Şehrin sınırlarındaki terk edilmiş arazide, gece soğuk bir sisle kaplanmıştı. Ay, bulutların arasından süzülen ışığıyla bize yol gösteriyor gibiydi, ama bu ışık artık güven vermiyordu. İrfan, demir çubuğunu omzuna atmış, etrafı kolaçan ederek yürüyordu. Mahir, veri çubuğunu avucunda sıkıca tutuyor, her adımda cihazı kontrol ediyordu. Ben ise gözlerimdeki kristalin sessizliğini hissetmeye çalışıyordum—parlama durmuştu, ama içimde bir iz, bir yankı hâlâ vardı. Nehir Hanım’ın son sözleri zihnimde dönüyordu: “Luna Ağı, seni unutmaz.”
“Şimdi nereye?” dedi İrfan, sesinde yorgunluk ama kararlılık. “Sığınağı patlattık, verileri aldık, ama Nehir Hanım hâlâ peşimizde.” Mahir bir an durdu, nefesini düzenleyerek. “Bir yer var,” dedi, düşünceli bir sesle. “Eski bir tamir atölyesi, şehrin batısında. Orada bir süre saklanabilir, verileri inceleyebiliriz.” İrfan kaşlarını çattı. “Başka bir tuzak olmasın?” dedi, şüpheyle. Mahir başını salladı. “Orası benim eski bir bağlantım. Güvenli. En azından şimdilik.”
Gözlerim, karanlıkta bir tarama yaptı—otomatik, kontrolüm dışında. Bir an, bir görüntü belirdi: batıdaki atölye, harap bir bina, ama içinde bir ışık, bir hareket. “Mahir,” dedim, sesimi alçaltarak. “Atölyede biri var.” Mahir şaşkınlıkla bana baktı. “Ne? Emin misin?” Başımı salladım. “Gözlerim… hâlâ bir şeyler görüyor. Ama bilmiyorum, bu benim mi, yoksa onların mı yönlendirmesi.” İrfan elini omzuma koydu. “Orhan, sen bizdensin,” dedi, sertçe. “Onların seni kontrol etmesine izin verme.”
Yürümeye devam ettik, batıya doğru, terk edilmiş yolları aşarak. Şehir, geceyle birlikte bir hayalet kasabasına dönmüştü; sokak lambaları titriyor, uzaklarda dronların vızıltısı hâlâ duyuluyordu, ama daha zayıf, daha uzak. Atölye, ufukta belirdi—eski bir fabrika, camları kırık, duvarları grafitilerle kaplı. Kapıda bir tabela: Kilikya Onarım—Kapalı. Mahir cebinden başka bir anahtar çıkardı. “Bu yer benim,” dedi, gülümseyerek. “Bir zamanlar burada her şeyi tamir ederdim. Şimdi… belki seni tamir ederiz, Orhan.”
Kapıyı açtık, içeri süzüldük. Atölye, tozlu tezgâhlar ve eski makinelerle doluydu. Ama gözlerimdeki görüntü doğruydu—bir köşede, loş bir lamba yanıyordu, ve bir gölge hareket etti. İrfan hemen çubuğunu kaldırdı. “Kim var orada?” diye bağırdı. Gölge durdu, sonra yavaşça öne çıktı. Bir adam—yaşlı, saçı beyaz, gözlerinde yorgun bir ifade. “Sakin olun,” dedi, ellerini kaldırarak. “Ben dostum. Adım Erol. Mahir, beni hatırlarsın.”
Mahir kaşlarını çattı, sonra gözleri büyüdü. “Erol Hoca?” dedi, şaşkınlıkla. “Sen… burada ne yapıyorsun?” Erol hafifçe gülümsedi, ama gülümsemesi hüzünlüydü. “Saklanıyorum,” dedi. “Nehir Hanım ve Proje Luna’dan. Ve sanırım siz de aynı nedenle buradasınız.” İrfan çubuğunu indirdi, ama hâlâ tetikteydi. “Bizi nereden biliyorsun?” dedi, şüpheyle. Erol bana baktı, gözlerime sabitlenerek. “Onun gözlerinden,” dedi, fısıldayarak. “O kristaller… benim tasarımımdı.”
Kalbim hızlandı. “Sen mi?” dedim, öfkeyle. “Beni bu hale sen mi getirdin?” Erol başını salladı, ellerini kaldırarak. “Hayır, Orhan. Ben sadece teknolojiyi geliştirdim. Nehir Hanım, onu… kötüye kullandı.” Mahir araya girdi. “Açıklasana, Erol Hoca. Ne oluyor? Proje Luna nedir?” Erol bir sandalyeye çöktü, yorgun bir iç çekişle. “Luna, Ay’ı kolonileştirme projesiydi,” dedi. “Ama sadece yerleşim değil. Zihinleri dijitalleştirmek, bilinci Ay’a aktarmak… İnsanlığı bedensiz bir varlığa dönüştürmek. Ben, göz kristallerini geliştirdim—Ay’ın zorlu koşullarına uyum sağlamak için. Ama Nehir Hanım, onları bir kontrol aracı yaptı.”
İrfan öfkeyle masaya vurdu. “Ve Orhan’ı denek yaptınız!” dedi. Erol başını eğdi. “Bunu ben seçmedim,” dedi. “Ama verilerin, Orhan… eşsizdi. Mikrobiyoloji tezin, Ay’daki biyolojik adaptasyon için kilit önemdeydi.” Elimi gözlerime götürdüm; kristalin titreşimi geri dönmüştü, zayıf ama ısrarcı. “Bunu nasıl durdururuz?” dedim, sesim titreyerek. Erol sustu, sonra cebinden küçük bir cihaz çıkardı—küçük, metalik bir çubuk. “Bu,” dedi, “kristali devre dışı bırakabilir. Ama… bedeli ağır olabilir.”
“Ne bedeli?” dedi İrfan, hemen. Erol bana baktı, gözlerinde bir pişmanlık. “Görme yetin,” dedi. “Ya da daha kötüsü… zihnin. Kristal, senin sinir sistemine entegre. Onu çıkarırsak, seni kaybedebiliriz.” Mahir elini omzuma koydu. “Başka bir yol var mı?” dedi. Erol başını salladı. “Belki. Verileriniz varsa, Nehir Hanım’ın ağını çökertebiliriz. Ama bunun için bir merkeze ihtiyacımız var—Luna Ağı’nın ana sunucusuna.”
Veri çubuğunu cebimden çıkardım, Erol’a uzattım. “Bu,” dedim. “Her şey burada.” Erol çubuğu aldı, gözleri parladı. “Bu… bir başlangıç,” dedi. “Ama sunucu, şehir merkezinde, Kilikya Kulesi’nde. Ve orası, Nehir Hanım’ın kalesi.” İrfan gülümsedi, o yorgun ama meydan okuyan gülümsemesiyle. “O zaman kaleyi fethederiz,” dedi. “Değil mi, Orhan?”
Gözlerimde bir parlama oldu—bir görüntü: Kilikya Kulesi, yüksek, camdan bir yapı, dronlarla çevrili. Ama içinde bir zayıf nokta—ana sunucunun odası. “Görüyorum,” dedim, nefes nefese. “Yolu biliyorum.” Erol kaşlarını çattı. “Dikkatli ol, Orhan,” dedi. “Gözlerin seni yönlendirse de, Nehir Hanım hâlâ onları kontrol edebilir.” Başımı salladım. “O zaman ona bir sürpriz yaparız,” dedim.
Atölyeden çıktık, geceye karıştık. Kilikya Kulesi, şehrin kalbinde yükseliyordu—bir ışık kulesi, ama bizim için bir savaş alanı. İrfan çubuğunu sıktı, Mahir bozucuyu hazırladı, Erol ise kristal devre dışı bırakıcıyı cebine koydu. Ben, gözlerimdeki titreşimi hissederek yürüdüm. Nehir Hanım bizi bekliyordu, ama bu kez hazırdık. Ay, gökyüzünde sakin ve soğuk, bizi izliyordu. Ama bu kez, onun gölgesinde değil, kendi ışığımızda savaşacaktık.