En son yaşanan aksiyonlu günün ardından Deniz, bundan sonra Fatih’le dinamiğinin böyle devam edeceğini düşünüyordu. Sürekli hır gür, şamata ve bolca güç gösterisi...
Ama enteresan bir şekilde Fatih’in onu yıldırma tavırları ortadan kalkmıştı. Tam aksine, artık çok profesyonel davranıyordu.
Toplantılarda Deniz’i saygıyla dinliyor, sahadaki birçok olay için izin belgesi imzalatmaya geldiğinde diretmeden onaylıyordu. En önemlisi de, surat asmıyordu.
Bu durum Deniz’e rahat bir nefes aldırmıştı. Ekibiyle de artık daha yakındı. Ve düşünebildiği tek şey, “Sanırım her şeyin yoluna girmesiydi,”.
Yine o günlerden birine uyanmıştı o sabah.
Geldiğinden beri sahada kendini hantallaşmış hissediyordu. Düzenli spor geçmişi olduğu için, eskiye nazaran daha az aktif olmak onu rahatsız ediyordu.
Bu yüzden sabahları koşmaya karar vermişti. Ama askerlerin içtima saatine yakın uyanıp koşmak, bu kadar erkeğin içinde onu rahatsız edeceği için lojman konteynerlarının arkasında yer alan alanda koşmaya başlamıştı.
Üzerine siyah bir sporcu taytı, bir atlet giymiş; kızıl saçlarını ise at kuyruğu yaparak toplamıştı.
Kulaklığını taktığı gibi yine o sabah koşmak için dışarı çıktı.
Birkaç tur sonra nabzı iyice yükselmiş ama akciğerleri güzelce açılmıştı. Adeta tüm nefesi ciğerlerini hıncahınç dolduruyordu. Ancak çalıların arkasından belli belirsiz gördüğü bir karartıyla irkildi ve önüne bakmadığı için tökezledi.
Tiz bir çığlıkla yere yığılmıştı.
Kafasını kaldırdığında ise şaşkın bakışlarla onu izleyen Fatih Yüzbaşı’yı gördü.
Fatih, askeri üniforması ve temiz tıraşıyla yine harika gözüküyordu. Yere eğildi ve elini uzattı:
“İyi misin?” dedi.
Deniz, çalıdakinin bir ayı olmasını tercih ederdi şuan; çünkü yüzü dahil her yeri toprak içindeydi.
Hemen kendini toparladı ve yerde bağdaş kurarak üzerini silkelemeye başladı.
Dik bir bakışla Fatih’e döndü:
“İyi gibi mi gözüküyorum? Neden sinsi sinsi yaklaşıyorsunuz ki!”
Fatih tıs tıs gülüyordu, kendine engel olamıyordu.
“Neden gülüyorsunuz ki?” dedi Deniz, gözlerini kısmış halde.
Fatih gülüşünü gizlemeye çalışarak,
“Özür dilerim, buradaki en çaylak er bile tehlike anında siper almayı bilir. Böyle önüme atlayacağınızı düşünmedim,” dedi.
Deniz, ilk günden beri arsız ve mesafesiz konuşan Fatih’in şimdi bu kadar saygılı davranmasını garip bulsa da, söyledikleri komik gelmişti.
Yüzünde gamzesi hafifçe belirmişti; kıkırdamaya başladı.
“Ben asker değilim, Yüzbaşı! En son karşılaştığım tehlike, New York’taki yan komşumun Şivava cinsi köpeğinin saldırısıydı,” dedi.
Şimdi Fatih gerçekten kahkaha atıyordu.
Deniz’in de gülüşlerinin ritmi yükselmişti. Kahkahalar vadiyi doldururken Fatih’in gözleri bir anlığına Deniz’in gözlerinde takılı kaldı.
Sonra bir anda resmi bir ifadeye döndü.
Bunu fark eden Deniz de yüzündeki gülüşü silmişti.
Genzini temizledi:
“Bir sorun mu oldu, Yüzbaşı? Ben sizin eğitim alanınızdan uzak olduğu için burayı seçmiştim. Eğer sorun olacaksa…”
Fatih hemen sözünü böldü:
“Hayır, onunla alakalı gelmedim. Saat 8’de bir toplantımız vardı ana karargahta. Kubilay Bey katılacaktı ama az önce aradı ve sizin katılmanızı istediğini söyledi. Bugün geç gelebilecekmiş.”
Deniz şaşkınlıkla,
“İyi de neden son anı bekledi? Üstelik beni neden aramadı?” dedi.
Fatih başıyla telefonunu işaret etti:
“Aslında ben de sizi üç kez aradım,” diyerek gülümsedi.
Deniz hızla telefonunu çıkardı ve şaşkınlık içinde ekrana bakakaldı. Çünkü tam beş cevapsız arama vardı.
Gözleri büyüdü,
“Ben çok özür dilerim Yüzbaşı, sanırım müziği kısarken çağrı sesini de kapatmışım,” dedi.
Fatih,
“Sorun değil. Ben de cevap vermediğiniz için sizi bulmaya geldim. Ama acele etseniz iyi olur, geç kalacağız,” dedi.
Deniz saate baktı, gerçekten de çok az vakti kalmıştı. Ardından üstüne başına göz gezdirdi.
“Hemen hazırlanırım ama hem toz hem de ter içindeyim, bir duş alıp geliyorum,” dedi ve hızla ayağa kalkıp lojman konteynerine doğru koşmaya başladı.
“Çok hızlı bir duş, hemen geliyorum!” diye seslendi arkasından.
Fatih, elleri cebinde, zevkle onu izliyordu. Sonra keyifle mırıldandı:
“Aslında mis gibi kokuyordun... Ama neyse, öyle olsun bakalım.”
Deniz gerçekten de sözünü tutmuştu. Hızlıca bir duş almış, hazırda beklettiği siyah takım elbisesini üzerine geçirmişti. İçine ise saten beyaz bir gömlek giymişti.
Ama saçlarını kurutacak vakti olmadığından, salık bırakmış; yanına bir tarak, toka ve birkaç makyaj malzemesi almıştı. Sonuçta böyle koşullarda da yaşasa, o bir kadındı ve her zaman bakımına dikkat etmek istiyordu.
Ayakkabılığa uzandı ve küçük topuklu bir ayakkabı seçti.
Dışarı çıktığında, Fatih askeri aracın kaputuna yaslanmış, telefonuyla ilgileniyordu.
Deniz’in geldiğini duyduğunda kafasını kaldırdı... ama dona kaldı.
Deniz, ağzına kıstırdığı tokasıyla saçlarını elleriyle tel tel açarak ona doğru yaklaştı. Geldiğinde saçlarını minik, dağınık bir topuz halinde ensesinde topladı.
Ama Fatih adeta donmuş gibi onu izliyordu.
Sabırsız bir ifadeyle,
“Eee hadi Yüzbaşı, geç kalacağız demediniz mi?” dedi.
Fatih, sanki bir hipnozdan uyanırcasına silkelendi. Bakışlarını kaçırdı ve yutkunarak,
“Tabii, haklısınız. Buyurun araca, çıkalım artık,” dedi.
Deniz hemen araca atladı ve yolculuk başladı.
Fatih ilk kez bu kadar heyecanlı bir şekilde araba kullanıyordu. Ana karargâh yaklaşık 45 dakikalık mesafedeydi. Önlerinde bir araç, arkalarında ise iki zırhlı araç onları takip ediyordu.
Deniz dikiz aynasından takip eden araçlara bakarak,
“Burası terör bölgesi değildi, neden bu kadar kalabalık gidiyoruz?” dedi.
Fatih, gözlerini yoldan ayırmadan cevapladı:
“Buradaki tehlike sadece terör değil. Çok fazla silah ve uyuşturucu kaçakçısı bu konumu kullanıyor. Bizim burada yapılanmamız istemedikleri bir durum. Aylardır birçok kez sabotaja uğradık.”
Deniz’in gözleri merakla açıldı.
“O yüzden hiçbir şantiye ekibi kalıcı olmadı yani...” dedi.
Fatih onaylarcasına başını salladı.
Deniz , “Ben sizin de bizimle buraya atandığınızı düşünmüştüm,” dedi.
Fatih gülümsedi ''Aslında sizden 5 ay önce geldim bende bölgeye.'' dedi.
Deniz merakla sordu:
“Anladım... Ee, Eskişehir’e kadar görücü usulü randevuya çıkmak zor olmuştur,” dedi.
Sonra söylediğinin farkına varıp, hızla yüzünü cama çevirdi ve ağzını kapattı.
İçinden kendine sövüyordu:
“Adamla ilk kez düzgün diyalog kuruyorsun, sen gidip laf çakıyorsun. Sana her şey müstehak salak!”
Fatih biraz sessizlikten sonra konuştu:
“Yıllık iznimdi... Mühendis ekibi kaçınca biraz boşluğum oluştu, ben de memlekete dönmüştüm.”
Deniz yüzüne bakmaya bile utanıyordu. Sadece yutkundu ve başını sallamakla yetindi.
Ama Fatih, Deniz’in kızarıp bozarmasından aldığı keyifle devam etti:
“Ee peki, sen hobi olarak mı görücü adayı kaçırıyorsun?”
Deniz afalladı.
“Hayır! Ne alaka, ne münasebet! Anlattım ya, ablam içindi!” diye söylendi.
Fatih şimdi gülüyordu.
“Saçlarını aç,” dedi.
Deniz şaşkınlıkla,
“Ne?! Neden açacakmışım?” dedi ve kapıya doğru pusarak içinden bağırdı:
“Ne planlıyor bu manyak ya!”
(sakin ol kızçem, namusuna göz dikilmiş gibi davranmak nedir?) 🤭
Fatih yavaşça elini uzattı ve Deniz’in ensesine dokundu.
Su damlacıkları minik minik ensesinden süzülerek gömleğine iniyordu. Deniz aniden afalladı. Teninde oluşan bu ani elektriğe anlam veremiyordu.
Sonra Fatih’in elindeki o su damlacığını gösterdi.
Fatih yüzünde samimi bir ifadeyle,
“Saçların hâlâ ıslak ve gömleğini de ıslatıyor. Daha yolun bitmesine 45 dakika var. Aç da kurusun,” dedi.
Deniz yutkundu ve başıyla onaylayarak saçındaki tokayı çözdü. Kızıl saçlarını açtı.
Camdan vuran sıcak, hafif esinti saçlarını bir melodi gibi uçuruyordu.
Kısa süre sonra, Fatih’in burnuna dolan o portakal kokusuyla irkildi.
Bu kadının kokusu başını döndürüyordu. Vücudu adeta, bu küçücük temasla bile alev almıştı.
Genzini temizledi ve bakışlarını keskinleştirerek tekrar yola odaklandı.
Deniz ise yaşadığı utangaçlıkla gözlerini pencereye dikti. Ve sadece, sessizce, yolun bir an önce bitmesi için dua ediyordu.