Çenem kaskatı kesildi, kalbime bir ağırlık çökerken bunu görmezden geldim.
“Benim için artık çok geç… Sen kendin için dua et bakarsın bir gün kabul olur.” Onu daha fazla dinlemek istemediğim için birkaç adım attım, bunun üzerine başını eğerek uzaklaştı. Lidya’nın gidişini fırsat bilen Elika kalçalarını kıvırarak yanıma geldi.
“Size odanıza kadar eşlik etmemi ister misiniz efendim?” Hiç düşünmeden ona yol verdim.
“Önden buyur.” Odama çıktığımda onu belinden tuttuğum gibi kendime doğru çektim, normal de ilk işim aldığım dosyayı okumak olurdu fakat şu an daha önemli bir işim çıkmıştı.
Karanlık geçer benim günlerim, tıpkı gecelerim gibi. O karanlık günlerimi bazen bir mum ışığı, bazen bir el feneri, bazen de bir sokak lambasıyla aydınlatıyorum. Kabullenmek istemesem de aslında bir arayış içindeyim, çünkü sevgi açlığı çekiyorum. Bu karanlık dünyamı aydınlatacak kalıcı bir ışık arıyorum.
Güneşimi arıyorum.
Yatağımdaki kadın mı? O ancak benim için bir kibrit alevi olabilir…
Yatakta yüzüstü yatmakta olan kadını seyretmeyi bırakıp bitmek üzere olan sigaramdan son bir nefes daha çektim ve kül tablasında söndürdüm.
“Artık gidebilirsin.” Başını hızla kaldırıp çatık kaşla bana baktı ve çıplaklığına aldırmadan yataktan kalkıp oturduğum koltuğun önünde diz çöktü.
“Geçen seferde beni gönderdin, bu defa kalmak istiyorum.” Ellerini dizlerimin üzerine koydu ve yavaşça okşamaya başladı. Yataktan kalktığımda altıma kot pantolonumu giyip koltuğa oturmuş sigaramı yakmıştım. Normal zamanlarda sigara içmezdim ama orgazm sonrasında keyif sigarası içmek olmazsa olmazımdı.
“İstersen sana masaj yapabilirim. Lütfen burada kalmama izin ver.” Yalnız yatmaya alışmıştım, yatağımda birinin varlığı beni rahatsız ediyordu. Bu güne kadar hiçbir kadınla birlikte uyumamıştım. Kendimi hiçbir yere ve hiçbir kadına ait hissetmediğim için rahatsız oluyordum bundan.
“Sözümü tekrarlamaktan hoşlanmıyorum Elika.” Neyse ki ses tonumdan mesajı almıştı, yine de hoşnut olmayan bir şekilde kalktı ve hızlıca giyinmeye başladı, bu arada birkaç küfür mırıldanmayı ihmal etmedi. Onun gidişiyle ayağa kalkıp kendimi sırt üstü yatağın üzerine bıraktığım da çok geçmeden sızıp kaldım.
*
“Annemle babamı istiyorum. Ne olur beni onlara geri götürün.”
Hıçkırıklarım arasında kelimeler zar zor seçiliyordu. Ne kadar zamandır ağlıyordum bilmiyorum ama kendi topraklarımın çok gerilerde kaldığının farkındaydım, uzun zamandır yol alıyorduk çünkü. Evimden yuvamdan koparılmıştım, hem de acımasız bir şekilde. Ellerim ve ayaklarımı kımıldatamıyordum, haydutlardan biri kalın bir sicimle sıkı bir şekilde bağlamıştı. Canım fazlasıyla yanıyordu ama en çok ta acıyan yer kalbimdi, ailemi bir daha göremeyeceğim için üzülüyordum. Oysa ben onlara onlar da bana nasıl da bağlıydılar. Annem babam ve iki ağabeyimle çok mutlu bir aileydik biz. Şimdi onlardan çok uzaklarda siyah bir minibüsle engebeli olan dağlık bir yolda sarsılarak ilerliyordum. Köşeye sinmiş dizlerimi karnıma doğru çekmiş bir halde durmadan yalvarıyordum yanımdaki acımasız iki adama.
“Ne olur beni ailemin yanına geri götürün. Yemin ederim beni kaçırdığınızı söylemem onlar çok zenginler size istediğiniz kadar para verirler. Ne olur geri götürün beni.” Hiç bir acıma belirtisi yoktu yüzlerinde, hatta yüzleri kalıplaşmış gibiydi, donuk ürkütücü ve kana susamış gibi bakan gözleri vardı her birinin. Hiç merhametleri olmadığını o anda anladım.
Üzerinde kahverengi deriden yapılmış ve kimi yerleri yırtılmış ceketi olan adam, bana bakarak öfkeyle konuşmaya başladı. Sonradan öğrendiğime göre bu onun uğurlu ceketiymiş, o üzerindeyken girdiği çatışmalardan sıyrık almadan kurtulmuş bu nedenle üzerinden çıkarmıyormuş. Tek kelimeyle leş gibiydi, temizlikten nasibini almamış bu adama bakınca midem bulanıyordu.
“Kapa çeneni velet. Yoksa şuracıkta gırtlağını sıkarım ona göre.”
Söylediklerini anlayabilmem için yarım yamalak Türkçesiyle konuşuyordu. Babam bana ve iki ağabeylerime yabancı dil dersleri aldırdığı için az çok aşinaydım kendi aralarında konuştukları Farsçaya. Her birimiz usta hocalardan ders alıyorduk. Yabancı diller, savaş stratejileri, kılıç, ok silah ve ismini hatırlayamadığım daha birçok ders... Bunu neden yapıyordu bilmiyorum. Sanırım kendimizi korumamız konusunda fazla hassastı. Ayrıca bize çok fazla değer veriyordu ve sevgisini de parasını da asla esirgemiyordu. Bu nedenle rahat bir hayatım olmuştu. Şimdiye kadar... Babam her zaman dikkatli ve uyanık olmamız konusunda öğütler verirdi bize, şimdi düşünüyorum da yanında bir sürü korumaları olduğunu hatırlıyorum sanırım düşmanları vardı ve bu nedenle bizim üzerimize o kadar çok düşüyordu. Bu adamlar da onun düşmanı olmalıydı, beni kaçırmaları için aklıma başka mantıklı bir sebep gelmiyordu çünkü.
Ürkekçe baktım adamın siyah gözlerine. Zaten küçüktü gözleri bana bakarken kıstığı için iyice ufalmıştı. Şu an ölesiye korkuyordum fakat bunu belli etmeyecek kadar cesur görünmeliydim. Ben babamın oğluydum. Ben Yiğit Kurdoğlu’ydum.
Çenemi yukarı kaldırarak “Öldür beni o zaman” diye meydan okudum. O ise komik bir şey duymuşçasına o gür sesiyle kahkaha atmaya başladı. Yanında oturan diğer adamda o iğrenç gülüşüyle ona eşlik etti. İkisinin de dişleri sapsarıydı ve birkaç dişleri de eksikti. Bense öylece durmuş nefretle ve tiksintiyle bakıyordum onlara.
“Şu velede bakın hele” dediğinde o anda gözüm adamın elinde tuttuğu ve ne zaman çıkardığını göremediğim küçük çakıya takıldı. Zaten korkunç bir yüze sahipken, beni korkutmak için yüzünü buruşturup daha da korkunç görünmeye çalıştı. İşe yaramıştı… Küçük kalbim deli gibi atmaya başlamıştı.
“Madem ölmeye bu kadar heveslisin o halde işe önce o küçük dilini kesmekle başlayalım. Ne dersin ufaklık?” Adamın gözbebeklerinin etrafında sinsi bir ifade girdap gibi dönüyordu. Tekrar o iğrenç sırıtışı peyda oldu dudaklarında. Arkadaşı da onun ardından gülmeye başladı. Kalbim dörtnala koşmuş gibi atıyordu ki, arabanın ön tarafından güçlü ve otoriter bir ses duyuldu.
“Kesin şamatayı.” İki adam anında seslerini keserken, bende iliklerime kadar ürpermiştim. O anda sesin sahibinin bu adamların patronları olduğunu anladım, benimle ormanda konuşan adamdı bu. Diğer adam başını patrondan yana çevirince, sol yanağında iri bir beni olduğunu gördüm, üzeri küçük siyah kıllarla kaplıydı.
“Patron artık sınır dışına çıktık, ne zaman öldüreceğiz bu çocuğu?” diye sordu. Demek kaderim bu adamın elindeydi. Anlamıyordum benim gibi küçük bir çocuktan ne istiyorlardı? Ben ne yapmıştım ki bu adamlara? Üstelik hayatımda ilk defa görüyordum onları.
Nefesimi tuttum ve patronun sesine odaklandım, bir yandan beni öldürmemesi için dua ediyordum. Kısa bir duraklamadan sonra konuştu.
“Onu öldüreceğimi kim söyledi?” Sesi fazlasıyla kalındı. Az önce beni tehdit eden adam, gözlerini irice açarak söze girdi.
“Ama öldürmek için para almamış mıydık patron?” diye atıldığında patronun kararından pek de hoşnut görünmüyordu. Sindiğim köşe de iyice büzüldüm, korku bütün bedenimde inliyordu. Duyduklarıma inanmakta güçlük çekiyordum. Kim ne için beni öldürmek istesin ki?
“İnanın bana dostlarım bu çocuğun dirisi çok daha fazla işimize yarayacak.” Bu defa sesi yumuşamıştı.
“Onun için farklı planlarım var” diye devam etti. Benim için ne düşünüyordu acaba? Boğazıma takılan yumruyu zorlukla yutarken, bundan sonraki yaşamımda beni nelerin beklediğini hiç bilmiyordum, hatta bilmekte istemiyordum.
Artık geleceğim geçmişimin aydınlık yanını bile yutacak kadar karanlık olacaktı.
Aradan kaç gün geçti bilmiyorum, günleri saymayı bırakalı çok olmuştu. Nerede olduğum hakkında hiç bir fikrim yoktu. O çirkin adamın söylediği gibi sınır dışında olduğumuzu biliyordum sadece. Bu ıssız dağ da ve haydutların arasında yaşayan zavallı bir ölüden başka bir şey değildim. Günlerin daha uzun sürdüğü güneşin daha geç battığı, zamanın daha yavaş aktığı bir hapishaneydi burası.
“Hadi bir daha dene.” diye bağırdı karşımdaki adam o gür ve korkutucu sesiyle, görüntüsü de tıpkı sesi kadar korkunçtu. Oldukça uzun boylu ve de kaslıydı Patron. Hatta 20 adamının içinde en kaslı ve de güçlü olanıydı. Kavurucu güneş ışınlarının altında bana saatlerdir sözde eğitim adına işkence çektiriyor, nasıl dövüşeceğimi ve bıçak kullanılacağımı öğretiyordu. Benim ise artık ayakta duracak halim kalmamıştı öyle aç, yorgun ve bitkindim ki. Yüzümden ve bedenimin birçok yerinden kanlar aktığı için canım çok yanıyordu. Ağlayamıyordum bile ağlamamı yasaklamıştı. Yere düşürdüğüm bıçağı işaret etti, elindeki bıçakla. O paslanmaz bıçağın güneşte parladığını gördüm.
“Öyle aval aval bakma da al şu bıçağı eline.”
Bana bir daha vurmasından korkarak zor da olsa eğilip bıçağımı aldım. Ellerim titriyordu bıçağı yukarı kaldırırken, hiç bu kadar ağırlaşmamıştı bu küçük demir parçası. Üzerime doğru gelen hamleyi son anda fark ederek gücümü toparlama çalıştım ve kendimi kenara çekerek savuşturmayı başardım. Bu hareketim patronun hoşuna gitmişti ki sinsice sırıtarak baktı bana.
“Aferin öğreniyorsun.”
Hayatta kalmak için öğrenmekten başka şansım mı vardı sanki. O anda annemle babamı hatırladım, bana ne kadar da düşkünlerdi. Belki de evin en küçüğü olduğum için şımartılıyordum ama onlar için ayrı bir yerim olduğunu hissetmiştim her zaman. Şimdi ise üzerimdeki eski ve yırtılmış kıyafetler içinde, yüzümde kuruyan kanlar yüzünden tanınmayacak bir haldeydim. Çok acıkmıştım çünkü eğitim adı altında dövüldüğüm yetmezmiş gibi ayrıca aç ve susuz da bırakılıyordum. Uzun zamandır yıkanmadığım için pis kokuyordum ve feci şekilde kaşınıyordum ama hala aynı çocuktum ben. Annesini ve babasını özleyen evine gitmek için bu acımasız adamlara yalvaran her fırsatta kaçmaya çalışan ve yakalanıp tekrar dayak yiyen o zavallı çocuk.
Sağ kolumda hissettiğim acıyla gözlerime yaşlar hücum etti. Elimle kanayan kolumu tuttum. Acı içimde önüne çıkanı yutan çığ gibi ilerliyordu. Patrona baktığımda;
“Her zaman tetikte ol. Gözlerini düşmanından ayırma, onun her bir hareketini hesaplayarak sonraki hamlesini tahmin etmeye çalış. Ancak böyle yaparsan hayatta kalırsın.” diye bağırdı. Sinirlendirmiştim onu.
Allah'ım bana güç ver diye yalvardım. Artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Ümitsiz bir çırpınışla bana acıyarak bakan Miran ile göz göze geldim. Bu adam buradaki en merhametli ve bana iyi davranan kişiydi. Geceleri nöbetçi olduğunda bana gizlice yiyecek bir şeyler getirir, moralimi düzeltecek komik hikayeler anlatırdı. Çok sonradan söylemişti, beni ölen kardeşine benzettiğini. Ben de onu abi olarak görüyordum. Benim öldüğümü düşünen ve benden ümidi kesen abilerimin yerine koymuştum onu. Onların hayatta olduğu gerçeğine sımsıkı tutunuyordum.
“Bebek gibi ağlayacak mısın yoksa?”
Sesinde kızgınlık hatta hayal kırıklığı vardı. Acıdan dolayı gözlerime hücum eden yaşlarla tekrar ona odaklandım. Seyirci olarak etrafımızı kuşatmış olan haydutlar, içinde bulunduğum şu durumu komik bulmuş olacaklar ki hep bir ağızdan gülmeye başladılar. Onların sıkıcı hayatları için eğlenceden başka bir şey değildi şu an ki halim. Buradaki hiç bir adamın ben dahil akıllarının yerinde olmadığını düşündüm, bana göre normal insanlar asla bu şekilde davranmazdı. Hepimiz delirmiştik.
Dayanacak gücüm kalmayınca içimden vahşi bir başkaldırma isteği yükseldi. Bıkkın, bezgin ve lanet edercesine bıçağımı yere fırlattım. Bu hareketimle herkes anında sustu ve pür dikkat kesildi, çıt çıkmıyordu ortamda. Dizlerimde derman kalmadığı için kuru toprağın üzerine çöktüğümde o esnada kızıl bir rüzgar eserek saçlarımı dalgalandırdı.
“Öldür beni.” dedim cılız bir sesle. Patron şaşkın gözlerle bana bakarken bunu beklemediği açıkça belli oluyordu. Bana bir karşılık vermeyince bu defa bütün gücümle tüm nefretimle haykırdım.
“Ne duruyorsun öldürsene beniiii.”
*