Yatağımdan sıçrayarak uyandığımda ter su içindeydim ve boğazım kurumuştu. Sıktığım yumruklarımı yavaşça gevşetip nefesimi düzenlemeye çalıştım. Bedenimi ele geçiren öfkeyi yavaşça üzerimden atarken, etrafıma bakınmaya başladım. Sahi neredeydim ben? Gözlerim ağır çekimde odada gezindi, etrafı incelerken hafızam yavaş yavaş geri gelmeye başladı. Efsaneydim ben, para için adam öldüren, kiralık katil, hırsız, herkesin korktuğu adımı duyduklarında bile dizlerinin bağı çözüldüğü adamdım. Acımasızlığıyla ün salmış, Efsaneydim.
Çocukluğumun
belli bir döneminden sonra gecelerime musallat olan kabuslar bana uykuyu haram
kılmıştı. Ne zaman huzur bulacaktı bu zavallı ruhum bilmiyordum. Karanlığa
hapsolmuş ve çırpındıkça daha da bataklığın içine gömülen ben için artık hiçbir
ümidin kalmadığını düşünüyordum. Kabullenmiştim artık Efsane olmayı.
Nefesimi
düzene soktuktan sonra başımı tekrar yastığa koydum ve isyan eden ruhumu
dindirmeye çalıştım. Karanlık bütün kötülükleri örtsün istiyordum.
Sabahın
ilk ışıklarıyla gözlerimi araladığımda, geceye oranla kendimi bir nebze daha
iyi hissediyordum. Aldığım iş aklıma gelince hemen yatağımın ucuna oturdum ve
başucumdaki masanın üzerine bıraktığım dosyayı uzanıp aldım. Bakışlarım silik,
siyah bir bilgisayar mürekkebiyle yazılmış kelimelerin üzerinde gitti geldi.
Üzerinde yazan her bilgiyi zihnim özenle kaydetti belleğine. Farsça yazıyordu.
Kaçırmamı istedikleri kişilerin adresleri ve onlar hakkında kısa bilgiler
mevcuttu. Bir an gözlerim tek bir kelimenin üzerinde takılıp kaldı ve okuduğum
şey ile bütün dünyam sarsıldı.
Gidilecek
yer Türkiye idi.
Üstelik
İstanbul. Benden iki Türk’ü kaçırmamı istiyorlardı. Allah’ım bu nasıl bir
talihsizlikti.
*
Ne
kadar zamandır burada öylece oturmuş elimdeki kağıda baktığımı bilmiyorum. On
iki yıl aradan sonra kendi topraklarıma bu şekilde geri dönecek olmam içler
acısı bir durumdu. Daha çocuk yaşta vatanıma dönmek için can atarken şimdi
ayaklarım geri gidiyordu. Şu an bu işi almadan önce bu dosyayı okumuş olmayı
diliyordum aksi halde bu işi asla kabul etmezdim.
Sakinleşmeli
ve düşünmeliydim, bunun için önce derin birkaç nefes alıp verdim, ardından
kalkıp odanın diğer köşesinde bulunan küçük eski ve paslı lavaboda elimi yüzümü
yıkadım. İşimi bitirince yüzümü kurulamadan geri gelip aynı yere oturdum. Kabul
etmeliyim ki bu çok zor bir iş olacaktı benim için. Sonuç itibariye o küçük
çocuğun yerini acımasız bir katil almıştı ve bir söz vermişsem ne olursa olsun
bunu yerine getirmem gerekiyordu. Her ne kadar bir haydut olsam da, verdiğim
sözde duran biriydim. Üstelik aldığım para hayli yüklü bir miktardı ve
adamlarımın bu paraya ihtiyacı vardı. Onlar için yapmalıydım. Ve yapacaktım da.
Odamın kapısı vurulduğunda düşüncelerimden sıyrıldım.
“Gel.”
Tahmin ettiğim gibi Miran girdi içeriye.
“Bir
sorun mu var Efsane? Uzun zamandır aşağıda seni bekliyoruz.” Sakin görünmeye
çalışarak ayağa kalktım.
“Hiç
bir sorun yok. Uyuyakalmışım.” diyerek geçiştirdim onu. Pek de inanmış gibi
durmuyordu, ne de olsa beni çok iyi tanıyordu aslında beni en iyi tanıyan tek
kişiydi demeliyim. Şu anki huysuz halimle çekilmez olduğumu tahmin ettiği için
sesini çıkarmamayı tercih etti.
“Sen
adamların yanına git. Ben yarım saate kadar geliyorum.”
Endişeli
bir yüzle başını salladı. Kapıyı sessizce kapatıp giderken beni yalnızlığımla
baş başa bıraktı. Duş aldıktan sonra üzerime siyah tişört ve siyah kotumu
giydim. Adamlarımın yanına gitmeden önce, Lidya'yı görmek istiyordum. Etrafta
onu göremeyince o sırada yanımdan geçen kızlardan birine sordum. Odasında
olduğunu söyledi ve bana eşlik ederek yerini gösterdi. Çamaşırhanede kalıyordu
zavallı kız. Onu ehlileştirmek için bunu yaptıklarına emindim. Kim bilir daha
ne işkenceler çektiriyorlardı kıza. İçimde yükselen volkana karşılık sakince
kapıya vurduğum da çok geçmeden karşımda Lidya’yı buldum. Beni görmeyi
beklemediği için şaşırmıştı, omuzlarında ki eski ince şala daha bir sıkı sarındı.
“Ne
istiyorsunuz?” Hazırladığım zarfı çıkarıp eline tutuşturdum.
“Bunun
içinde yüklü miktarda para var, senden buradan gitmeni ve kendine yeni bir
hayat kurmanı istiyorum Lidya. Birazdan gidip Akram ile konuşacağım, ondan
korkmanı istemiyorum, hemen bugün buradan gitmene izin verecek. Hatta seni
koruması için adamlarımdan birini yanına vereceğim, bundan sonra daha güvende
olacaksın.” Gözlerini kırpıştırarak ağzı açık bir şekilde bana bakarken şok
olmuş görünüyordu.
“Ama...”
diye itiraz edecek olunca sözünü kestim.
“Aması
yok. Bana bu hayatından memnun olmadığını söyledin. İşte sana bir fırsat.
Kendine temiz bir sayfa açabilirsin artık. Nasıl bir hayat yaşayacağına sen
kendin karar vereceksin. Özgürsün…” Benim yapamadığımı yapmasını istiyordum.
Dolan gözlerine tezat bir şekilde mutlulukla gülümsedi ve akabinde yanağına
birkaç damla yaş süzüldü.
“Size
nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum efendim.”
“Teşekkür
beklemiyorum, istediğim tek şey bütün bunları geride bırakıp mutlu bir şekilde
yaşaman. Kendine bir aile kurabilirsin.”
“Allah’ım
rüyada gibiyim. Buradan kurtulacağıma dair inancımı hiçbir zaman yitirmedim ama
Rabbimin bana kurtarıcı olarak sizi göndermesini beklemiyordum. Üstelikte bu
kadar çabuk… Bu sizin içinde bir dönüm noktası olabilir efendim.” Sadece ışıl
ışıl parlayan gözlerine baktım ve hiç bir şey söylemedim. Aklımdan geçen tek
düşünce, benim için artık çok geç olduğuydu ama bu kız hayatını kurtarabilirdi.
“Allah
sizden razı olsun. Umarım sizde bir gün bu hayattan kurtulursunuz. Allah’a size
bir melek göndermesi için sabah akşam dua edeceğim… İnşallah bana yaptığınız bu
büyük iyiliğin karşılığını bir gün size ödeyebilirim.” Kalbi iyiliklerle
kuşatılmış saf bir kıza bakıyordum.
“Bir
daha karşılaşacağımızı sanmıyorum…” Uzatmak istemediğim için son noktayı
koydum.
“Hoşça
kal Lidya.” Arkamı dönüp yürümeye başladım, o ise hem ağlıyor, hem gülüyor,
dualar ve şükürler ediyordu.
Akram'ın
yanına gittiğimde dışarıdaydı, traktörün kasasındaki erzak çuvallarını ambara
taşımakla meşguldü. Beni görünce hemen yaptığı işi bırakıp yanımda yer aldı.
“Buyurun
efendim, bir isteğiniz mi var?”
“Evet
bir isteğim var.” dedim sert bir tonda.
“Yanında
çalışan kızlardan biri olan Lidya bu gün buradan ayrılacak ve sende ona izin
vereceksin, anladın mı beni?” Ben konuşurken kaşlarını çattı, duydukları onu
memnun etmemişti anlaşılan.
“Ama
nasıl olur efendim. Annesi onu bana emanet etti.”
“Kes
lan...” diyerek üzerine yürüdüm.
“Ben
ses çıkarmayacaksın diyorsam, sesini çıkarmayacaksın o kadar. Bir dahaki
gelişimde eğer Lidya’yı burada görürsem yemin ederim hiç düşünmeden beynine bir
kurşun sıkarım.” Tereddütlü halini görünce koca bir adım atarak hemen dibinde
bittim ve bıçağımı çıkardığım gibi gırtlağına dayadım.
“Söylediğim
şeyi iki defa tekrar etmekten hiç hoşlanmam bilesin.”
“Bağışla
Efsane, yalvarırım bağışla beni.” Korkuyla başını sallayınca onu bıraktım.
Tehdidim işe yaramış olacak ki önümde diz çöktü ve ayaklarıma kapandı.
“Söz
veriyorum nereye gitmek isterse izin vereceğim yeter ki canımı bağışla.”
Neden
bu insanlar hep kabalıktan anlıyordu bilmiyorum. Bir şeyi yaptırmak için illaki
onları tehdit etmek ve korkutmak gerekiyordu. Gönlüm rahat bir şekilde onun
yanından ayrılıp adamlarımın yanında yerimi aldığım da önce Miran’ı kenara çektim
ve ona olan biteni anlattım. En güvendiği adamlardan birini Lidya ile
göndermesini ve hiçbir şekilde kıza zarar gelmemesini, kendine yeni bir hayat
kuruncaya kadar onu koruyup kollamasını söyledim. Miran söylediklerimi yapmak
için kısa bir süreliğine yanımdan ayrıldı.
“İş
tamamdır patron.” Bunu söylediğinde tuhaf bir şekilde huzur dolmuştu yüreğim.
Oysa bu duyguyu kaybedeli uzun zaman olmuştu. Yola çıkmaya hazırlandığımız
sırada adamlarımdan biri sordu.
“Şimdiki
görev nedir, nereye gidiyoruz patron?”
“Türkiye”