2. BÖLÜM: FREKANS
Ozan, 2004 model Opel Corsa’sının kontağını çevirdiğinde motor her zamanki o yorgun hırıltısıyla sarsıldı. Eskiden olsa, “Bu araba yine sanayiye düşecek, Muzaffer Usta yine ‘Oğlum bunu sat kurtul’ diyecek” diye paniklerdi.
Ama şimdi… Şimdi motorun sesini duymuyordu. Motoru görüyordu. Kaputu açmasına gerek yoktu. Sesi dinledi. Tık-tık-tık… tıs. Üçüncü silindirin enjektör memesi %12 oranında tıkalıydı. Hava akış metresi kirliydi. Ve sol ön tekerleğin rot ayarı 2 derece sapmıştı. “Sorun yok,” dedi Ozan, direksiyonu tek eliyle, cerrah hassasiyetiyle kavrayarak. “Seni nasıl süreceğimi biliyorum.”
Gaz pedalına, enjektörün tıkanıklığını tolere edecek milimetrik bir baskı uyguladı. Araba, fabrikadan çıktığı günkü kadar pürüzsüz bir ivmeyle Termessos yolundan aşağı süzülmeye başladı.
Antalya’ya inen virajları dönerken eli radyoya gitti. Rastgele bir haber kanalı açtı. Ozan sessizliği severdi ama beyni… Beyni artık bir canavardı ve beslenmek istiyordu. Veri istiyordu.
Spikerin heyecanlı sesi hoparlörden patladı: “...Merkez Bankası’nın faiz kararı sonrası piyasalar hareketli! Dolar kuru aniden fırladı, uzmanlar bu dalgalanmanın sebebini Amerika’daki enflasyon verisine bağlıyor. Ancak enerji koridorundaki tıkanıklık…”
Ozan’ın zihni, spikerin kelimelerini havada yakalayıp parçaladı. “Yalan,” dedi Ozan, dikiz aynasına bakarak. Gözünün önünde akan veriler, bir borsa ekranından daha hızlıydı. “Amerika enflasyonu değil. Sorun, Çin’in çip tedarik zincirinde bu sabah yaptığı gizli kısıtlama. Bu kısıtlama, Tayvan boğazındaki gemi trafiğini %4 yavaşlattı. Bu da petrol tankerlerinin rotasını değiştirdi.”
Radyodaki "Uzman" konuşmaya devam ediyordu: “Önümüzdeki üç ay zor geçecek…” Ozan güldü. “Üç ay değil. On yedi gün,” diye düzeltti radyoyu. “On yedi gün sonra Brezilya’daki kahve hasadı raporları sızacak, emtia piyasası çökecek. Dolar o gün düşecek.”
Bu, geleceği görmek değildi. Bu, satranç tahtasındaki bütün taşların yerini aynı anda görüp, on hamle sonrasını hesaplamaktı. Ve dünya, Ozan için artık çok basit, çok yavaş ve çok sıkıcı bir satranç tahtasıydı.
Şehrin göbeğindeki, boyası dökülmüş o eski apartmanın önüne geldiğinde hava kararmak üzereydi.
Arabayı park etti. Cebindeki ağırlığı, o Kara Cevher’i yokladı. Taş oradaydı. Sıcak, titreşen ve Ozan’ın zihnine sürekli fısıldayan o kara delik. Apartman girişindeki rutubet kokusu genzini yakmadı bile. Merdivenleri ikişer ikişer çıktı. 3. Kat. 8 Numara. Kapının arkasından televizyon sesi geliyordu. Survivor. Türkiye’nin milli uyuşturucusu.
Anahtarı çevirdi ve içeri girdi.
Ev, bekâr evi kokuyordu. Ama öyle romantik filmlerdeki gibi “dağınık ama sevimli” değil; bildiğin umutsuzluk, bayatlamış sigara dumanı ve günlerdir yıkanmamış bulaşık kokuyordu.
Salondaki L koltukta, bir amip gibi yayılmış olan Caner yatıyordu. Caner. Ozan’ın üniversiteden beri yediği içtiği ayrı gitmeyen, "Kardeşim" dediği adam. İktisat mezunuydu ama üç yıldır işsizdi. KPSS kitapları sehpanın üzerinde çay bardağı altlığı olmuştu. Gözleri ferini yitirmiş, saçları yağlanmış, göbeği hafifçe salınmıştı. Caner, Türk gençliğinin vücut bulmuş haliydi: Diplomalı, borçlu ve tükenmiş.
“Hoş geldin abi,” dedi Caner, gözünü ekrandan ayırmadan. Sesi, suyun altından geliyormuş gibi boğuktu. “Neredeydin ya? Tüp bitti galiba, çay koyamadım.”
Ozan kapıyı kapattı. Ayakkabılarını çıkardı. Normalde olsa, “Yine mi yatıyorsun Caner, kalk bari evi havalandır” diye söylenirdi. Ama şimdi… Şimdi Caner’e bakınca sadece tembel bir arkadaş görmüyordu.
Bir biyolojik makine görüyordu. Caner’in göz bebeklerindeki küçülme (dopamin eksikliği). Omuzlarındaki çöküklük (kronik stres ve kortizol birikimi). Masada duran antidepresan kutusu ve yanındaki boş enerji içeceği (kimyasal dengesizlik).
Ozan salona doğru bir adım attı. Cebindeki taş, Ozan’ın hareket etmesiyle birlikte salona girdi. Ve o an, görünmez bir dalga yayıldı.
Bu dalga, Wi-Fi sinyali gibiydi ama dijital değil, atom altı parçacıklarının kuantum titreşimi. Taşın yaydığı o “Yüksek Frekans”, odadaki ağır havayı yardı, sigara dumanını deldi ve koltukta yatan Caner’e ulaştı.
Önce televizyondaki ses değişti sanki. Sonra Caner.
Caner, ekranda birbirine bağıran yarışmacılara boş boş bakıyordu. Ozan koltuğun diğer ucuna, Caner’e yaklaşık iki metre mesafeye oturdu.
Bir saniye geçti. İki saniye.
Caner aniden doğruldu. Sanki ensesine buzlu su dökülmüş gibi irkildi. Gözlerini kırpıştırdı. O feri sönmüş, baygın bakan göz bebekleri bir anda büyüdü, simsiyah oldu ve odaklandı. Ekrana baktı.
“Saçmalık,” dedi Caner. Sesi değişmişti. O boğuk, mıy mıy ton gitmiş; yerine berrak, tok bir ses gelmişti.
Ozan, hiçbir şey söylemeden arkadaşını izliyordu.
Caner kumandayı aldı, televizyonun sesini kıstı. Sonra başını çevirip Ozan’a baktı. “Ozan?” “Efendim kardeşim?” “Az önce izlediğim şu yarışmacı var ya… Mavi takımdaki.” “Evet?” “Adam yalan söylüyor,” dedi Caner, kaşlarını çatarak. “Sadece rol yapmıyor, strateji kuruyor. Ama stratejisi yanlış. Eğer erzak oyununda bilerek kaybederse, karşı takımın en güçlüsünü elemek zorunda kalacaklarını sanıyor. Ama istatistiksel olarak hata yapıyor. Bu sezonki oylama algoritmasına göre halk mağduru değil, performansı seviyor. Elenecek. %98 ihtimalle elenecek.”
Ozan gülümsedi. Caner, hayatında istatistik kelimesini en son üniversite birinci sınıfta kullanmıştı. “Öyle mi diyorsun?” dedi Ozan sakin bir sesle.
Caner ayağa kalktı. O hantal, yataktan çıkmaya üşenen adam gitmişti. Enerji doluydu. Odada volta atmaya başladı. “Sadece o da değil abi! Bak, sehpadaki şu KPSS kitabına bakıyorum da…” Caner kitabı eline aldı. Rastgele bir sayfa açtı. Tarih sorusu. “Bu sorunun cevabı C şıkkı. Ama soru kökü hatalı. Lozan’daki boğazlar maddesi 1936 Montrö ile değişti, buradaki öncül eksik bilgi veriyor. Bu yayınevi editörü ne içmiş?”
Caner kitabı fırlattı. Gözleri parlıyordu. “Ozan bana ne oluyor lan? Kafam… Kafamın içi arı kovanı gibi. Sanki biri beynimin tozunu almış gibi.” Sanki biri beynimin tozunu almış gibi. Ozan, sen gelirken camı falan mı açtın? İçeri oksijen mi girdi n’oldu?”
Sonra Ozan’a döndü. Ozan’ın gözlerinin içine baktı. Ve durdu. Ama Ozan’da bir gariplik aramıyordu, kendi kafasının içindeki berraklığa şaşırmıştı.
Caner zeki bir çocuktu ama dahi değildi. Lakin şu an, Ozan’ın (ve cebindeki taşın) etki alanındaydı; kapasitesinin zirvesini yaşiyordu.
Ozan arkasına yaslandı. Gözleri Caner’in üzerindeydi. Caner anlamamıştı. Caner, bu zeka patlamasının sebebini havadaki oksijene, belki içtiği suya, belki de anlık bir “ilham perisine” bağlıyordu. Ozan’ın cebindeki o küçük kara delikten haberi yoktu.
“Bilmem,” dedi Ozan, yalan söylemeden. “Belki de sadece uyanmışsındır Caner. Belki de potansiyelin budur.”
Caner güldü. Histerik, enerji dolu bir kahkaha attı. “Oğlum ne potansiyeli, süperim lan şu an! Bak, aklıma ne geldi… Şu senin yarım kalan makale vardı ya? Hani şu tıkanıp kaldığın yer. Dün okumuştum. Büyük İskender’in ölümü sonrası devletin yıkılışı. Getir bilgisayarı. Getir, yemin ediyorum beş dakikada çözerim.”
Ozan durdu. Bilgisayarı getirmek mi? Caner’in bu haliyle o makaleyi bitirmesi gerçekten de beş dakika sürerdi. Ama bu tehlikeliydi. Yine de… Merakı ağır bastı.
“Tamam,” dedi Ozan, cebindeki eliyle taşı biraz daha derine iterek. “Getiriyorum. Bakalım ne yapabiliyorsun.”
Caner mutfağa koşup kendine bir bardak su alırken, Ozan koltukta tek başına kaldı. Cebindeki taş titriyordu.
“Hadi bakalım Caner,” diye fısıldadı Ozan. “Göster marifetini.”