Elara sabah uyandığında uykusunun tam ortasında yankılanan o cümleyi hatırlıyordu: “Artık bu mümkün değil.” Gözlerini açtığında odasının köşesi hâlâ karanlıktı. Perdesi hafif aralanmıştı ve dışarıdaki sabah henüz solgun bir griyle çevreyi sarmıştı. Yataktan çıkmadan önce bir süre tavana baktı. Lucien’in söyledikleri zihninde defalarca dönüp durmuştu. Avcı soyu. Bağ taşıyıcısı. Kırılan mühürler. Bunların hiçbiri gerçek olamazdı. Ama sonra gece olanları düşündü. Taş yapı. Parlayan semboller. Lucien’in varlığı. Gölgelerin arasında beliren gözleri. Ve en çok da kendi hissettikleri. Bunlar hayal olamazdı. Hemen kalktı. Günün ilk ışıkları pencereye vururken, Elara giysilerini giydi, çantasını omzuna astı ve mutfağa indi. Annesi mutfakta yoktu. Kahvaltı hazır değildi. Kapı hafif aralıktı ve içeriden uğultulu rüzgarın sesi geliyordu. Elara bahçeye çıktı. Melek heykelinin önünde annesi duruyordu. Yüzü heykele dönüktü, elleri önünde birleşmişti. Hiçbir şey söylemiyordu. Elara arkasında durdu. Birkaç saniye boyunca sessizce bekledi. Sonunda konuştu. “Bana neden hiçbir şey anlatmıyorsun?” Annesi yavaşça döndü. Gözleri nemliydi ama ağlamamıştı. “Neyi anlatmamı istiyorsun?” “Her şeyi. Bu evin geçmişini. Babamın ailesini. Bu kasabanın taşıdığı sırrı. Ve… beni.” Kadın başını salladı. “Henüz bilmene gerek yok.” “Ama ben öğreniyorum. Artık geri dönmem mümkün değil.” Elara’nın sesi çatallaşmıştı. “Ben Lucien’le konuştum.” Kadının gözleri büyüdü. “Lucien mi?” “Evet.” “Hayır… o burada olmamalı. O seni bulduysa… işler değişir.” “Demek ki onu tanıyorsun.” “Zamanında buradaydı,” dedi annesi sessizce. “Sen doğmadan çok önce. Bazı şeyler yaşandı. Bazı kararlar alındı.” “Ne gibi?” “Koruma gibi. Kaçış gibi. İhanet gibi.” Elara bir adım attı. “Lucien düşmüş bir melek mi?” Kadın başını çevirdi. “Onun varlığı… yasaktı. Bu kasabaya geri dönmemesi gerekiyordu.” “Ama ben onunla bağ kuruyorum. Bu da yasak mı?” “Hayır,” dedi annesi boğuk bir sesle. “Bu… kader.” Elara donup kaldı. “Ben bu kasabada yalnız değilim, değil mi?” “Hayır.” “Beni izleyen başkaları da var mı?” “Evet.” Elara artık susmak istemiyordu. İçindeki sarsıntı patlayacak gibiydi. “Beni korumaya çalışıyorsun ama neye karşı koruduğunu bilmiyorum. Artık bilmek istiyorum.” Kadın başını eğdi. “O zaman kitaplığı bulman gerekecek.” “Ne kitaplığı?” “Babanın babasının odasında. Eski evde. Giriş yasaklı. Ama sen girersen… bazı şeyler uyanır.” Elara daha fazla beklemedi. Okula gitmek yerine kasabanın güneyindeki terk edilmiş eve yöneldi. Orası büyükbabasının evi olmalıydı. Bahçe duvarları çökmüş, kapısı paslanmıştı. Ama içeri adım attığında hâlâ ayakta olan şeyin sadece taşlar değil, anılar olduğunu hissetti. Evin içi sessizdi. Zemin tahtaları çatırdıyordu ama duvarlardaki eşyalar hâlâ yerli yerindeydi. Merdivenlerden yukarı çıktığında sol baştaki kapı kilitliydi. Ama Elara cebindeki zincir ucunu çıkardı. Lucien’in ona gece bıraktığı küçük anahtar. Anlamını bilmeden boynuna takmıştı. Anahtarı çevirdiğinde kapı sessizce açıldı. İçerisi loştu. Eski raflar, duvar boyunca uzanan kitaplıklar, yerde eski bir halı, köşede sönmüş bir şömine. Ortada bir masa ve masa üzerinde bir sandık. Sandığın üzerinde tanıdığı sembol: iki açık kanat arasında bir kılıç. Aynı mühür. Elara ellerini sandığın kapağına koydu. Derin bir nefes aldı. Sonra açtı. Sandığın içinden bir defter çıktı. Deri kaplı, kenarları kırmızıya boyanmış, üzerinde yaldızlı harflerle yazılmış bir kelime: Vigilare. Latince. Elara bu kelimeyi bir yerden hatırlıyordu. Koruma. Gözetme. Uyanık kalma. Kitabı açtığında iç sayfada bir çizim vardı. Kanatlı bir figürle insan arasında geçen savaş. Sayfalarda mühürler, eski alfabeler, ve yazılmış notlar. Hepsi el yazısıydı. Hepsi geçmişten gelen sesler gibi görünüyordu. Sonra bir sayfada şu cümle dikkatini çekti: “Avcı, melekten doğdu. Ama onun kaderi karanlığa mühürlendi.” Elara bu cümleyi okurken arkasındaki gölgede bir kıpırtı oldu. Döndü. Lucien oradaydı. “Bu kitap seni geri dönüşsüz hale getirir,” dedi. “Zaten geri dönmedim,” dedi Elara. “O zaman artık yalnız değilsin.” Lucien yanına geldi. İlk kez gölgesizdi. Ve ilk kez Elara’nın gözlerinin içine uzun uzun baktı. “Sen benim son seçimimsin,” dedi yavaşça. “Ve ben seni korumak için bütün kuralları çiğnerim.” Elara gözlerini kaçırmadı. Bu sefer korkmadı. Çünkü artık o da kendi karanlığına dokunmuştu.
Elara defteri sıkıca kavradı. Parmaklarının altında deri kapak soğuktu ama içinden yükselen his yakıcıydı. Vigilare. Koruyanlar. Bu kitap sadece bilgi taşımıyordu. Sanki onun içine işlenmiş bir anahtar gibiydi. Lucien birkaç adım geride durdu. Gözleri hâlâ Elara'nın üzerindeydi ama bu kez içinde bir gerilim vardı. Sanki orada bulunması bile onu parçalıyordu. Elara defterin sayfalarını çevirdikçe çizimler canlanıyor gibiydi. Melek kanatları, mühürler, gözyaşlarıyla yazılmış antlar ve insanların karanlığa karşı verdiği sözler. Sayfalardan biri dikkatini çekti. Ortasında yanan bir daire, çevresinde diz çökmüş üç kişi. Başlarının üzerinde ışık, ellerinde karanlık bir nesne. Altında şu cümle yazılıydı: “Koruyucular mühürü taşıyanın gözlerine bakacak ve zamanı geldiğinde onu yalnız bırakmayacaktır.” Elara bu cümleyi okuduğunda içi ürperdi. “Bu… ben miyim?” diye sordu fısıltıyla. Lucien bir adım yaklaştı. “Evet. Ama sadece sen değilsin. Diğerleri uyanmadan önce seni bulmam gerekiyordu.” “Diğerleri?” Lucien başını hafif eğdi. “Kasaba eskiden beri bu sırra gömülü. Bu sadece bir köy değil. Burası bir mühür noktası. Karanlığın ilk kez yüzeye çıkmayı denediği yer. Ve tekrar deneyeceği.” Elara defteri kapattı. “Beni bu yüzden mi buldun?” “Seni geçmişin yüzünden buldum. Ama yanında kalmam… başka bir seçim.” Elara kalbinde çarpan ritmi susturmaya çalıştı. Lucien’in sözleri başka bir yankı bırakıyordu. Aralarında tarif edemediği bir bağ oluşuyordu. Ne tamamen gerçek, ne de tamamen büyü. Ama ikisinin arasında bir yerde. Lucien uzaklaşmak ister gibi geri çekildi. “Bu odada fazla kalmamalısın. Geçmişin ağırdır. Ve seni içeri çekebilir.” Elara bir an için karşı geldi. “Ama burası bana ait.” “O zaman en azından yalnız girme.” O anda duvarın dışından bir ses geldi. Tavanın üstünde bir gıcırtı, sanki bir şey sürünüyormuş gibi. Elara irkildi. “Bu da neydi?” Lucien başını yukarı kaldırdı. “Onlar başladı.” “Kim?” “Gölgeler. Mühür kokusunu aldılar.” Tavan aniden çökmedi ama tavandan sarkan ahşapların arasından siyah bir varlık kaydı. Gövdeden çok gölge gibiydi ama gözleri vardı. Hiçbir renge ait olmayan. Durgun ama aç. Elara birkaç adım geriye gitti. Kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. “Ne bu?” Lucien ellerini yavaşça kaldırdı. Parmak uçlarından gri bir ışık yayıldı. Gölge varlık birkaç saniye kararsız kaldı, sonra duvara yapışarak geri çekildi. Lucien Elara’nın önüne geçti. “Bunlar düşmüş gölgeler. Ruhunu kaybetmiş varlıklar. Mühürlerin kırılması onların uyanması demek.” “Ben onlara ne yaptım?” “Sen hiçbir şey yapmadın. Ama senin varlığın… onları çağırıyor.” Lucien Elara’nın bileğinden tuttu. “Bu odadan çıkmamız gerek.” Elara geri dönmeden önce son bir kez deftere baktı. Kapattı, çantasına yerleştirdi. Tam dışarı çıktıklarında rüzgar yükseldi. Evin pencereleri bir anda çarpıldı. Bir uğultu kasabanın üstüne indi. Elara’nın saçları yüzüne savruldu. Lucien gözlerini gökyüzüne kaldırdı. “Biri daha uyanıyor.” “Kim?” Lucien başını eğdi. “Bunu öğrenmek istemezsin.” Eve döndüklerinde annesi onları kapıda bekliyordu. Gözleri Elara’nın çantasına, sonra Lucien’e, sonra yeniden Elara’ya kaydı. “Gittin,” dedi. “Sana gideceğini söyledim,” dedi Lucien. Kadın içeri girdi. Elara arkasından yürüdü. Mutfağa oturduklarında ışıklar sönüktü. Sadece sobanın üzerindeki çaydanlıktan çıkan buhar duyuluyordu. “Senin bilmen gereken şeyler vardı,” dedi annesi. “Ama anlatmadım çünkü seni korumak istedim.” “Koruma artık yetmiyor.” Kadın başını eğdi. “Baban da böyleydi. Sırrı öğrendiğinde çok gençti. Karanlık onu aldı.” Elara’nın kalbi sıkıştı. “Babam…” “Gölgelerin ilk uyanışında kurban oldu. Ama mühür onun üzerinden sana geçti. Bu yüzden bu kadar çok şey görüyorsun. Bu yüzden Lucien seni buldu.” Elara sessiz kaldı. İçindeki parçalar birbiriyle birleşmeye başlıyordu ama henüz tamamlanmamış bir bütünlük gibiydi. “Peki şimdi ne olacak?” Lucien cevap verdi. “Sen geçmişini tamamlayana kadar, hiçbir yer güvenli değil.” Elara gözlerini Lucien’e dikti. “Ben savaşmam gerektiğini biliyorum. Ama önce kim olduğumu öğrenmeliyim.” Lucien başını salladı. “O zaman seni ilk izleyene götüreceğim.” “Kim o?” Lucien gözlerini Elara’nın gözlerine kilitledi. “Sen doğduğunda seni ilk taşıyan eller. Bir zamanlar benim ellerimdi. Ama sonra… senden vazgeçmek zorunda kaldım.” Elara’nın boğazı kurudu. “Sen… benim için mi düştün?” Lucien’in sesi alçaldı. “Hayır. Senin annen için.” O an Elara’nın içinde her şey değişti. Lucien sadece bir koruyucu değildi. Bu hikâye yalnızca kader değil, aynı zamanda bir geçmişin yankısıydı. Ve karanlık, çoktan içeri sızmıştı.