10.BÖLÜM:NEZARETHANE

1039 Kelimeler
Kapı kapandı. KLİK. Kilit sesi. Ozan, gri odada tek başına kaldı. Floresan lamba vızıldamaya devam etti. Ozan mantıken kazanmıştı. Dedikoduları çürütmüştü. Ama Cevdet, hisleriyle Ozan’ı mat etmişti. Bu gece, süper zeka demir parmaklıkların arkasında uyuyacaktı. Ve orada, taş bile vicdanın sesini bastıramayacaktı. “Kemerini çıkar. Bağcıklarını sök. Ceplerini boşalt.” Nöbetçi memurun sesi mekanikti. Ozan, bankonun önünde duruyordu. Paris’ten aldığı o ipek kravatı çözdü. İtalyan kösele ayakkabısının bağcıklarını, titreyen parmaklarıyla söktü. Sıra en kıymetli parçaya gelmişti. Elini ceketinin iç cebine attı. Gümüş kaplama, ağır, antika görünümlü köstekli saat. Onun yaşam destek ünitesi. Ozan duraksadı. Saati avucunun içinde o kadar sıkı tutuyordu ki, metali etine gömmek ister gibiydi. “Bunu…” dedi Ozan, sesi hafifçe kısılarak. “Bunu vermesem? Uğurumdur. Manevi değeri var. Zaten kurmalı saat, pili falan yok.” Memur başını kaldırmadan elini uzattı. “Yasak hemşerim. İçeride kendine zarar verebileceğin metal, cam, kesici, delici her şey yasak. Ver.” Ozan yutkundu. Saati memurun avucuna bıraktığı an, fiziksel bir kopuş yaşamadı belki ama ruhsal bir "soğuma" hissetti. Çıt. Memur saati şeffaf bir delil poşetine attı. Fermuarı çekti ve arkadaki dolaba kilitledi. Ozan o dolaba bakarken, zihnindeki o kristal berraklığın kenarlarından hafifçe buğulanmaya başladığını hissetti. Hemen aptallaşmamıştı. Hâlâ zekiydi. Hâlâ her şeyi görüyordu. Ama kaynak kesilmişti. Depodaki yakıtla gidiyordu artık. Ve bu depo, sabaha kadar ancak idare ederdi. Eğer savcı ifadesi öğleden sonraya kalırsa... Eğer o içeride 24 saatten fazla kalırsa... Sonu, o betonun üzerindeki Caner gibi olacaktı. “Yürü,” dedi memur, Ozan’ın kolundan tutarak. Demir kapı, paslı bir iniltiyle açıldı. İçerisi soğuktu. Ozan içeri itildi. Kapı üzerine kapandı.. Bu ses, sadece bir kilidin kapanma sesi değildi. Ozan’ın süresinin başladığını haber veren bir gong sesiydi. Nezarethane. Yerdeki fayanslar kırıktı. Duvarlar rutubet kusuyordu. Havada genzi yakan o tanıdık, o iğrenç koku vardı: Çamaşır suyu ile bastırılmaya çalışılmış sidik, ter ve korku kokusu. Burası plazalara benzemezdi. Burası, Türkiye’nin en dip noktasıydı. Ozan, o pahalı takım elbisesiyle, köşedeki beton sekinin üzerine çöktü. Dizlerini karnına çekti. Üşüyordu. Taşın yaydığı o sıcaklık, o güven hissi gitmişti. Şimdi kendi vücut ısısıyla, kendi çıplak zihniyle baş başaydı. Zaman geçtikçe içerideki sessizlik büyüdü. Ve o sessizliğin içinden vicdanın sesi yükselmeye başladı. Gözlerini kapattı. Karanlıkta bir silüet belirdi. Hücrenin köşesinde, o pis tuvaletin hemen yanında bir gölge kımıldadı. Caner. Ama o neşeli, o hayat dolu Caner değil. Ozan’ın Paris’e giderken arkasında bıraktığı "Dahi Caner" de değil. Betonun üzerindeki Caner. Kafası yana düşmüş. Gözleri açık ama boş bakan. Elinde o poşet… İçinde üç ekmek olan poşet. Caner, o ölü gözleriyle Ozan’a bakıyordu. Dudakları kımıldamıyordu ama sesi Ozan’ın kafasının içinde yankılanıyordu. “Abi… Pil bitiyor. Hissediyor musun?” Ozan sırtını duvara yasladı. Nefes alamıyordu. “Git,” dedi Ozan, fısıldayarak. “Gerçek değilsin sen. Stres yapıyorum sadece. Halüsinasyon görüyorum.” Caner’in hayali gülümsedi. Acı, buruk bir gülüş. “Gerçek benim Ozan. Asıl yalan sensin. Bak, ekmeklerimi yiyemedim. Bayatladı. Sen beni o karanlıkta bıraktın. Şimdi sıra sende. O ışık senin kafanda da sönüyor. Hissediyorsun değil mi? O berraklık gidiyor. Sis geliyor Ozan. Sis geliyor.” Ozan elleriyle şakaklarını ovuşturdu. Haklıydı. Zihnindeki o keskinlik yavaş yavaş köreliyordu. Az önce duyduğu o "evrenin matematiği" yerini "nezarethanenin rutubetine" bırakıyordu. Ozan o an, hayatının en acı gerçeğiyle, en çiğ haliyle yüzleşti. Kendisi bir kurtarıcı, bir hoca, bir mentor değildi. Ozan bir torbacıydı. Sattığı mal uyuşturucu değildi, zekaydı. "İdrak"tı. En yakın arkadaşını o "kafaya" alıştırmış, onu bağımlı yapmıştı. Çocuğa dünyanın en güzel manzarasını izletmiş, sonra aniden ışıkları kapatıp zifiri karanlığa mahkum etmişti. Caner intihar etmemişti. Caner, "yoksunluk krizinden" ölmüştü. “Müptezel ettim çocuğu…” dedi Ozan, betona damlayan gözyaşlarına bakarak. Sesi titriyordu. “Kendi elimle zehirledim. Malı kestim, çocuk krizden gitti. Benim yüzümden. Katil benim.” Hücrenin demir parmaklıklarına tutundu. Elleri titriyordu. Depodaki yakıt azalıyordu. Dışarıdaki nöbetçi memura bağırmak istedi: “Savcıyı çağırın! Hemen ifade vermek istiyorum! Beni burada bekletmeyin!” Ama sesi çıkmadı. Biliyordu ki, eğer sabaha kadar buradan çıkamazsa, eğer o taşa tekrar dokunamazsa; savcının karşısına çıktığında savunma yapacak bir "Dahi Ozan" olmayacaktı. Karşılarında; arkadaşını öldürmüş, kafası karışık, ne dediğini bilmeyen, korkmuş ve tükenmiş bir adam bulacaklardı. Ve o zaman, hapishane kaçınılmaz olacaktı. Demir kapının üzerindeki küçük pencereden sızan cılız ışığa baktı. “Dayan,” dedi kendi kendine. “Dayanmak zorundasın. O saati geri alana kadar, o pili takana kadar dayan. Yoksa sonun Caner gibi olacak.” Ozan o gece, o pis hücrede, pahalı kıyafetlerinin içinde titreyerek sabahladı. Her geçen saat, zihnindeki o muazzam kütüphanenin raflarından birer birer kitaplar eksiliyordu. Sabahın ilk ışıkları nezarethanenin küçük penceresinden içeri sızdığında, Ozan tükenmek üzereydi. Zihni, şarjı %1 kalmış bir telefon gibiydi. Ekran kararıyor, uygulamalar kapanıyordu. Kelimeler kaçıyor, mantık bağları kopuyordu. Birazdan Savcı’nın karşısına çıkacaktı ve eğer o odaya bu "aptal" haliyle girerse, tutuklanması kesindi. Demir kapı açıldı. “Çıkıyoruz,” dedi gece nöbetçisi. “Adliyeye sevk.” Ozan ayağa kalktı. Bacakları titriyordu. Koridora çıktılar. Emanet dolabının önünde durdular. Memur, şeffaf delil poşetini tezgaha koydu. İçinde Ozan’ın cüzdanı, telefonu ve o gümüş köstekli saat vardı. Ozan poşete, çöldeki bir adamın suya baktığı gibi baktı. “Memur Bey,” dedi Ozan. Sesi çatallı, yorgun ve samimiydi. Memur durdu. “Ne var?” Ozan, gözlerini memurun gözlerine dikti. Burada zekasını değil, Türk insanının o yumuşak karnını, "Anadolu Merhameti"ni kullandı. “O saat…” dedi Ozan, yutkunarak. “Rahmetli annemden yadigardır. Kapağının içinde resmi var. Savcının karşısına çıkmadan önce… Sadece bir saniye bakabilir miyim? Güç versin diye. Annemin yüzünü görüp gireyim içeri. Başka bir şey istemem.” Memur duraksadı. Kurallar kesindi. Delil poşeti açılmazdı. Ama karşısında, arkadaşını kaybetmiş, perişan halde, annesini özleyen bir adam vardı. Hangi Türk polisi buna “Hayır” diyebilirdi? “Tamam lan,” dedi memur, etrafı kontrol ederek. “Çabuk ol. Savcı beklemez.” Poşetin fermuarını açtı. Saati Ozan’a uzattı. Ozan’ın titreyen parmakları soğuk metale değdi. Kapağı çıt diye açtı. İçinde annesinin resmi yoktu. Sadece dönen çarklar ve o Kara Cevher vardı. Ama Ozan bakmadı. Dokundu. Baş parmağını taşın üzerine bastırdı. Bir saniye. (Beyindeki sis dağıldı.) İki saniye. (Nöronlar ateşlendi.) Üç saniye. (Kan akışı hızlandı. Adrenalin dengelendi.) Dört saniye. (Kütüphanenin ışıkları tekrar yandı.) Beş saniye. (Ozan geri döndü.) “Sağ ol memur bey,” dedi Ozan, kapağı kapatıp saati geri verirken. “Annem duacınız olsun.” Memur saati poşete geri koydu. Ama fark etmediği bir şey vardı: Ozan’ın duruşu değişmişti. Omuzları dikleşmiş, gözlerindeki o bulanıklık gitmiş, yerine lazer gibi keskin bir bakış gelmişti. Ozan artık av değildi.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE