu kadar rahat hissettirmesine hâlâ şaşırıyordu.