Arabanın içinde yeni bir sessizlik dalgası yayılırken, sadece camdan dışarı bakıyor, kaderime bir kere daha içimden geleni söylüyordum. Mardin il sınırına girdiğimizi gösteren tabelayı geçeli yarım saat kadar olmuştu. Israrla kaderimi değiştireceğini söyleyen bir adamla, hiç bilmediğim bir yere doğru gidiyordum. İstediğim zaman oğlumun mezarına götüreceğini söylemişti ama dediğini yapar mıydı acaba? Ya da en önemlisi beni nereden tanıyordu? Benden ne istiyordu? Seninle ilgili bir duam var demişti bana. Neydi duası? Beni dualarına ekleyecek kadar tanıyordu belli ki. Zaten ölümü düşündüğüm için salmıştım kendimi ama merak da içten içe sızmıştı benliğime. Neden, ne için, nereden soruları beynimin içinde dört dönüyordu.
Parmaklarımla oynarken elime takılan halkayla gözlerim anında elime kaydı. Evlilik yüzüğüm, çıkarmayı unutmuştum. Acı bir tebessüm yayıldı dudaklarıma yavaşça parmağımdan yüzüğümü çıkardım. Arabanın camına baktığımda, bir kaç düğme gördüm. Sanırım bunlardan biri açıyordu ama bilemedim. Alahan’a döndüğümde yine bana bakıyordu. Başımla hafifçe camı işaret ettim. “Açabilir misin camı? Atmam gereken, geride kalmasını istediğim bir şey var.” Gözleri kısılırken, başı hafifçe ellerime döndü. Parmağımın ucunda tuttuğum yüzüğü fark edince yüzü gerildi. Çenesini sıkarken, parmakları kendi camının kenarındaki bir düğmeye gitti ve benim camımı açtı. Bir kere bile yüzüğe bakmadan dışarı attım. Sanki üzerimden bir yük kalkmış gibi hissediyordum.
Aklıma yeni bir soru takıldı. Ben daha boşanmamıştım. Bu iş nasıl olacaktı? Gözlerim Alahan’a kayarken soracağım soruyu anlamış gibi baktı gözlerime. “Avukatlarım, boşanman için en kısa sürede evrakları hazırlayacak. O p-heriften kurtulacaksın!” Kötü bir şey söyleyecekken kendini frenleyip kelimesini değiştirmesi nedensizce mutlu etmişti beni. Birinin yanınızda sözlerini değiştirecek kadar sizi önemsemesi, bence bu hayattaki nadir güzelliklerden biriydi. Kendimi zorlayarak bir gülümseme gönderdim dudaklarıma. Gözleri dudaklarıma kaydı kısa bir an. Ama hemen çekti bakışlarını. Bende açık camdan saçlarım arabanın içine dolan rüzgardan dolayı hafifçe savrulurken dışarıyı izlemeye devam ettim.
Yaklaşık bir saat sonra araba yavaşladı ve yaştan yapılmış bie binanın yanında durdu. Arabanın açılan kapısından Alahan, çıktı. Kapının yanında bekleyip sol elini bana uzattı. İçime yayılan gerginlik ve telaşla elini tutup arabadan indim. En az üç metre yükseklikte duvarlar vardı. Devasa büyüklükte bir kapının yanına doğru ilerlemeye başladık. İki tane siyah takım elbiseli adam kapının iki yanında duruyordu. Biz yaklaşırken hemen kapıyı açtılar. Elim halen elindeyken kapının eşiğimden geçip içeriye girdik.
Kocaman taştan yapılmış bir evdi burası. Girdiğimiz yer oldukça genişti. Büyükçe bir verandanın altında oldukça geniş bir yemek masası vardı. Tam ortada bir süs havuzu kenarında bir kaç çiçek saksısı. Üç katlıydı. Her bir katına dışarıdan merdivenle gidiliyordu. Duvar dibinde de düz bir şerit halinde toprak zemin yapılmış, üzerine de yine bir çok farklı çiçek dikilmişti. Gerçekten çok güzel görünüyordu.
Gözlerim Alahan’a döndü. Beni izliyordu. “Burası senin evin mi?” Merakla sorduğum soruya hafifçe gülümsedi. Başını hafifçe iki yanına salladı. “Hayır! İkimizin.” Söyledikleriyle yutkundum. Bana bir ev vereceğini söylerken ciddi olup olmadığını bilmiyordum ama şu anda bu evin ikimizin olduğunu söylerken oldukça ciddiydi. “Çok büyük. Burada kaybederiz birbirimizi.” Tuttuğu elimi hafifçe sıktı ve ünvana doğru bir adım yaklaştı. Sesi kısık ama kararlı bir tondaydı. “Seni, geç buldum ve kaybetmeye de niyetim yok! Değil bu ev, değil Mardin, dünyanın bir ucunda olsan ben yine seni bulurum Melek! Bulur, evimize geri getiririm.” Sözleriyle yanaklarıma bir yangının yayıldığını hissettim. Neler diyordu böyle? Ne zaman beni bu kadar benimsemişti? Merak ettiğim en önemli soruyu sormak için önce bir nefes aldım. “Sen beni, nereden tanıyorsun? Beni gördüğünü bildiği söyledin ama ben seni görmedim, bilmiyorum.” Kulağıma doğru hafifçe eğildi. Yüzüme doğru gelen bir tutam saçı yavaşça geriye itti. Ilık nefesi kulağıma değerken konuştu. “Her şeyi sana anlatacağım ama zamanı gelince. Sen hazır olduğunda. Bekleyeceğim Melek. Ben seni hep beklerim!” Omzumu hafifçe kaldırıp kulağımla olan temasını kestim. Elimi elinden ayırıp bir kaç adım geri çekildim. Gözlerimi etrafta gezdiriyor, onunla hiç temas kurmamaya çalışıyordum. Bu halime hafifçe güldü. Yine de gözlerimi ona çevirmedim.
Öylece ayakta dikilirken, koşar adım sesleri kulağıma dolunca başımı çevirdim. Ellili yaşlarda olduğunu düşündüğüm bir kadın gülümseyerek bize doğru geliyordu. Gelirken bir yandan da ellerindeki ıslaklığı üzerinde bağlı olan önlüğe siliyordu. Annesi miydi acaba? Oldukça sıcakkanlı bir duruşu vardı. Yanımıza gelip durdu. “Alahan beyim, hoşgeldiniz. Kahvaltıyı büyük salona hazırladım. Hemen geçin isterseniz.” Tiz ama rahatsız etmeyen bir ses tonu vardı. Alahan, başını ağır ağır sallayıp onayladı. “Melek hanımın odasını hazırladınız mı?” Kadının bakışları bana döndüğünde içten bir şekilde bakıyordu. Kısa bir an beni süzdü, sanki gözlerinde bir beğeni vardı. Erkek arkadaşının ailesiyle tanışmaya gelen biri gibi hissettim bir an. “Hazır beyim.” Rahatsızca yerimde kıpırdandım. Yabancı bir ortamdaydım ama karşılaştığım herkes bana iyi davranıyor gibiydi. Bu da yıllarca kimsesiz yaşamış biri için, biraz tedirgin ediciydi. İki tatlı söze, bir kaç gülümseyişe kanmaya sebep oluyordu. Çoğunlukla da sonu hüsranla bitiyordu, çünkü kimse menfaati olmadan birine yaklaşmazdı. Bunu öğrenmiştim, daha küçücük bir çocukken. Alahan, rahatsız olduğumu anlamış gibi baktı bana. “Önce kahvaltı yapalım. Sonra odana çıkar dinlenirsin.” Başımla hızlıca onayladım. Oğlum öldüğünden beri, doğru düzgün uyumamıştım. Günlerin birikmişliği üzerime çöküyordu.
Bir kaç adım atıp yürümeye başladı, Alahan. Bende arkasından gidiyordum. Bir an yavru ördeğe benzettim kendimi. Annesinin arkasından ayrılmayan. Geniş bir kapıdan geçip, hole girdik. İki kapı vardı. Sağda olan kapıyı açıp içeri doğru yürüdü bende arkasından. Kapının hemen karşısında kocaman bir yemek masası, sağ tarafta bir kaç büyük koltuk, sol tarafta ise duvarın boydan boya kitaplık olduğunu gördüm. Bir çok kitap vardı. Yeni olan bir kaç tanesi gözüme çarparken, çoğunluğunu eski kitaplar oluşturuyordu. Kitap okumayı severdim. Belki buraya alışabilirsem, bu kitapları okumak için izin isteyebilirdim, Alahan’dan. Yemek masasına doğru yürüdü. Baş köşedeki sandalyeye geçip oturdu. Bende hemen sol tarafındaki sandalyeye geçtim. Masada oldukça bol yiyecek vardı. Peynirler, reçeller, zeytinler, börekler…Farkında değildim ama acıkmıştım bayağı. Dün uyandığımdan beri bir şey yememiştim. Alahan, önümdeki servis tabağını alıp içini çeşitli kahvaltılıklarla doldurmaya başladı. Önüme geri bırakırken kısık bir sesle mırıldandı. “Bunların hepsini bitir, Melek.” Cevap vermedim. Elime çatalımı alıp yavaşça peynirden bir parça alıp ağzıma koydum. Tadı çok güzeldi. Bir kaç dilim ekmek aldım önüme ve güzelce kahvaltımı yapmaya başladım.
Alahan’ın dediği gibi tabağımdaki kahvaltılıkların hepsini bitirmiştim. Çayımdan bir yudum alıp sandalyemde geriye yaslandım. Alahan’a baktığımda sessizce kahvaltısını etmeye devam ediyordu. Gözlerim sürekli kitaplığa kayıp durmaya başlamıştı, karnım doyunca. “İstediğin kitabı alıp okuyabilirsin, Melek. Çekinme. Git bak hadi.” Güven verici bir ses tonuyla konuşmasından dolayı yerimden kalktım ve kitaplığın önüne gittim. Gerçekten çok eski kitaplar vardı. Bazı Türk ve yabancı romanların ilk baskıları bile vardı. Kimi incitmekten korkar gibi yavaşça üzerlerinde gezdirdim. Dostoyevski’nin suç ve ceza kitabını gördüğümde merakla elime aldım. Üniversiteye ilk başladığım sıralarda okumak için almıştım ama Salih’le tanışma, evlilik, iş derken vaktim olmamıştı. Üstelik de ilk baskıydı. Merakla çevirdim sayfaları, İngilizceydi. Kısa bir an duraksayıp yerine koymak için geri kapattığımda, ne zaman arkama geldiğini bilmediğim Alahan, elimin üzerine elini koyup beni durdurdu. Kitabı eli elimin üzerinde kısaca okşadı. “Koyma geri. Birlikte okuruz. Ben sana çeviririm.” Kalbim nedensizce hızlandı. Benim için sürekli bir şeyler yapmak istiyordu. Başımı afifçe salladım onayladığımı göstermek için. Elini çekmemişti. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Tam gözlerimin içine bakıyordu. Bakışlarında uzun zamandır beklediğini gösteren bir şey vardı sanki. Beni mi beklemişti? Öyle demişti. Aklım karışırken, kitapla birlikte elimi indirdim. Bir adım geriye gidip bana alan açtı. “Hadi gel, seni odana götüreyim. Dinlen biraz.” Arkasını dönüp yürümeye başladı. Bende yine onu takip ettim. Geldiğimiz yoldan dışarıya çıktık. Merdivenlere yöneldi. İlk iki katı geçti. En üst kata çıktı. İki tane oda vardı sadece burada. En baştaki odanın kapısını açtı ve girdi bende arkasından girdim. Kocaman bir yatak vardı. Bir çalışma, bir de aynalı makyaj masası. İki kapı daha vardı içeride. Büyük bir odaydı. “Sen dinlen. Benim halletmem gereken işler var. Dışarıdaki diğer oda benim odam. Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa gidip alabilirsin.” Sözlerini bitirip odadan çıktı, kapıyı da kapattı. Elimi yüzümü yıkamak için, kapılardan birini açtım. Giyinme odasıydı galiba, bir çok dolap ve askı vardı. O kapıyı kapatıp diğerini açtım. Büyük bir banyoydu. Duşa kabin, küvet ve klozet vardı. Elimi yüzümü yıkadım odaya geri girdim. Yatağa oturdum. Gayet yumuşak bir yataktı. Üzerimde dün giydiğim elbisem vardı ama giyecek başka bir şeyimde olmadığı için, yorganın altına girdim ve gözlerimi kapattım.