Askeri üssün havası, fırtına öncesi sessizliğin gerginliğiyle doluydu. 3.000 askerin botları, Komutan İsmail Bingazi’nin konuşmasının ağırlığı altında toprağa kök salmış gibiydi. Onun sesi, çakıl taşlarının sertliğiyle kararlılığın birleşimiydi; yaklaşan bir savaşın gölgesi gibi ufukta beliren bir uyarıyı, ilham verici bir çağrıyla harmanlamıştı. “Asker, rahat!” demişti, ama bu rahatlığın son olacağı uyarısı, her bir askerin zihninde yankılanıyordu. Saflarda Teğmen Nergis, sadece el kaldırdığı için değil, gözlerindeki meydan okuyan kıvılcım ile dikkat çekmişti. Bu kıvılcım, Bingazi’nin keskin bakışlarından kaçmamıştı.
Nergis sıradan bir teğmen değildi. Siber operasyonlarda bir dahiydi; gücünü kaslarından değil, sistemlere sızma, şifreli sinyalleri çözme ve teknolojiyi bir silaha dönüştürme konusundaki eşsiz yeteneğinden almıştı. Kendi yazdığı algoritmalarla düşman ağlarını çökertmiş, istihbarat birimlerinin imkânsız dediği görevleri başarmıştı. Bu yetkinlikler onu vazgeçilmez kılmıştı, ancak keskin zekâsı ve otoriteye sorgulayıcı yaklaşımı, onu sık sık üstleriyle, özellikle de Bingazi ile ters düşürüyordu. Bingazi için Nergis bir bilmeceydi: zeki ama öngörülemez, bir ekranın ardından savaşın kurallarını yeniden yazabilen, ancak ordunun katı hiyerarşisine uymakta zorlanan bir asker. Onun bu bağımsız ruhu, Bingazi’nin hem hayranlığını hem de öfkesini uyandırıyordu.
Konuşmanın ertesi günü, üs, Şark Savunması simülasyonu için hazırlıklarla çalkalanıyordu. Bu zorlu egzersiz, askerlerin yüksek riskli bir sanal savaş alanında dayanıklılıklarını test etmek için tasarlanmıştı. Nergis, siber bileşeni yönetmekle görevlendirilmişti ve kendi alanında parlıyordu. Loş ışıklı komuta odasında, parmakları klavyede dans ederken, simülasyonun parametrelerini ince ince ayarlıyor, askerler için tuzaklar ve sürprizler yerleştiriyordu. Ekranında yanıp sönen kod satırları, onun savaş alanıydı; her bir satır, düşmanın stratejisini alt etmek için bir hamleydi.
Bingazi, habersizce odaya girdi; varlığı, istasyonlarındaki birkaç teknisyeni susturdu. “Teğmen Nergis,” dedi, sesi keskin ama sert değildi. “Umarım bu simülasyonu istediğim kadar acımasız kılıyorsunuzdur.”
Nergis, gözlerini ekrandan ayırmadı. “Acımasız benim uzmanlık alanım, Komutanım. Savaşınızı piksel piksel alacaksınız.”
Cevabında hafif bir küstahlık vardı; bu, Bingazi’nin kaşını kaldırmasına neden oldu. Bir adım yaklaştı, gölgesi Nergis’in masasına düştü. “Dikkatli ol, Teğmen. Kendine güven bir erdemdir, ama kibir ölüm fermanı olabilir.”
Nergis nihayet onun bakışlarına karşılık verdi; ela gözleri kararlıydı. “Ekibinizi küçümsemek de taktiksel bir hata olabilir, Komutanım. Ne yaptığımı biliyorum.”
Havada, söylenmemiş bir gerginlik çıtırtısı vardı; iradelerin sessiz bir çarpışması. Bingazi, onun cesaretine hayran kalmıştı, ama bunu asla itiraf etmeyecekti. Nergis ise onda, sayısız savaşın yükünü taşıyan bir adam görüyordu; ama başka bir şey daha vardı—demir gibi dış görünüşün altında bir insanlık, onu meraklandıran bir kırılganlık. Bu an, aralarındaki çekişmenin ilk kıvılcımıydı; ne tamamen düşmanlık ne de dostluk, ama ikisinin arasında bir şey.
O günün ilerleyen saatlerinde, Nergis simülasyonun son detaylarını gözden geçirirken, aklı Bingazi’nin sözlerine kaydı. “Boş bakan asker, öğrenmeye daha açık olur,” demişti. Nergis gülümsedi; boş bakmak, onun tarzı değildi. O, her zaman sorgulayan, her zaman bir adım önde olmaya çalışan biriydi. Ama Bingazi’nin sözlerinde bir hakikat vardı; itaatkârlık, orduda hayatta kalmanın anahtarı olabilirdi. Yine de Nergis, itaat etmek yerine kendi yolunu çizmeyi tercih ederdi.
Bingazi ise kendi odasında, masasının başında oturmuş, Nergis’in dosyasını inceliyordu. Onun başarıları etkileyiciydi: siber güvenlik yarışmalarında kazandığı ödüller, düşman iletişim ağlarını çökerttiği operasyonlar, hatta bir keresinde bir füze savunma sistemini hackleyerek testleri geçmesi. Ama dosyanın satır aralarında, disiplin sorunları da göze çarpıyordu. “Bağımsız hareket etme eğilimi,” yazıyordu bir notta. Bingazi, dosyayı kapattı ve iç çekti. Bu teğmen, ya en büyük varlığı ya da en büyük baş ağrısı olacaktı.
O akşam, üssün yemekhanesinde, Nergis ve birkaç asker arkadaşlarıyla sohbet ederken, Bingazi’nin konuşması hâlâ masanın konusuydı. “Adam resmen bizi korkutmaya çalışıyor,” dedi bir er, çatalını tabağında sallayarak. “Savaş kapıda falan… Blöf yapıyor olmalı.”
Nergis kaşığını ağzına götürmeden durdu. “Blöf değil,” dedi sessizce. “Bingazi’nin gözlerinde gördüm. O, savaşın ne olduğunu bilen biri. Ve bize hazırlıklı olmamızı söylüyor.”
Diğer askerler sustu, onun ciddiyetinden etkilenmişlerdi. Nergis, kendi sözlerinden bile şaşırdı; Bingazi’yi savunuyor gibi hissetmişti. Ama haklıydı—o adamın her kelimesinde bir ağırlık vardı, yaşanmışlık vardı. Ve Nergis, o ağırlığın bir kısmını anlamak istiyordu.