Sabah gözlerimi zar zor açtığımda, kapanmaması için savaş veriyordum resmen. Elime telefonumu aldım. Saat sabah onu gösteriyordu. Bugünün tarihine kaydı bakışlarım. Kırk gün olmuştu tam. Oğlum ellerimden kayıp gideli. Her gün yürüye yürüye mezarlığa gittiğim, ağlaya ağlaya geçen kırk gün. Yattığım yerden kalktım. Kıyafetlerimi ayarlayıp banyoya geçtim. Güzel bir banyo yapıp abdest aldım. Saçlarımı kurutup, taradım, güzelce ördüm. Oğlumun da çok sevdiği kırmızı üzerinde mavi çiçekler olan elbisemi giydim üzerime. Mutfağa geçip, malzemeleri kontrol ettim. Bir kaç eksik vardı. Cüzdanımda olan son paramı da alıp, evden çıktım, markete gittim. Bir miktar şeker biraz da tereyağı aldım. Kasaya ödemeyi de yaparak, yeniden yola düşüp evime geldim.
Elimdeki malzemelerle mutfağa geçip helva yapmaya başladım. Önce şekeri suyu koyup, şerbet yaptım. Başka bir tencereye tereyağını koyup eritmesini bekledim ardından irmikleri ekleyip kavurmaya başladım. Rengi iyice koyulaşınca da şerbetini ekleyip kapağını kapattım. Helva kıvama gelince de kapağını açıp üzerine temiz bir bez örttüm. Dinlenmesi için tezgaha aldım. Salona geçip oğlumun oyuncaklarını kıyafetlerini toparladım. Ayrı ayrı poşetlere koydum. Bir kağıda ihtiyacı olanlara verilmesini yazıp, poşetlerin üzerlerine yapıştırdım. Bugün son günümdü bu dünyada ve ben ağlamayacaktım. Nasıl olsa oğluma kavuşacaktım. Neden ağlayayım ki? İşimi halledip yeniden mutfağa geçtim. Helva olmuştu. Olan bütün tabaklarımı çıkartıp, güzelce doldurdum hepsini. Bir tepsi alarak içine alabildiği kadar tabak koyup evden çıktım. Kapıları tek tek gezerek, tepside bulunan bütün tabakları dağıttım. Yeniden eve gelip, tepsiyi doldurdum evden çıkarak onları da dağıttım. Evime geri geldim. Dağılan mutfağı toparlayıp, sildim süpürdüm. Aynı şekilde diğer odaları da.
Akşama doğru, temizlik bitmiş ve ben koltuğa oturmuş öylece yere bakıyordum. Gözlerimi açıp kapattım, artık vakit gelmişti. Ayağa kalkıp etrafıma şöyle bir baktım. Oğlumla olan acı tatlı anlarım gözlerimin önünde belirdi. Emeklediği, yürüdüğü, konuştuğu ilk anlar bir bir geçti gözlerimin önünden. Gözlerim dolmaya başlarken, ağlamamak için kendimi sıkarak, evden çıktım. Yanıma hiç bir şey almamıştım. Ne kimlik ne çanta. Gideceğim yerde hiç birine ihtiyacım yoktu zaten. Sadece bir otobüs kartı vardı elimde. Cenazem büyük ihtimalle kimsesizler mezarlığına gömülürdü. Hayatımda hep olduğum kişi gibi. Durağa gelip, bineceğim otobüsü beklemeye başladım. Çok zaman geçmeden geldi. İçine geçip, kartı okuttum ve bir cam kenarındaki koltuğa oturdum. Yolda giderken, camdan bakarak geçip giden hayatımı düşündüm. En çok da evladımı. Yaşam mücadelesinde olan insanlara baktım birazda. Herkesin bir telaşı vardı. ineceğim durağa yaklaşırken yerimden kalktım ve butona bastım. Otobüs yavaşça durdu. İndim ve deniz kenarına doğru yürüdüm.
Uçurumun kenarına geldiğimde, önce bir durup etrafıma bakındım. Pek kimseler yoktu. Olduğum yere oturarak bir süre denizi seyrettim. Yavaş yavaş yağmur atıştırmaya başlamıştı. Yağmuru da çok severdim ben. Huzurla durduğum bir kaç dakikanın ardından yerimden kalktım ve uçuruma doğru bir kaç adım attım. Yağmur da giderek hızlanıyordu. Tam o anda, arkamdan gelen ağır ve sert adımlar yağmurun huzur verici sesini bozdu. Bir anlığına irkildim ama arkamı dönmedim. İçimdeki fırtına, gelenin kim olduğunu merak edecek hâlde değildi zaten. Derin, kararlı ve tok bir ses duyuldu kulaklarımda.
“ Adımını atarsan, sadece hayatını değil, kaderini de boşluğa bırakırsın. ”
Ürkerek arkama döndüm. Karşımda, uzun boylu, koyu takım elbiseli, gözleri şimşek gibi parlayan bir adam duruyordu. Saçları yapan yağmurdan ıslanmış, sular yanağından çenesine doğru akıyordu. Onu hiç tanımıyordum, hiç görmemiştim bile, ama bakışları bir yabancınınkinden çok daha fazlasını anlatıyordu. Saklı bir sır bardı sanki, o bakışlarda.
“ Sen… kimsin? ”
Sesim titrek bir şekilde çıkmıştı. Bir yabancıydı çünkü. Adam bir adım attı bana doğru, gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.
“ Kim olduğumun bir önemi yok, Melek. ”
Adım dudaklarından sanki, yıllardır taşıdığı bir sır gibi dökülmüştü.
“ Önemli olan, senin düşmemen. ”
Bir anlığına durdum. Gözlerim, bu yabancının gözlerinde takılı kaldı. O bakışlarda garip bir şeyler vardı; otorite, acı, ama aynı zamanda yakıcı bir sahipleniş. Kaşlarım çatılırken gözlerinin içine baktım.
“ Beni tanımıyorsunuz bile! Neden umursuyorsunuz? Adımı nereden biliyorsunuz? ”
Karşımda duran adamın, çenesi kasıldı, bakışları daha da sertleşti. Saçlarından düşen bir yağmur damlası yanağından süzülüyordu.
“ Sen beni bilmiyorsun, ama ben seni uzun zamandır tanıyorum. ”
Gözlerim şaşkınlıkla büyürken bir kaç adım geri gittim, nefesim boğazımda düğümlendi sanki. Yutkunma ihtiyacı hissettim ama yapamadım. Zar zor sesimi buldum.
“ Ne diyorsunuz siz? ”
Adam, bana doğru, bir adım daha attı, aramızdaki mesafe nefes kadardı. Kirpiklerimde yağmur damlaları vardı. Gözlerime baktı bir süre. Ardından konuşmaya başladı. Sesi bu kez daha yumuşaktı, ama içindeki ağırlık kolayca hissediliyordu.
“ Senin yaşamanı istiyorum, Melek! Çünkü senin hayatta kalman, benim yıllardır susturduğum bir duanın cevabı. ”
Bir süre onun gözlerine baktım. Bir yabancıydı ama bakışları tanıdık bir şeyleri hatırlatıyordu sanki bana. Nasıl bir insanın duası olabilirdim ki ben! Nereden tanıyordu beni? Kalbim daha hızlı atmaya başladı, boğazım düğümlendi. Bir süre sessizlik oldu. Sonra, gözlerimi kaçırdım ve kısık bir sesle mırıldandım.
“ Beni bırakın. Gidecek bir yerim yok artık. Hiç kimsem de kalmadı. En azından bu dünyada. Gideceğim yerde ise beni oğlum bekliyor! ”
Adam, hiç tereddüt etmeden elini uzattı, bileğimi nazikçe ama kararlılıkla tuttu.
“ Benim yanım var, Melek. Ve sen, artık kimsesiz değilsin! Ben senin her şeyin olurum. ”
Şaşkınlıkla yüzüne baktım adamın. Her şeyim, nasıl olacaktı? Her şeyimi ben kaybetmiştim zaten. Şimdi bir yabancı, benim yanımda olacağını, kimsesizliğime ışık tutacağını söylüyordu. Hâlâ adamın elini hissettiğim bileğime baktım. Adam bakışlarımı görünce elini bileğimden elime götürdü ve tuttu. Yağmur daha da hızlanmış, üzerimdeki ince elbise sırılsıklam olmuştu. Dudaklarım titriyordu, ama bu soğuktan değil, yaşadığım her şeyin ağırlığındandı. Adam bir an bile elimi bırakmadı. Elimi geri çekmeye çalıştığımda sertçe yüzüme baktı.
“ Bırakın beni bu dünyada gidecek bir yerim yok! En azından orada oğlumun yanına gidebilirim. “
Sesim bir fısıltı gibi çıkmıştı. Adamın kaşları çatılırken, yüzündeki sert ifade daha da koyulaştı.
“ İşte tam da bu yüzden benimle geliyorsun. Benim yanım, senin gidecek yerin. “
“ Ben, gelemem sizinle. Beni tanıdığınızı söylüyorsunuz ama ben sizi tanımıyorum. “
“ Ben seni tanıyorum ya, şimdilik bu yeter! Kimsesizliğine, kimse olacağım diyorum, Melek! “
Sesi sertti ama içinde boğazına düğümlenen binlerce kelime var gibiydi sanki. Ürkek gözlerle yüzüne baktım.
“ Yine de gelemem! “
“ Bende seni burada bırakıp gidemem. Gidersem gözünü bile kırpmadan oradan, o uçurumdan atlayacağını biliyorum, Melek. Seni kaybetmek istemiyorum! “
Adamın gözlerindeki kararlılık ona itiraz etmemi imkansız kılıyordu. Ve ben o an düşünmeden belki de hiç yapmamam gereken, belki de ileride çok pişman olacağım bir şey yaptım. Elimi tutan adama doğru bir adım attım.