ROJDA
Cümle bir anda odanın havasını değiştirirken arka planda “Unholy” başladı.
Duvarlar daraldı, tavan alçaldı, tenimdeki hava yoğunlaştı. Zaman yavaşladı ama nabzım hızlandı.
Göz göze geldik.
Ben maskenin ardındaydım.
O ise karanlığın içinden doğmuş bir efendi gibiydi.
Sanki benim karanlık tarafım vücut bulmuştu da, karşıma geçmiş beni izliyordu.
Bir şey diyemedim.
İtiraz edemedim.
Çünkü sesi emir gibi değildi, ama karşı konulamazdı.
Bir rica gibi değil, sanki çoktan kabul edilmiş bir kader gibi yankılanmıştı odada.
Sırtını koltuğa yasladı. Bacaklarını açtı. Kafasını eğip bir sigara daha yakarken şarkının sözleri beynimde yankılandı…
-Kutsal olmayan bir şey yapıyor-
A, sanki beni gözleriyle soyar gibi baştan aşağı inceledi beni. Ne düşünüyordu bilmiyordum. Muhtemelen korkup, çığlık atarak kaçacağımı…
Ama ondan kaçmam mümkün değildi… Biliyordum bunu. Beni yakalardı. İstediği alana kadar asla durmayacağını bir şekilde biliyordum. Ve ben de istiyordum bunu… Ona dans etmek, beni arzulamasını, beni görmesini, bakışlarını benden almadan izlemesini istiyordum beni.
Tüm tenimi sanki alevler yaladı.
Müzik devam ediyordu… - Şanslı, şanslı bir kız-
O orada, koltuğunda sabitken… Ayaklarım beni direğe doğru taşıdı. İtiraz etmeden ona dans etmem karşısında şaşırmadı. Hatta miniği bile oynamadı. Yalnızca beni izliyordu.
Elimi yukarı kaldırdım.
Avuç içim metale değdi ve vücudum direğin etrafına tırmandı. Altımda iç çamaşırı bile yoktu ama umrumda değildi.
Şu an tek istediğim bu yabancıyı kışkırtmak, baştan çıkarmak ve ona istediğini vermekti.
Yavaşça dönmeye başladım ve omuzlarımı geriye attım. Saçlarım savrulurken, göğsüm yukarı kalktı. Sanki ritme değil, onun gözlerine göre hareket ediyordum.
Bedenim onun bakışıyla senkronizeydi.
Belimi döndürdüm. Kalçamı çemberler gibi çevirdim. Bir elimle boynuma dokunurken diğer elim göğsüme doğru süzüldü. Şarkı sanki bizi anlatır gibi aramızda konuşuyordu.
-O arkasına yaslandı, dans ederken
Evet, kız her şeyi zamanında yaptı
Annecik babacığın tahrik olduğunu bilmiyor-
Dizimi kırıp geriye doğru bir kıvrım çizerken gözlerim hala ondaydı.
Direğe yüzüm dönük şekilde yaklaştım. İki elimle yukarıdan kavradım. Bedenimi hafifçe ileri verdim, belimi çukurlaştırdım.
Bacaklarımı açtım ve gövdemi yukarı çektim. Hızlı hareket ediyordum. Kalçalarım eteğimin altında görünüp hızla kapanırken, yavaşça direğe tırmandım.
Ters döndüm.
Saçlarım yere doğru süzüldü.
Kalçam tavana, başım dünyaya bakıyordu. Göğsüm kabarık, nefesim düzensizdi.
Ve o hala hiç kımıldamadan izliyordu beni.
Sanki bütün arzularını bir duvarın arkasına saklamış ama gözlerinden o duvarı delip geçirmişti.
Yavaşça yere indim.
Ayaklarım yere bastı.
Dizlerimin üzerine çöktüm.
Bir elimle yere bastım, diğer elim kalçama gitti.
Ruhumun bütün sesleri sustu.
Sadece bedenim konuşuyordu.
Ayağa kalktım.
Bir dönüşle elbisemin eteği havalandı.
Kalçamın açık yanakları o loş kırmızı ışığın altında birer davet gibiydi.
Direğe sırtımı döndüm.
Ona döndüm. İçimde bir şey yanıyordu.
Bu yangın korkudan değil, arzuya itaat etmekten de değil. Beni izleyebilecek tek kişinin o olduğuna inanmaktan belki de...
Adım adım ona yürüdüm.
Yavaşça önünde eğildim…
-Ahlaksız, ahlaksız çocuk-
Bir elimle dizine kadar yaklaşan boşluğa dokunur gibi yaptım.
Ama değmedim. Sadece avucumun sıcaklığını o aralığa bıraktım.
Sonra döndüm. Sırtımı ona verdim.
Başımı yana eğdim. Boynumu geriye bıraktım. Kalçamı ritimle salladım. Şarkının vuruşları kalbimle yarışıyordu.
Onun bakışlarının bedenimi deldiğini hissedebiliyordum. Omzumdan, sırtımdan, belimden aşağıya, kalçalarıma…. Bir nehir gibi gözlerini akıtıyordu üzerime.
Elbisemin askısı omzumdan düştü. Direğe tekrar yaklaştım.
Bu kez sadece parmak uçlarımla tutundum. Bedenimle ileri bir kıvrım yaptım.
Karnım, göğsüm, boynum… Sanki bir parça ipe dolanmış gibi dönüyordum.
Direkte dönmeye devam ederken, başım geriye düşmüştü.
Saçlarım havada salınıyor, parmaklarım direği kavrarken bedenim ritme teslim olmuştu.
Ama bu bir teslimiyet değil, bir çağrıydı.
Bedenimin her kıvrımı, o loş kırmızı ışık altında onun gözlerine “gel” diyordu.
Sadece beni izlesin diye yaratılmış gibiydim bu an için.
Birden kendimi serbest bıraktım.
Direkten kaydım, yere hafifçe dizlerimin üzerine indim.
Avuçlarım yavaşça zemine değdi.
Ardından dizlerimin üzerinde sürünür gibi bir hareketle ona döndüm.
Kollarım bedenimin iki yanında açıldı.
Boynum geriye atılmış, göğsüm yukarı doğru çekilmişti.
Nefesim, odaya fısıltılar gibi yayılıyordu. Müziğin her vuruşunda, kalbim bir kez daha çatlıyordu.
Sanki göğsümdeki ten, onun gözleriyle kavruluyordu.
Bir an ellerimi saçlarıma daldırdım. Parmaklarım aralarından süzüldü. Saçlarımı geriye savurup, dizlerimin üzerinde bir tur döndüm.
Kalçam havaya kalktı, sonra tekrar yere indi. Belim, onun gözlerinin hizasında kıvrıldı.
İçimde bir şeyler haykırdı.
“Ne yapıyorsun Rojda? Bu bir yabancı. Sadece seni izliyor. Konuşmuyor. Adını bile bilmiyorsun…”
Ama bedenim konuşuyordu. Onun gözleri, bana kendi ismimi söylemişti.
Dudaklarından çıkmasa da biliyordum.
“Benimsin,” diyordu.
“Şimdi değilse bile, sonunda…”
Hiçbir şey umrumda değildi. Kendimi teşhir etmiyordum.
Ben kendi özgürlüğümle dans ediyordum adeta. Bedenimi bir yay gibi geriye attım ve tehlikeli bir açıyla durdum direkte dans etmeye devam ederken. Piercingimin sallantılı taşları yerçekimine doğru uzandı.
Sırtımı kemer gibi büküp, başımı yana bıraktım.
Bir elimle kendi göğsüme uzandım. Diğer elimle iç uyluğuma…
Boğazından hırlamaya benzer bir ses çıktı.
İlk kez… Bir kelime bile değildi ama bir tepkiydi. Şarkı bittiğinde ayaklarım nazikçe yere indi.
Peki ya şimdi ne olacaktı?
Oturduğu yerden kalktığında midem kasıldı.
Sanki bir karar vermişti.
Ama yüzünde ne arzu, ne öfke, ne hayranlık vardı.
Sadece kusursuz bir dinginlik akıyordu.
İki adım attı.
Yaklaştı. İkimizin arasında artık hava bile sığmıyordu. Şu an sanki havada cinsel atom parçaları çarpışıyordu. Tenim alev alev yanıyordu.
Tek düşünebildiğim şu an bu yabancının dudaklarını dudaklarıma değdirmesiydi. Beni vahşi bir şekilde öpmesini istiyordum.
Elini kaldırdığında nefesimi tuttum. Önce çenemi tutup kafamı kaldırdı ve gözlerimin içine baktı.
Neden bir tepki bile veremediğimi merak ettim. Ardından maskeme uzandı.
Parmakları yavaşça maskemin kenarına değdi. Araladı ve maskeyi yüzümden çıkardı.
Yanaklarım serbest kaldı. Birkaç saniye gözlerimin içine baktı.
Ne diyeceğini öyle merak ediyordum ki… Kimdi bu adam? Beni nasıl bulmuştu? Ne yapmaya çalışıyordu? Sorular bir girdap gibi beynimde dönüp duruyordu.
Derken… yabancı sırtını döndü. Ağır adımlarla evin içinde ilerlerken yerimden bile kıpırdayamadım.
Ve evin kapısı kapandı.
Gitmişti.
“Siktir…” diye mırıldandım. “Bu neydi şimdi?”
*
Aradan tam üç gece geçmişti ve yabancı asla gelmemişti.
Üç lanet gece…
Beklediğimi itiraf etmek istemesem bile beklemiştim.
Kimdi? Ne yapmaya çalışmıştı? Neden maskeyi alıp tek söylemeden gitmişti? Ve neden bir daha beni görmek istememişti? Hiçbir şey bilmiyordum. Hatta artık üzerine o kadar düşünmüştüm ki gerçek gibi bile gelmiyordu.
Sonra kapı çaldı.
Birden.
Asla kapısının çalmadığı bir insan için bu aralar sık oluyordu. O adamın gelmiş olabileceği heyecanıyla kalktım yerimden ama sonra… Yüzümü normale çevirmeye kalktım ve kapıyı açtım.
Kapıda takım elbiseli, elinde iş çantası olan bir adam dikiliyordu.
“Rojda Hanım siz misiniz?”
Sesinde bu nasıl anlaşılır bilmiyorduma ma devlet kokusu vardı. Soğuk, resmi, ama içine işleyecek kadar gerçek.
“Evet…” dedim fısıltıyla.
Adam dosyasını açtı. Birkaç saniye sustu, gözlerini benden kaçırdı.
Sanki söyleyeceği cümle kendi boğazında düğümleniyordu.
“Babanız… Celal Şerhanoğlu ve kardeşiniz Delil Şerhanoğlu… Üç gece önce Mardin’in girişinde… Cesetleri bulundu.”