İskoçya(McGray kalesi)
Savaştan zaferle dönen İskoç askerleri, kalenin eteklerinde onları karşılayan halkın neşeli sesleri arasında, kaleye doğru giriş yaptılar. McGray kalesi büyük bir kayanın üzerinde, üç tarafı denizle çevrili muhteşem bir yapıydı. Burayı ele geçirmek gerçekten zordu. Kalenin önünde uzanan sık ağaçlar ve yüksekçe bir tepe, adeta siper görevi üstlenmiş, gelebilecek her tehlikeye karşı klanı koruyordu. Tepenin üzerinde bekleyen gözcüler ve keskin nişancılar, her an olacak saldırılara karşı hazırdı. Andreas babasının arkasında atını sürerken, dün yaşadıkları anlar aklının ucundan bir an bile çıkaramamıştı. Bir günden fazladır yoldalardı ve küçük bedeni at sürmekten yorulmuş, bitkin düşmüştü. Tek isteği yatağına yatıp, rahat bir uyku çekmek, tüm olanları unutmaktı.
Askerleri coşku içinde karşılayan halk, klan liderlerinin önünde diz çöküp selam verdiler. Lort halkına içten bir şekilde gülerken, kazandığı zaferin gururunu yaşıyordu. Atından inip, oğlunu iki eliyle belinden sararak yere indirdi. Adamın yüzündeki ifadeden Andreas ile gurur duyduğu belli oluyordu. Andreas babasının kendine ilk kez bu kadar yakın ve sıcak davrandığını fark edince, ister istemez mutlu oldu. Kendini kanıtlamak için bir insanın canını almak zorunda kalsa da babasının gözünde bir kahraman olmak küçük çocuğun belki de en çok istediği şeydi. Oğlunun elini güçlü parmakları arasına alıp, kolunu yukarıya doğru kaldırdı ve ona doğru bakan halkına dönerek “Andreas McGray!” diye bağırdı övünç dolu gür bir sesle. “Klanın gelecekteki yenilmez lideri! Çakal! Sen çok yaşa!” Halk liderlerinin coşkusuna aynı coşku ile karşılık verip hep birlikte “Çakal sen çok yaşa!” diye bağırdılar.
1614_İngiltere(Peterson Kalesi)
Genç kız elindeki oku sıkıca tutarken, gözlerini hedefine dikip, nefesini tuttu. Kendini gizlediği ağacın arkasından, biraz ileride bulunan küçük tavşanı izliyordu. Onu vurabilmek için doğru zamanı hesaplarken, en ufak bir ses bile çıkarmadı. Okun yayını iyice gerip, derin bir nefes aldı. Ve tek gözünü kapatıp, görüş açısını belirledi. Tavşan olduğu yerde durunca oku ileri doğru fırlattı. Tavşan gelen okla olduğu yere yığılırken, Olivia yüzünde hoş bir gülümseme ile karşı ağacın arkasında gizlenen amcasına bakıp “Tam isabet Sayın Lordum! “ dedi gayet neşeli bir sesle. "Akşam yemeğini yakalamış bulunuyoruz. Beni tebrik edebilirsin.”
Amcası gururlu bir yüz ifadesi ile ellerini çırparak, ağacın arkasından çıktı. Çok sevdiği yeğeni bir avını daha hiç ıskalamadan öldürmeyi başarmıştı. "Tebrik ediyorum Olivia." diye cevap verdi. “İnan onu ıskalayacağını hiç düşünmedim. İki seneye yakındır uzak Doğu'da olduğun için biraz paslanmış olacağın aklıma gelmedi değil. Ama beni utandırdın leydim.” Olivia yayını kolunun üzerinden sırtına geçirip, birkaç adımla amcasına yaklaştı.
Genç kız İngiltere'ye iki gün önce dönmüştü. Ve amcasının dediği gibi, eline ok almayalı epey bir süre olmuştu. Kendisi bile tavşanı vuramayacağını düşünse de vurduğu için gurur duydu. Çocukluğundan bu yana amcası onu bu konuda eğitmişti. Sadece bu değil, kılıç kullanmayı bile bir erkek gibi beceriyor, ata ustalıkla biniyordu.
Olivia şu an yirmi altı yaşındaydı. Hayatının iki yılını Hindistan da geçirse de, İngiliz bir Leydi olduğunu asla unutmadı. O ülkede yaşamasının çok geçerli bir sebebi vardı. Bir başka kültürü öğrenip, kendini yetiştirmesi, böylece gerçek kimliğini gizlemesi gerekiyordu. Ve bu konuda oldukça başarılı oldu. Öğrendiği her şeyi resmen hafızasına kazıdı. Zaten dış görünüş olarak, Hintli kızlara benziyordu. Uzun siyah saçları, parlak kara gözleri, kavisli burnu, hafif buğday teni... Yani gittiği yabancı ülkede hiç zorluk çekmedi. İki yıl boyunca kendini yetiştirmek için inanılmaz çaba sarf etti. Hint dilini öğrenirken biraz zorluk çekse de sonunda başarabildi. Yanında kaldığı Hintli aile, ona bu konuda yardımcı oldu. Yemekleri, gelenekleri ve dini inançları ile Hintliler İngilizlerden gerçekten çok farklıydı. Farklı dinlere mensup bir toplum olsalar da en çok Budizm yoğunluktaydı.
Olivia zamanının çoğunu Budist tapınakların da geçirip, bir türlü anlam veremediği bu inancı anlamaya çalıştı. Kendine çizdiği bir yol, yıllardır hedeflediği kutsal bir amacı vardı. İngiliz Leydi Olivia Peterson, Hintli kız Sumata olarak McGray kalesine sızarak, intikamını er ya da geç alacaktı. Gözünün önünden silinmeyen geçmişi, büyükbabası ve babasının acımasızca öldürülmesi, annesinin yaşadığı acılar... Olivia her gününü bunları hatırlayarak geçirdi. İçinde günden güne büyüyen nefret artık dayanılmaz hale geldi.
Karşısında duran amcasına içten ve samimi bir yüz ifadesi ile gülerek, reverans yaptı. Bu adama inanılmaz saygı duyuyor ve babası gibi seviyordu. Bugün hayatta olmasını şüphesiz ona borçluydu. Eğer o kara gün yanında olmasaydı, şerefsiz İskoçlar canını almak için bir saniye bile düşünmezdi. Nitekim babasını acımazsızca öldürürlerken gözlerini dahi kırpmamışlar, zavallı halkına işkence etmişlerdi.
Gün hesaplaşma günüydü. Genç kız yaşananların hesabını sormak için, yıllarca sabırla beklemiş, amcasının yardımı ile iyi bir savaşçı olmayı başarmıştı. McGray klanı hala İngiliz köylerini basıp, zaferler kazanırken, Olivia aklından silinmeyen ismin, Andreas McGray’in öleceği anı iple çekiyordu. Bu adama ulaşmasının tek yolu, yaşadığı kaleye sızmaktı. Bu fikre başta annesi Leydi Molly karşı çıksa da çaresiz kızına boyun eğmişti. Tabii bunda amcasının payı büyüktü. Bugün otuz beş yaşında olan adam, yeğenine sonsuz güveniyordu. Olivia İskoç kalesinde casusluk yaparken, onları olacak saldırılara karşı uyaracak, belki de birçok İngilizin hayatını kurtaracaktı. Genç kız bunun için İskoçların ana dilini bile öğrenmişti. Yani hayatını bu uğurda harcamış, ne evlenmeyi ne de âşık olmayı istemişti. Gerçek bir vatansever olarak, kanlarını içen Azrail’e dersini verecekti.
Andreas McGray'in kötü ünü İngiltere de yeterince yaygındı. Çakal lakaplı adam, birçok İngilizin korkulu rüyasıydı. Olivia düşmanının her hareketini takip ederken, nasıl savaştığını, taktiklerini az çok biliyordu. Kalesine getirilen Hintli bir kölenin, canını almaya geldiğini nereden bilecekti ki? Üzerindeki bol pantolonu beline doğru çekip, gömleğinin kollarını dirseğine doğru çekti. Ardından yanında bulunan yüksekçe bir taşın üzerine oturdu. Amcası da hemen yanındaki boşluğa çömeldi. “Olivia gerçekten hazır mısın?” dedi Gustov meraklı bir sesle. “Senin için ister istemez endişeleniyorum. Tek başına Çakal'ın kalesinde olman çok tehlikeli. Acaba hata mı yapıyoruz? O adamdan intikam almak için başka yollar da var."
Olivia amcasının endişeli yüzüne doğru bakıp “O kadar uzun süredir hazırım ki.” diye cevap verdi gayet kendinden emin ve ciddi bir sesle. “Kendimi bildim bileli bu anı bekliyorum. İnan McGray’den hiç korkmuyorum. Tek başına orada olmam bile umurumda değil. Göreceksin başaracağım.”
“Andreas McGray babasından bile daha acımasız Olivia. Eğer senin kalesine gizlice giren bir İngiliz olduğunu, hatta onu öldürmek istediğini öğrenirse, başına gelecekleri düşünmek dahi istemiyorum.”
“Asla öğrenemez. Bunu bilen sadece birkaç kişi olacak. Ayrıca bir kadından bu kadar büyük bir cesaret bekleyeceğini sanmıyorum. Aptal İskoçların o kadar keskin zekâları yok. Onlar ancak savaşta kılıçları ile adam öldürmeyi becerirler. Düşünmek onlara göre değil.” “ "Düşmanını bu kadar hafife alma Olivia. Andreas zekâsı ile tanınan bir savaşçı. Geçen ay İngiliz kralının askerlerini pusuya düşürmeyi başardı. Ve daha bugüne kadar, bir kez bile yenilmedi.”
“Bu tamamıyla şans Lordum. Ben kalesine girdikten sonra, tüm planlarını öğrenip, bir daha böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğim. Onların dilini bildiğimi fark etmeyecekleri için yanımda rahatlıkla konuşabilirler. Hem kim zavallı ve çaresiz, hatta sünepe bir Hintli kızdan şüphe eder ki?” Amcası dikkatli bakışlarını genç kızın yüzünde gezdirip “Senin güzelliğini fark ederlerse...” dedi. Çünkü bu durum endişelenmesine sebepti. “Fark etmeyecekler amca.” diye seslenip, sözünü kesti Olivia. “Hintli bir kız nasıl giyiniyorsa, orada öyle giyineceğim. O halimle nasıl çirkin olduğumu bir görsen.”
“Olivia yine de yüzünü gizlemen çok zor.”
“Endişelenmeyi keser misiniz Lordum!” dedi genç kız alaycı bir sesle. “Tanrım tıpkı annem gibi konuşmaya başladın. O da hep aynı şeyleri söyleyip duruyor. İkinizde beni kararımdan vazgeçirme çabasındasınız ama boşuna.”
“O senin annen. Doğal olarak biricik kızı için endişeli. Bu zamana kadar zaten yeterince üzüldü. Onu anlaman gerek.”
“Biliyorum ama Onun da beni anlaması gerek. İçimdeki nefretin, çektiğim acının son bulması için, gerekirse birçok şeyi feda etmeye hazırım.”
İkisi de oturduğu yerden kalkıp, atlarına doğru yürümeye başladılar. Onları bekleyen bir düzine asker ile kaleye gitmek için, yola koyuldular. Olivia yarın sabah için hazırlık yapacaktı çünkü beklediği büyük gün sonunda gelmişti.
McGray Kalesi-İskoçya
Cellat elinde tuttuğu uzun saplı baltayı, önünde elleri ve ayakları bağlanmış adamın boyun hizasına getirdi. Onu nefesini tutmuş izleyen halk, klan liderinden gelecek emri duymak için fazlasıyla sabırsızdı. Kalenin önündeki meydan hınca hınç doluydu. Ortaya konulmuş tahta platformun üzerinde vatan hainliği ile suçlanan bir adamın idam cezasını izliyorlardı. Kadınlar, çocuklar ve erkekler... Tüm gözler dikkatini o yöne vermiş, küfürler yağdırıyorlar, özgür İskoçya naraları atıyorlar, Çakal'ın ağzından çıkacak kelimeyi bekliyorlardı. Andreas McGray kara gözlerini platformun üzerindeki adama dikmiş, keskin bakışları ile onu izliyordu.
Bugüne kadar kendisine ihanet eden hiç kimseyi aman dilese bile affetmemişti. Şimdi yalvarıp, delicesine af dileyen bu adamı da affetmeye niyeti yoktu. Genç adam sessizliğini koruyarak, bu işkenceyi daha çok uzattı. Vatan haininin ölüm korkusunu iliklerine kadar hissetmesini, her anı acı içinde geçirerek pişmanlıkla kıvranmasını bekledi. Çünkü onun için ölüm bir kurtuluştu. Oysa şu an yaşadığı korku ise tam manası ile bir cezaydı. Andreas oturduğu yerden kalkıp, platforma doğru yürümeye başladı. Onu izleyenler dış görünüşünden bile ürküp, titrerken aslında çok yakışıklı olan liderlerinin öfkelenince nasıl bir canavara dönüştüğünü çok iyi biliyorlardı. Genç adamın omuzlarına dökülen dalgalı siyah saçları rüzgârda savrulurken, siyah çizmelerinin çıkardığı ses kulakları tırmaladı. Halk meydana doğru ağır adımlarla yürüyen Çakal'ın önünden hızla çekilmeye başladı. Andreas tahta merdivenleri gıcırdatarak çıkıp, celladın yanına ulaştı. İdamını bekleyen adam, yaşla dolmuş gözlerini ona doğru dikerek “ Affet beni…” dedi yalvararak. “Bir hata yaptım yüce Lordum. Çok pişmanım. Size ihanet etmek aklımın ucundan dahi geçmedi. Tanrı sizi korusun! Tanrı İskoçya'yı korusun!” Çakal keskin bakışlarını adamın yüzünde gezdirip, dişlerini öfke ile sıkarak “Şerefsiz yaşadın! Bari şerefinle öl!” diye bağırdı gayet gür bir sesle. “Bir hayvan gibi aciz can çekişiyor, köpek gibi yalvarıyorsun! İngiliz köpeği! Damarlarında İskoç kanı taşırken, vatanına ihanet etmenin cezası ölümdür! Bilmiyor muydun?”
Andreas celladın elinde duran baltayı, hızla alıp, bir saniye bile beklemeden olanca gücüyle adamın boynuna indirdi. Ve bunu yaparken yüzünde en ufak acıma belirtisi yoktu. Ona ihanetinin bedelini, kendi elleri ile ödetmişti. Gövdeden ayrılan baş, platformdan fırlayıp, halkın arasına doğru yerde yuvarlanarak düştü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, olanları soğukkanlı bir şekilde izliyorlardı. Andreas baltayı önünde duran ağaç kütüğe saplayıp, ağır adımlarla oradan uzaklaştı. Onu rahatsız eden tek şey, gömleğine sıçrayan kandı. Platformdan inip, kaleye doğru giderken üzerindeki gömleği çıkarıp, yere doğru fırlattı. İçeri girince onu karşılayan askerleri, saygı ile önünde eğilip, selam verdiler. Genç adam iri gövdesi ve uzun boyu ile bir dev gibi önlerinden geçerken, hepsinin korkudan titrediği belli oluyordu.
Andreas odasına girdiğinde onun için hazırlanmış su dolu metal küvete girmek için, kiltini çıkardı. Küvete uzanınca yanında duran genç hizmetçi kız, Lordunu yıkamak için ona doğru eğildi. Yumuşak elleri ile genç adamın boynunu ve omuzlarını keselerken, Andreas gerilenkaslarının gevşediğini hissedip, başını arkaya doğru yasladı. Genç kızın dokunuşları ile yüzünde hoş bir gülümseme yayılırken, erkeksi dürtüleri harekete geçti ve kızın elini bileğinden tutup, kendine doğru çekti. Aynı anda dudakları, kızın boynuna kapandı. Leydi Aila abisinin odasının kapısına yaklaşınca, içeriden gelen sesleri duyup, kapıyı çalmaktan son anda vazgeçti. Anlaşılan Andreas, özel hizmetçisi ile gönlünü ve bedenini eğlendirmekle meşguldü. Onunla yapacağı konuşmayı biraz daha ertelemeye karar verip, salona doğru ilerledi.
Leydi Aila on dokuz yaşına yeni girmiş, gayet güzel bir kızdı. Kızıla çalan saç rengini annesinden almıştı. Günlerini abisinin her savaştan sağ salim dönmesini bekleyerek geçiriyor, ister istemez yalnızlığına isyan ediyordu. Anne ve babasını kaybedeli çok uzun süre olmuştu. Şimdi tek yakını abisi Andreas'tı. Hayattaki en büyük korkusu onu da kaybetmekti. Abisi bugüne kadar ciddi bir şekilde yaralanmasa da ömrü savaşmakla geçen bir adam için doğal olarak endişeleniyordu. Genç kız salona inince masada hazır olan öğlen yemeğini fark etti. İçeride abisinin en güvenilir iki komutanı, yemek için liderlerini bekliyorlardı. Aila adamlarla göz göze gelmekten kaçınıp, masadaki yerini aldı.
Yaklaşık bir yirmi dakika sonra Andreas yemek için salona girdi. Genç adam üzerine ince beyaz bir gömlek ve kiltini giymişti. Adamları onu selamlayıp, masaya oturmasını bekledikten sonra, yerlerine geçip oturdular. Aila saygı gereği abisi ona söz hakkı vermeden asla konuşmazdı. Sessizce yemeğini yerken, üç adamın sohbetlerini dinlemeye başladı. Andreas son zaferlerini değerlendirirken, gözleri kız kardeşine kaydı. “Aila neyin var?” dedi meraklı bir sesle. “Bu aralar çok sessiz ve dalgınsın küçük kardeşim.”
“Ben mi?” diye cevap verdi genç kız usulca. “ Bir şeyim yok abi. Sadece…”
“Sadece ne?”
“Canım çok sıkılıyor. Bütün gün kalede yapayalnızım. Yapacak hiçbir şey bulamıyorum. Üstelik kalenin bahçesinden köye inmem bile yasak.” "Bunu daha önce konuşmuştuk Aila!”
“Evet biliyorum.”
“Peki, ne yapmamı istiyorsun. Sana arkadaş mı bulayım?”
“Aslında benim bir şeyler öğrenebileceğim görgülü bir hanımefendiye ihtiyacım var.”
“Sen zaten her şeyi biliyorsun.”
“Bilmiyorum abi! Bir davete gitsem nasıl davranacağım meçhul. Sevgili kız kardeşin bu görgüsüzlükle evde kalacak haberin olsun. Şimdiden uyarayım, yaşlı bir kadın olunca asla çekilmem.” Andreas hoş bir kahkaha atıp “Zaten evlenmeni istemiyorum.” dedi alaycı bir sesle. “Senin beni bırakıp gitmene dayanamam. Ölene kadar yanımda kalmana razıyım.”
“Aman Tanrım!” diye cevap verdi genç kız gülümseyerek. “Ben sen miyim? Asla evlenmek istemeyen sensin unuttun mu? Tabii ki evleneceğim. Senin yanında yaşlanıp ölmek istemiyorum.”