Deniz, Balkon kapısına dayanmıştı.
Elindeki kahve fincanını usulca parmaklarının arasında döndürerek, sabah güneşinin Eskişehir'i altın gibi parlatışını izliyordu. Ağaçların hışırtısı uzaklardan yankılanıyor, rüzgâr ince ince tenine değiyordu. Ama içini asıl titreten, sırtında hissettiği sıcaklıktı.
Annesi, gözleri dolu dolu halde, sessizce ona bakıyordu.
“Denizim… Hazırladın mı her şeyini?” diye sordu fısıltıyla.
Deniz dönüp gülümsedi, fincanı masaya bıraktıktan sonra annesinin alnına ince bir öpücük kondurdu.
“Hazırım anneciğim. Bavulum hazır.”
Annesi derin bir iç çekti. “Deniz’im… Bu Iğdır 14 saatmiş Eskişehir’e… Hiç gelmeyecek misin proje bitene kadar?”
Deniz göz kırptı, dudaklarının kenarı tatlı bir tebessümle kıvrıldı.
“Anneciğim o senin baktığın arabayla… Ben uçağa atlarım, gelirim. O kadar sürmez. Üstelik hani anlaşmıştık, sürekli arayacağız. Yapma böyle.”
Annesi başını iki yana salladı, ama gözlerinden endişe eksilmedi.
“Tamam tamam, haklısın. Anne yüreği işte… Hüsnükuruntu benimki. En azından baharda gidiyorsun. Kışın orası çok kötü oluyormuş Deniz’im. Ne olur dikkat et sağlığına.”
“Ederim anneciğim, sen meraklanma. Her şeyi düşündüm.”
O sırada Derya koşarak geldi ve hemen ikisine de sıkıca sarıldı.
“Yaa kıskandım, ben de sarılacağım size!” dedi sitemkâr bir sesle.
Deniz burnunu kıvırıp güldü.
“Kıskanç seni!”
“Kıskanırım tabii! Burda bensiz sarılıyorsunuz...” dedi Derya.
Bir saat sonra Deniz tamamen hazırdı. Kapıda içten bir vedalaşma yaşandı.
Deniz, Taksinin kapısını kapatırken geriye dönüp son kez el salladı. Yüreğinde hem gurur, hem özlem vardı.
İlk durağı Ankara’ydı. Hızlı trenle Eskişehir’den yola çıktı.
Yol boyunca çantasından çıkardığı dosyalara göz attı, proje planını gözden geçirdi.
Ankaraya ulaştığında gün henüz akşam olmamıştı. Konaklayacakları otele geçti. Modern ama sade bir oteldi.
Odasına yerleştikten sonra çantasını yatağa bıraktı.
Uzun krem rengi trençkotu, altında haki tonlarında pantolonu, sade beyaz gömleği ve düşük topuklu çizmeleriyle hem şıktı hem sade.
Saçlarını doğal bırakmıştı; kızıl saçları dalga dalga omuzlarına dökülüyordu. Aynadaki yansımasına baktı. "Hazırım," dedi kendi kendine.
Ekip, otelin restoranında toplanacaktı. Geniş camlı, loş aydınlatmalı salonda yavaş bir caz müziği çalıyordu. Masanın başında oturan tanıdık yüz, ona içtenlikle karşıladı...
“Deniz, hoş geldin kızım,” dedi Prof. Dr. Kubilay Tanyel.
Yılların deneyimi, ağırbaşlılığı ve babacan duruşuyla projenin yöneticisiydi. Aynı zamanda Deniz’in üniversiteden hocası, şimdi de bu görev için onu öneren kişiydi.
“Hocam, hoş bulduk. Her zamanki gibi çok zarifsiniz,” dedi Deniz ve eğilip elini sıktı.
Kubilay bey sırayla, Masadaki diğerleri de tek tek tanıştırıldı:
– Mühendis Taylan Aslan, altyapı ve lojistik uzmanı,
– İnşaat mühendisi Elif Tok, saha sorumlusu,
– Jeofizik mühendisi Berat Kural, zemin etüt ve saha analizlerinden sorumlu,
– Güvenlik koordinatörü Emekli Binbaşı Tolga Derman.
Deniz hafifçe eğilerek, ''Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum. Birlikte güzel işler yapalım.'' dedi.
“Deniz, başmühendis olarak senin planlaman üzerinden ilerleyeceğiz,” dedi Kubilay Bey.
“Her biriniz kendi alanınızda uzmansınız ama Deniz bu projenin omurgası olacak.”
Elif gülerek başını salladı:
“Sonunda bir kadın mühendis! Vallahi içim açıldı.”
Berat göz kırptı: “Ama fazla karizma yapmayın lütfen, biz ezilmeyelim.”
Deniz kahkaha atarak yanıtladı:
“Söz veremem. Ama ekip çalışmasına her zaman varım.”
Yemekler geldiğinde masaya keyif hâkimdi. Sohbet koyulaştı, kahkahalar yavaşça yükseldi.
Görev ciddiydi evet, ama bu ekipte hem zeka vardı hem yürek. Herkesin gözleri parlıyordu. Bir yolculuk başlamıştı. Ve Deniz, bu yolculuğun tam kalbindeydi.
Ekip, bir önceki gecenin keyifli yorgunluğunu üzerinden atmak üzere erkenden yatmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte otelden çıkıldı. Lobide buluşan herkesin yüzünde hafif bir heyecan, biraz da merak vardı. Deniz hariç...
O, güneş gözlüğünün arkasından herkesi sessizce inceliyordu. Özellikle Elif’in hevesli bakışları, Berat’ın sürekli “Helikopterle gitsek daha havalı olurdu!” diye söylenmesi, Taylan’ın kahve arayışları... Hepsi bir çocuksu heyecanla sınır hattına gidiyor, belkide hiç askeriye de bulunmamıştı. Çok zor bir bölgeye gittiklerinden habersiz gibiydiler ama neşelilerdi...
Deniz’in içi bu kadar neşeli değildi. Onun zihni, geçmişin kıyısında, sorularla doluydu. Ve kalbinde, tanımlayamadığı bir ağırlık vardı.
Kubilay Hoca, grubun en derli toplu üyesi olarak etrafa hâkimdi. Herkesin kimliğini, geçiş belgelerini kontrol ederken, Deniz onu izledi. "Demek ki onları seçmek için bir sebebi vardı," diye düşündü. "Belki de, farklılıklarımızla bir bütün olmamızı istiyor."
Uçak piste yanaştığında artık dönüş yoktu. Uçağa binen ekip, birkaç saat sonra resmi olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sahadaki sivil destek birimi olmuş olacaktı.
Ve bu, yalnızca teknik bir görev değildi; artık vatani bir görevdi...
Bu sırada Iğdır Merkez Komutanlığı – Aynı Saatte
Kapı çalındı.
Fatih yüzbaşı, koltuğuna yaslanmış şekilde döndü. “Gel,” dedi kısa ve net bir sesle.
İçeri giren er, selam durarak konuştu:
“Komutanım, şantiye ekibi bir saat içinde iniş yapacak. Zırhlı araçlar hazırlanıyor. Haber vermek istedim.''
Fatih ayağa kalktı, üniformasının önünü düzeltti. “Geliyorum,” dedi.
Birkaç dakika sonra, havaalanının arka çıkışında dört zırhlı araç sıralanmıştı. Fatih ve ekibi araçlardan indi. Her biri tam teşkilatlıydı.
Üniformalar tertemiz, postallar parlıyor, silahları omuzlarında dik bir duruşla taşıyorlardı.
Fatih’in siyah gözlüğü, keskin yüz hatlarını daha da belirginleştiriyor; sessiz ama otoriter haliyle tüm dikkatleri üzerine topluyordu. Göz ucuyla havalimanı camlarındaki yansımayı süzdü.
Kendisine bakan birkaç sivil kadın yolcunun çapkın gözlerle fısıltılarını duyabiliyordu ama umursamadı.
Onbaşı Samet öne çıktı:
“Komutanım… Şey, neden askeri uçakla gelmiyorlar?”
Fatih gözlüğünün ardından kısa bir bakış fırlattı. “Çünkü asker değiller, Onbaşı.”
Bu yanıt hem netti, hem de sert.
Üsteğmen Harun araya girdi, Samet’i yakasından tutup hafifçe geri çekti.
“Gel buraya... Eğer gelenlerin yanında böyle boş konuşursan, sabah iştimada 20 tur fazla koşarsın Sametçim.”
Samet'in yüzü düştü, “Emredersiniz komutanım…” diyerek sessizleşti.
Harun, Fatih'in sağ kolu gibiydi. Hemde ekibin Fatih'ten sonra en kıdemlisi..
Bir kaç adım sonra,
Fatih, havaalanı güvenliğine yaklaştı:
“Ben, Yüzbaşı Fatih Ulutürk. Misafirlerimiz 07:15 Ankara uçağıyla inecek. Zırhlı araçlarımız arka saha alanında bekleyecek. Mümkünse dışarıdan karşılamak istiyoruz.”
Görevli yutkundu, bu kadar sert bir adamı sabah sabah beklemiyordu.
“Tabii… Tabii ki efendim, arka çıkışı kullanabilirsiniz.”
Uçak piste indiğinde…
Otobüs, piste yanaşmıştı. İçeride ekip üyeleri çantalarını kucaklamış, cama yapışmış şekilde dışarıyı seyrediyorlardı.
Deniz, sessizce telefonuna göz gezdiriyor, gelen mailleri kontrol ediyordu. O sırada Kubilay Hoca hafifçe doğrulup cama baktı.
“Aah… Geldiler. Bu taraftan çocuklar,” diyerek ayağa kalktı.
Otobüs durduğunda kapı açıldı. Güvenlik ve tarayıcı geçişinden sonra ekip sırayla ilerlemeye başladı. Deniz en sondaydı.
Fatih gözlerini yere dikmiş, bu angarya işin bir an önce bitmesi için sabırsızca bekliyordu. Her gelen sivil ekip aynıydı onun gözünde; bol vaat, az iş.
Harun usulca yanaştı, omzuna doğru eğilerek fısıldadı:
“Komutanım… Geldiler.”
Fatih gözlerini yerden kaldırdı. Üzerindeki tozu silker gibi ceketini düzeltti. Önce yaşına ve duruşuna saygı duyduğu Kubilay Bey’i gördü. Ardından gözleri, onun arkasında sırayla dizilmiş ekibi süzmeye başladı.
Sonra... bir anlığına bakışı dondu. Göğsüne sanki bir şey saplandı. Yutkundu.
Ekipte siyah giyimli, başında kasket şapka olan bir kadın vardı. Gözlük takıyordu, sessizce kenarda durmuştu ama dikkat çeken asıl şey… o kızıl saçlardı.
“Bu kadar mı etkilendin be gönlüm?” dedi içinden.
“Her kızıl saçlıyı görünce onun gibi heyecanlanır oldun. Bırak artık şu saçma randevuyu.” diyerek mırıldandı.
Sonra, Derin bir nefes aldı. Toparlandı.
Askerî disiplinini takındı. Omuzlarını gerdi, çenesini yukarı kaldırdı. Gözlerini kısarak Kubilay Bey’e doğru adım attı.
Kubilay Bey elini uzattı, nazikçe gülümsedi:
“Merhaba, ben Prof. Dr. Kubilay Tanyel. Şantiye ekibinin lideriyim.”
Fatih karşılık verdi:
“Merhaba. Fatih Ulutürk. Şantiye projesinden sorumlu yüzbaşıyım. Sizinle tanışmak bir onur.”
O sırada arkada, telefonuyla ilgilenen Deniz, bu sesi duyunca irkildi.
Başını hafifçe kaldırdı, ama net göremedi. Güneş gözlüğünü burnuna indirdi, Kubilay Bey’in arkasından usulca kafasını uzattı.
Ve... O sesin sahibini gördü.
Fatih...
Bir an göz göze geldiler. Deniz gözlüğünü yavaşça çıkardı, bir kaşı hafifçe kalktı. Bakışları sabitti, yüzünde belli belirsiz bir hayret ifadesi… ama en çok da “Cidden mi?” der gibi bir merak parlıyordu. Tanımıştı.
“Bu o…” diye düşündü.
“Ablamın yerine, benim tanıştığım adam!.”
Fatih de o an tüm ekibi unutmuş gibiydi. Gözleri Deniz’in gözlerinde asılı kaldı. Kalabalığın ortasında, kalakaldı.
“Sen?” diyebildi sadece, dudaklarından dökülen bir fısıltıyla.
Tam o an, Kubilay Bey döndü ve eliyle Deniz’i gösterdi:
“Ha evet, tanıştırayım. Bu da Deniz Hanım. Deniz Hazar. Projemizin baş mühendisi.”
Fatih’in gözleri büyüdü, kaşları kalktı. Şaşkınlığını saklamaya çalışsa da, ağzı hafif aralık kalmıştı. Bir adım geri attı. Bunu hayal etmemişti.
O sırada arkadan, sanki hep yanlış zamanları kollayan bir ses yükseldi.
Ekibin en acemi ama en konuşkan ismi Samet, fısıltıyla ama herkesin duyabileceği şekilde pot kırdı:
“Anaa… Deniz Bey dedik, Deniz Hanım çıktı. İyi mi?”
Harun hemen Samet’in ensesine hafifçe vurdu.
“Sus Lan çaylak. Çeneni tutamıyorsun yine.”
Fatih ve Deniz'in gözleri ise birbirine kilitlenmişti...