6. Bölüm

2265 Kelimeler
Bu evin niye dükkânı anımsattığını anlayamamış. Elin adamını eve nasıl aldın derdi annem olsa. Aman annem kendine baksın. Tarihi eser kaçakçılığı yapmak için de anneme danışacak değilim ya. Kaçakçılığın içinden geçen yol bir adamdan geçiyor ise o adam da Altay ise neden olmasın?  Neden?  Annem cevap veremez artık, hem kendisi toprak oldu hem parçalara ayrıldı hem de kendisi pek sağlam pabuç değildi, öğrenmiştim.   Altay, annemle babamın ömür çürüttüğü, daha kim bilir neleri çürüttüğü yatak odasında ne kadar dip köşe varsa el atmış, para hırsından gözü dönmüş bir halde mahremimizi talan etmişti. Bu onu benim gözümden düşürmedi. Neden düşürsün, paradan daha makul bir gerçek var mı ki şu hayatta? Daha bugün olmuş, ben daha makulünü görmedim.  Yorgun, her yanı toz içinde, kirpikleri bile, annemin yün Isparta halısının ortasında oturuyordu. Önünde bir yığın eşya, ben ise bir kolinin içine dalmış gitmiştim. Onu da halini de gördüğüm yoktu. Duygusalım diyen adamın karşısında onun materyalist çabasına tezat duygularımla boğuluyordum.   Acıktığını ve susadığını itiraf ettiği sesi ile irkildim. Koliden bulduğum fotoğraflar elimde, kaldırdım başımı.  Çocuk gibi. Ne yapayım acıktıysa? Koliyi tuvalet aynasının hemen önüne bıraktım. Annemin üniversite fotoğrafları var kolinde. Muhtemelen içlerinde de İrfan denen o herif de vardı.  Üstünü başını çırparak kalktı. Allah'tan o güzelim ceketi aşağıda bırakmıştı. Orası bile buradan daha az tozluydu şu an. Ne birikmişti bu kadar eşya şuncacık odaya bilmem ki? Benim bıraktığım koliye doğru eğildi ve bir top fotoğrafı yerinden çıkardı. “Annen şu mu?” dedi en üstteki kısa saçlı, baklava dilimli salaş kazaklı genç kızı göstererek. “Şu da İrfandır.” Hemen yanında, bu kadın benim der gibi kolunu atmış omzuna… “Hiç gördün mü bu adamı buralarda?” Fotoğrafı burnumun dibine tuttu. “Senin annen bu adamı çok sevdi ise baban da anneni çok sevdi ise bizim bu broş kesin İrfan’da.” diye kendince bir tespit yaptı. Aşkın temelini atan şey broş gibi değerli bir tarihi eserdi. Annemle İrfan'ın aşkının. Anlattıkları asabımı bozuyordu. Tozun astımının azdığını söyleyerek tozlu odadan çıkmak istediğini belirtti. Astım hastası adamı soktuğum yere bak diye düşünürken ekledi. “Astımım önce oluştu sonra ilerledi.” Azmak deyiminden hızlıca uzaklaşarak elindeki fotoğraf yığınını bırakıp tek fotoğrafı alıp salona döndü. Salon dediysem bizim ev eşya çokluğunda dar mekanları daha da dar hale getiren odalardan ibaretti. Salondaki üçlü koltuklardan birine o diğerine ben oturduğumuzda dizlerimiz birbirine değecek kadar yakındı. “Bak,” dedi, “Bu adam diğerlerinden daha gösterişli biri. Böyle adamların fakülte döneminden sevgilileri ve büyük aşkları olur.” Gösterdiği adam yerine ona baktım. Senin de mi büyük aşkın var dememek için zor tutarak kendimi. Ona baktığımı fark edip bakışlarını kaldırdı ve orada durdu. “Ne oldu?” diye sordu.  “Kızın vardı, değil mi senin?” Kızıyla ilgili bağlantıyı nasıl kurduğumu anlamaması işten bile değildi. Annem, İrfan derken bir şekilde onun kızına nasıl bağlanmıştık. Aşka ve yalancı hilekar heriflere çok olası bir muameyle bakmayı sürdürdükçe boştu Altay'ın çabası, kızı da o heriflerden birinin eline düşecek bir gün feci aşk acısı çekecekti.  Altay, kızı ve hayatı hakkında hiçbir şey bildiğim yoktu. Bildiklerimi sandıklarım vardı. Ben yüzde elli anlaşması yaparken annemin ve babamın geçmişi hakkında anılara gömüleceğimi anneme daha büyük bir öfke duyacağımı öngörmemiştim sanki. Ne acı ne keder ne zalim bir düzen ise bu...  Altay, broş için halamla konuşmamı istiyordu. Halamın bana neler yaptığından haberi yoktu. Neler yapmadığından da. Kadın beni en zor zamanımda miras davasına düşman ilan etmişti. Altay ise ısrarla şöyle söylüyordu: “Halan o senin. Babanın hatırası.”   Sinirlendim bir an. “Bırak bunları ya, böyle kandıramazsın beni.” Kalktım ayağa. Susamıştı ya hani aklıma susuzluğu geldi, mutfağa gidip temiz bir bardağa su doldurup içeri döndüm. Suyu uzattım, sorgular gibi aldı bardağı. Yerime oturdum yeniden. “Sabahtan beri evi talan ettin, yetmedi, hayatımı edeceksin anlaşılan. Halamla anlaşamıyorum ben, üzüyor beni umursamadan.” diye terslendim epey.  Umurunda bile değildi. “Evin zaten dağınıktı Öykü. Toplamana yardım ederim ama çok da tozlu. Sen yaşamıyorsun sürükleniyorsun. Depresyondan çıktığına emin misin?” Ciddiydi. Kolları sıvamış evimde tarihi eser bir broş aramış, bulamamış ve benim ruh halimin ne olduğunun peşine düşmüştü. Bir saniye dedim, Feridun bile bilmiyor ki depresyona girdiğimi, çıktığımı, girip girip çıktığımı. Feridun bile… Kimdi ki Feridun, bir de lafmış gibi kıyas yapıyordum.   “Uğraşıyorum,” derken sıktım dişlerimi geringlikle.  Alaycı halinden hiç ödün vermiyordu Altay. “Bu mekân sana hiç yardımcı olmuyordur. Evin karanlık. Perdeler kalın ve koyu. Isıtma sistemi dükkânda soba, burada buz gibi kaloriferler ve hiçbir yerde soba yanmıyor. Depresyona girmezsen zatürre olacaksın zaten. Sen bu işi tek başına becerememişsin sanki. Hani bu seninle yaşayan sevgilin var ya, o tam olarak ne işe yarıyor?” Mıncıklamaya…. Boş boş baktığımı görünce sıkıntılı şekilde içinde biriken nefesi bıraktı dışarı. “Gel hadi, açık havaya çıkalım biraz, sana yemek ısmarlayayım.”Yemekle de aram pek iyiymiş gibi. Vaadinin ne kadar işe yaramayacağını söylemem gerekiyordu. Ben de: “Yemek ısmarlasan da halamla broş işini konuşmayacağım.” diye kestirip attım.  Komik bir tutumla: “Konuşma ulan, tamam!” diye haykırdı.  Ulan mı? Hani kibardın. Hani beyefendi. Ama hoşuma gitti. Aramızdaki farkı kırdı. Ne farkı mı? İşte unvan farkı. Yaş farkı. Yaşam farkı. Kahır farkı. Huy farkı. Kur farkı. Farklılık arayan bulurdu buluyordum. O aramıyordu ve farkında değildi.   Kalktık. Kapı pencere kapatıp kilitleyip çıktık dükkan tarafından. O kadife ceketini giyerken ben kapüşonlu spor montumun kapüşonunu geçirdim başıma. Şapkayı uzanıp indirdi. “Nefes al, gizlenme çula çaputa.” dedi bana.  Yan yana sokak boyunca yürüdük. Arnavut kaldırımlı Kadife Sokak'a kadar. Bir sokak köpeğini sevdi uzun uzun. Ne demeye? Köpeklerin ilgimi çektiğini o güne dek bilmem. O köpek severken ben onu sevdim. Bu adam dedim evlenmeseydi hani, ben on üçümdeyken... Çüş, olmazdı öyle… Kafasına göre bir mekana girip kendimi bu ülkede değilmişim gibi hissettiren siparişi verdi: Sosisli ile bira. “Olur mu?” diye sordu bir de, hadi olsun bakalım. Geçmişe götürürdü beni sosisli yanında bira, olunca götürmedi. Gitmeyeyim diye geçmişe, montumu sandalyeme asarken sordum: “Otuzu geçtin mi?” diye sordum onu. Geçmiş elbette, tam tamına otuz dört yaşındaymış.  Otuz dörtten yirmi bir çıkarsa, parmaklarımı aldım önüme, gözlerimi havaya diktim, başladım saymaya. Sonuca varmadan hesabı yaptı Altay.  “On üç yaş var. Aramızda.” Ellerimi indirdim. Yakalanmak istemesem gözüne görüne görüne yapar mıydım bunu?  “Ne olur on üç yaş farktan sanki? İnsan insana denktir, Öykü.” demesin mi? Serseri bir tavır ama babacan, aklı başında da bir güven vericiliği vardı.  Yine de edepsizliği elden bırakmadım. Koyverdim gitti. “Nah denktir. Senin ceketin benim gardırobu satın alır. Gördüm markasını.” Ceketini yeni görüyormuş gibi baktı. “Gerçi,” dedim peşi sıra. “Ortağız artık, denkleriz.”  Sosisliler geldi. Ben bulaştırdım yanağıma, o tertemiz yedi, doydu. Birasını içerken bile köpükleri dudak üstünde kalmadı. Sinek kaydı tıraş olmasan görürdüm seni demek istedim. Biraz salaş olsan, ben kadar olmasa azcık kirli. Babam mısın mübarek, annem bile haz etmemiş Moskovalısına kaçmış neyin nizamı bu? Doyunca yeniden döndü on üç yaşa. Geçen senelerde benden genç bir sevgilisi olduğunu söyledi. Kanalda stajyer olan tabiri caizce çıtır çıtır bir kızla. Herif evliydi ve bana karısından değil sevgilisinden bahsediyordu. Nasıl olsa boşandığını itiraf etmişti mutsuz evlilik zırvaları atacaktı bana. Ne kadar inanırsam? Adi, ucuz, fahişeydi. Bunları kendi kendine söylüyordu. Benim de içimden geçiyorsa gizlememem için cesaret veriyordu adeta.  Karısını defalarca aldatmış hiç yakalanmamıştı. Aşk olsun ona. Muntazam iş götüren çapkın herif.   Annemi hatırlattı hali bana. Ciddiydi çünkü ve bunu normal görüyordu. Annen yakalandı mı yakalanmadı mı Allah bilir ben henüz mektupları bitirmediğim için bilmiyordum. Allah inancım da mektupları bitirmeye inancım gibiydi muğlak. Altay anneme benzetilmeyi kabul etmedi. “Annen aşıkmış ama. Ben sevgililerime âşık olmadım. Sigaraya da başlayamadım mesela. Denediğim beceremediğim şeyler bunlar. Ama sağlam içerim.” Başımı salladım, ne mühim konuydu şimdi bu. “Ee ,ne diye hesapladın aramızdaki yaş farkını madem?” demesin mi? Köşeye sıkıştıracak sözde beni beyim.  “He, sen sandın ki sana halleniyorum.” Utanmış bir hale girmez mi lafıma gülerken, hiç yemedim. “Boşanınca bakarız. Ben evli adamlarla takılmam.” diye vaat ettim. Belki depresyondan çıkarırmış beni. Önce kendi girdiği yerden çıkması gerekirdi oysa benimle bu kadar alakadar olacağına. Üç yaşında kızı olan evli barklı adam. Ben bunlar hakkında ahkam keserken o gülüp duruyordu hiç ciddiye almıyordu beni. On sekizinde kızlarla yatıyordu. Stajyer kız, benden de genç ise kaç yaşında olacaktı ancak on sekiz. Meğer yatmamış.   Gözlerimi belertip yüzümü karşımda oturan yüzüne doğru yaklaştırdım. Mimiksiz duruyordu. “Anladım, gözlerine bakmışsın.” Yaslandım arkama. “Ama aşk değildi. Neydi o zaman? Yatmadın ne yaptın?”   Şaşkoloz adam patlattı bombayı tam kucağımda sözleriyle: “Broş aramıştık. Öyle genç kızları tavlamak için yaparım bunu broş hikayesi uydururum. Sonra sevişirim. Yatmam ama. Yatmak başka. Birlikte uyumak lazım onun için. Karım genelde gece neredeydin diye hesap sorar. Riske atamam. İşim bitince de yani broşu bulamayın, işin ben evliyim bu ilişki yürümez kısmında terk ederim.” diye de açıkladı keyifli halde.  “Hangi ara öldürüyorsun?” diye sordum ben de.  “Her zaman öldürmem. Arıza çıkarırlarsa.” diye açıkladı o da.  “İyiymiş.” diyerek sürdürdüm şakalaşmayı. O da bana Feridun'u sordu. Nasıl biri olduğunu, tipini, benimle arasının nasıl olduğunu. Daha önceki seferde çok ilgili ve bana düşkün bir sevgili profili çizdiğimi hatırladım. Yalanlarım buradan Moskova'ya yol olmuştu. Tıpkı annem gibi.  Annem ne demeye benzetiyordum da kendimi. İlişkilerde hesap sormayan bir yapıya sahiptim, sözde. Essahtan bir ilişki yaşamış da sağlam bir tecrübe edinmiş gibi. Boyumdan büyük laflardı işte benimkisi. Sözlerime birlikte güldük.  Bu defa birlikte güldük. Ben gerçektim de işin tuhafı o bile gerçekti. Bir kez daha karşılıklı gülüştük. Uzaktan bizi izleyen, muhtemelen çok uzun süre de buna dayanamamış olan çocukluktan beri tanıdığım ama bir türlü sahici bir arkadaşlık ilişkisi kurmamış olduğum Beste: “Öykü!” diye çın çın sesi ile geliverdi yanımıza. “Uzaktan bakıyorum tanıyamadım bir an.” Daha geçen hafta sizin grupla buralarda takıldık diyesim geldi, tuttum. “ Bu saatlerde dükkanı kapatır mıydın sen?”  diye sordu yanımdaki adamı kesmekten kendini alamayarak.  “Kapattım. Değişiklik olsun diye. Oturmaz mısın?” oldukça kibar bir davette bulundum.  Otururmuş. İkimizin arasına bir sandalye çekerken Altay’a doğru bakarak: “Beste.” Dedi. “Mahalleden.”  diye tanıttı kendini. Mahalle dediği köhne sanki iki karış yer. Kadıköy'e mahalle diyordu samimi hissettirmek için. Beste'nin vardı böyle halleri anlamlı anlamsız. Ben de yaptığı gaf ile alay ettim kendimce. “Altay, Sarıyer’den.” diye tanıttım arkadaşımı Beste'ye.  Sarıyer ve Şile… Bu şimdi Sarıyer’den mi gelip duruyordur ikidir.   “Boğaz çocuğu,” deyip güldü Beste bir başına. “Ne var ne yok görüşmeyeli Öykücüm? Biraz iyi gördüm seni bugün, geçen sefer çok solgun bırakmıştım.” İllaki diyecekler bunu. Solgun. Güneş görmemiş. Bezgin. Mutsuz. He anam, he. Anamla babam öldü öleli böyleyim. Kolay mı oğlum? Ölsün sizinkiler de aynı anda, dan diye, hiç ummazken, paramparça olmuş halde bir kazada… Allah’ın cezaları, dimdik mi gezeceksiniz dünyayı? Hiç sarsılmadan…  “Gördüğün gibi bugün pekmezimi içtim, D vitamini serumumu aldım," diyerek azımsadım onu ve ilgisini. Hemen de anlarlar benim hoşlanmadığımı bir durumdan. Belli ederim çünkü gizlemem.  Anlamış gibi başını salladı, Altay’a şöyle bir bakarken Altay da tebessümle ne anladıysan bacım hadi ikile dercesine soğuk gülümsedi. Beste, toparlandı. Bize kibarca iyi eğlenceler diledi ve ayrıldı. Henüz eğlenmiyorduk. Henüz birlikte ne kadar eğlenebileceğimizden de haberdar değildik. Çok az kalmış olsa da bunu öğrenmeye…  Beste’nin gözden kaybolmasının peşinden Altay ne iş der gibi salladı başını.  “Arkadaş işte. Bende bunlardan çok.” diye açıkladım durumu. İşe yaramaz insanlar ordusu. Yoklukta biriktirmiştim hepsini. Yokluğa rağmen gitmiyordu hiçbiri. Altay, halime acımış olmalı. Ciddi ciddi sordu bana. “O kadar mı yokluk?” Güldüm. “Kız seni dürtmeye çalıştı, farkında mısın? Rengin solgun falan… İyi gördüm, bilmem ne. Sonra derdi ben kimim onu merak etmekmiş, anlaşıldı. Bu senin Feridun’u tanıyorsa gider yetiştirir ha, ben sana diyeyim, senin kız, geçkin bir herifleydi diye…” ne kadar da bizim fakültenin sıra arkadaşı gibiydi muhabbeti Altay'ın. Onu böyle kabullenip sevecektim zahir ben de.  “Geçkin görünmüyorsun abartma.” diye terslendim.  “Daha fena, geçkin görünsem ihtimal olmaz şimdi Feridun akşam eve gelip sen kimlerle takılıyorsun diye arıza çıkarmasın?” diye sordu. Aklı fikri Feridun'daydı sanki. Hiç anlamıyordum halden ben de adam düpedüz kıskanıyordu belki de beni. Ya da gelin güvey olmakta üstüme yoktu. Ben de gizlenmeyi  Feridun'un pek de ilgili bir sevgili olmadığını Beste'den hallice yoklukta değerlendirme dahiline aldığım insanlar olduğunu söyledim. Feridun'un beni verimli bir montofon ineği olarak kullandığından da bahsetmedim. Üretim sürdükçe Feridun vardı. Üretim bittikçe Feridun yoktu. Anlayışlar baktı bana uzun uzun. Onun bu uzun bakışlarında derin anlamlar gizliydi. Halimi nicedir anlayan olmadığından biraz bozuldu moralim. Biraz da keyfe geldim. Karıştı içimde ortalık ve biz birer bira daha isteyince  birer bira daha geldi masamıza. O esnada gün içinde defalarca çalan ve bakmadığı cep telefonu çaldı. O dönemlerde cep telefonları çalan insanlar mühim insanlardı. Benimkinde bir mesaj iki kontör olduğundan gün boyunca tık olmazdı. Feridun, mesaj paketi kullanıyordu ama o da sanırım benim için almamıştı paketi. Altay, telefon görüşmesini kafenin dışında yapıp yanıma geri döndükten sonra birasından büyük bir yudum aldı ve ekledi: “Akşama ne yapıyorsun?” diye sordu Altay.  “Yatarım herhalde. Erkenden. Dün zeminde uyudum da yorgunum hala.” diye açıkladım planımı. Zeminler ve ben. Beton çeker çocuğun olmaz, karnın ağrı diyenim yoktu. Altay dedi. Manyakmışım ben. Kış günü ciğerlerimi üşütecekmişim. Karnım ve doğurganlığım hakkında konuşmadı.  “Öyle işte, manyağım belki de. İçki de içmemem gerekiyor ilaç alıyorum diye içiyorum mesela. Her şeyi kuralına uydurmuyoruz ki. Bazen de öylesine işte, nasıl istersek. Sen ne yapıyorsun akşam?” diye tatlıya bağlamaya çalıştım. Tuhaf bir teklifte bulundu bana. Akşam için planı varmış ve o plana beni de dahil etmek istiyormuş. Eğer ben kumar oynamayı seviyorsam. Papaz kaçtı, batak, pis yedili... Neydi bu kumar? Bahismiş! Gördüğüm en gerçek kumarmış hem de. Tombala gibi bir şey miydi? Lüks kumarhanelerde hiç bilmediğim havalı makinelerle oynanan cinsten miydi? Oldukça merak ettim durumu? Belli ettim de bu merakı dünden hevesli davetine icabet ettim. 
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE