ÇOK SERT +21

1859 Kelimeler
DİCLE Hizmetlilerin odalarının bulunduğu katta bana tahsis edilen oda, adeta bir hücreyi andırıyordu. Daracık, kasvetli bir yerdi. İçinde sadece eski, gıcırdayan bir yatak ve küçük, köhne bir dolap vardı. Yatağın üzerindeki ince, soluk renkli örtü, odanın soğuk havasına hiçbir sıcaklık katmıyordu. Dolabın kapısı hafif çarpık duruyordu, sanki yılların yorgunluğunu taşıyordu. Tuvalet ve banyo ise odaların sıralandığı uzun, loş koridorda, herkesin ortak kullandığı bir alandaydı. Kendi evimdeki geniş, ferah odamın yanında bu oda, oradaki banyomun bile ancak yarısı kadardı. Ama bu darlık, bu yoksunluk umurumda bile değildi. Zihnim, Demir ağanın odaya gelip söyledikleriyle doluydu. Onun tehditkâr sözleri, kulaklarımda yankılanıyor, içimi buz gibi bir korkuyla dolduruyordu. Gözlerim kapıya kilitlenmiş, kulağım en ufak bir ayak sesine duyarlıydı. Her an kapının açılacağından, onun içeri gireceğinden korkuyordum. Gelmesin diye, gözyaşlarımı silerek içimden dualar ediyordum. Hayatımda kendimi hiç bu kadar yalnız, bu kadar kimsesiz hissetmemiştim. Sanki dünya beni unutmuş, terk etmişti. Tam o sırada, telefonumun sesi odanın sessizliğini yırttı. Ekrana baktığımda arayanın Altemur olduğunu gördüm. Ağladığımı anlamasın diye derin bir nefes aldım, ses tonumu kontrol etmeye çalışarak, “Efendim,” dedim. Altemur “Abla, nasılsın? Orada sana nasıl davranıyorlar? Bir sorun var mı?” dedi Soruları art arda, birbiriyle yarışır gibi dökülüyordu ağzından. Ses tonunda endişesini saklamaya çalıştığını hissedebiliyordum. Birinin beni düşünüyor olması, birinin benim için endişelenmesi… Bu basit ama güçlü gerçek, neredeyse yeniden ağlamama neden olacaktı. Gözyaşlarımı bastırmak için dudaklarımı ısırdım, kendimi toparlayarak, “İyiyim ben,” dedim. “Sıkıntı yok. Kimse kötü falan davranmıyor.” “Emin misin?” diye üsteledi. Sesi, şüpheyle doluydu. “Eminim, Altemur. Bir şey olsa neden senden saklayayım?” dedim. Yalan söylüyordum. Ama bu yalan, onu korumak içindi. Kısa bir an sustu. Telefonun diğer ucunda, onun derin bir nefes aldığını duydum. Sanki söyleyeceklerini tartıyordu. “Eğer o Demir denen herif seni üzerse, hemen beni ara,” dedi. Ona ne anlatabilirdim ki? Demir ağanın bu akşam odaya geleceğini, onunla yatmamı istediğini, benimse bunu tüm ruhumla reddettiğimi nasıl söyleyebilirdim? Gözlerimden süzülen yaşları parmak uçlarımla sildim. Ağladığımı anlamasın diye sesimi alçaltarak, “Tamam,” dedim. “Sağ ol.” Telefonu kapattım. Onlar için bu hayatı kabul etmek zorunda kalmıştım. Yapmak, boyun eğmek zorundaydım. Ama kalbim, ruhum Vural’ın aşkıyla doluyken bedenime nasıl dokundururdum. Aklıma konağa girdiğimizde gördüğüm o kadın geldi. Karısı olmalıydı. Bana nasıl baktığını görmüştüm. Ben tepeden tırnağa Vuralla doluyken, onun bir karısı zaten varken… Düşüncelerim, birden açılan kapının gıcırtısıyla paramparça oldu. Demir ağa, heybetli gövdesiyle kapının eşiğinde duruyordu. Geniş omuzları, odanın zaten dar olan alanını daha da boğucu kılıyordu. Gözlerinde daha önce de gördüğüm o karanlık, nefret dolu ifade vardı. Bana, bir düşmana, bir ava bakar gibi bakıyordu. Sanki her an canımı alabilecek, beni yok edebilecek bir avcıydı. Yataktan kalktım, korkudan kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. Ellerimi önümde birleştirdim, başımı eğdim. Tırnaklarımı avuç içlerime batırdım, kendi canımı acıtarak sanki ruhumdaki korkuyu, çaresizliği bastırabileceğimi umuyordum. Acı, bir an için dikkatimi dağıtsa da, korkum azalmıyordu. Onun hareketlerinden soyunduğunu anladığımda, titremem daha da arttı. Gömleğini çıkardığını, pantolonunun kemerini çözdüğünü duyuyordum. “Ne duruyorsun!” dedi, “Soyun hadi!” Başımı kaldırıp ilk defa ona baktım. Gözyaşlarım görüşümü bulanıklaştırıyordu, ellerimle gözlerimi sildim. Görüntü netleştiğinde, onun kara, merhametsiz gözleriyle karşılaştım. Bana dokunmaması için yalvarmayı düşündüm, ama o gözlerde ne bir şefkat, ne bir insanlık izi vardı. Karşımda, gömleğini çıkarmış, pantolonuyla duruyordu. Bedeni, onun gücünü ve tehdidini daha da belirgin kılıyordu. Ağlamama aldırmadan, “Duymadın mı beni?” dedi. Sesi, bir emirdi. “Sana soyun diyorum.” Kaçmak istedim. Gitmek, bu odadan, bu konaktan, bu hayattan kurtulmak istedim. Hatta ölmek… Acıyla sızlayan, korkuyla çarpan kalbim dursun, bu kâbus bitsin istedim. Ama durmuyordu. Hayatımda hiç bu kadar aşağılanmış, hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Gözyaşlarım çaresizlikle akarken, hafızamda Vural’ın yüzü canlandı. Onun gülüşü, beni saran kolları… Sonra o kaza, onu benden alan o lanet olası an. Ardından gözümün önüne Asil’in, Altemur’un, Yiğit’in yüzleri geldi. Onlar için buradaydım. Onların canı, onların geleceği için bu iğrenç kaderi kabul etmiştim. Bir kere daha ailemden birini kaybetmeyi göze alamazdım. Yeğenlerim babasız kalamazdı. Rozerin, Yonca, Sarya… Onlar benim gibi dul, kalmamalılardı. Bu bir görevdi, sadece bir görev. Ölüm acısı kadar zor değildi ya. Kendimi buna inandırmaya çalışıyordum, ama içimdeki isyan, ruhumdaki yara susmuyordu. Demir ağa, “Anlaşılan kendi rızanla çıkartamayacaksın,” deyip elbisemin düğmelerine uzandığında, içimdeki korku ve öfke bir anda patladı. “Dokunma! Kendim yaparım!” dedim. O iğrenç, gülümsemesiyle geri çekildi. Yüzünde, acı çekmemden, korkmamdan, aşağılanmamdan zevk alan bir ifade vardı. Gözlerindeki parıltı, onun bu iğrenç oyundan ne kadar keyif aldığını açıkça gösteriyordu. Gözyaşlarımı silmek için ellerimi yüzüme götürdüm, parmaklarım titriyordu. Soğuk ve nemli odanın havası, tenime değdikçe tüylerimi diken diken ediyordu. Ama onun bu iğrenç zevkine daha fazla izin vermemeye kararlıydım. Gözlerinin içine bakarak, her bir düğmeyi açarken içimden küfürler savurdum. “Orospu çocuğu, piç, şerefsiz, sapık…” Her kelime, içimdeki öfkeyi daha da körüklüyordu, sanki bu sessiz isyan, ruhumdaki yaraları bir an için dindirebilirmiş gibi. Elbisemi yavaşça üzerimden sıyırdım. Ardından atletimi çıkardım. Gözleri, ilk defa çıplak bir kadın görüyormuş gibi üzerimde geziniyordu, her hareketimi izliyordu. Az önce alaycı olan bakışları, şimdi donmuş, aç bir ifadeye dönüşmüştü. Karşısında sadece sutyen ve külotla duruyordum, savunmasız ve çıplak hissediyordum. Gözüm istemeden pantolonunun önündeki kabarıklığa kaydı. Sertleşmişti. Midem bulandı, tiksindim. İçimden, Vural’dan, onunla olan anılarımızdan, sevgimizden af diledim. “Bunu kardeşlerim için yapmak zorundayım. Bağışla beni,” diye fısıldadım kendi kendime, ağlamamak için dişlerimi sıkarak. Sonra, hissiz, robot gibi bir sesle Demir ağaya döndüm. “Ne duruyorsun?” dedim. “İstediğin gibi soyundum.” Sözlerim onu bir an için şaşırttı, irkilir gibi oldu. “Külotunun üstünden yapamam,” dedi, “Hepsini çıkart.” Gözlerimi odanın küçük penceresine çevirdim. Dışarıda, karanlık bir gökyüzü uzanıyordu, sanki benim iç dünyamın bir yansıması gibi. Sutyenimin kopçalarını açarken, bedenimi kontrol etmeye çalışsam da gerginlikten ellerim titriyordu. Parmaklarım soğuktu, kopçalar zor açılıyordu. “Korkuyor musun?” dedi, alaycı bir tonda. “Bu ilk gecemiz ya hani.” Sesi, iğrenç bir zafer havası taşıyordu. Sutyenimi çekip yere attım, kumaşın yere düşerken çıkardığı hafif ses, odanın sessizliğinde yankılandı. Çıplaklığım, odanın soğuk havasında tüylerimi diken diken etti. Onun iğrenç bakışları altında kendimi savunmasız, çıplak bir av gibi hissediyordum. Külotumu da çıkardım, nefesim kesik kesikti. Bu adamdan, bu töreden, bu iğrenç kaderden nefret ediyordum. Yüzüne bakmadan yatağa doğru adım atacakken, kolumu sertçe tuttu. “Dur!” dedi. Onun tiksinmeme neden olan bakışlarını görmemek için gözlerimi kapattım, dediğini yaptım. Gözlerim kapalıyken, çevremdeki seslere karşı daha duyarlı hale gelmiştim. Ayak seslerini duyuyordum, odanın ahşap zemininde yavaşça dolanıyordu. Onun pis bakışlarının tenime değdiğini düşündükçe, içimde dağlar yıkılıyordu, ruhum paramparça oluyordu. Birden, meme başımda hissettiğim parmağıyla irkildim, istemsizce bir adım geri çekildim. “Kıpırdama!” dedi, sesi soğuk ve tehditkârdı. Kıpırdayamadım, donup kalmıştım. “Sanki daha önce hiç el değmemiş gibi,” dedi, sesinde iğrenç bir hayranlık vardı. Ardından nefesini tenimde hissettim. Sonra dilini. Meme başımın etrafında yavaşça daireler çiziyordu. Yumruklarımı sıktım, tırnaklarım avuç içlerime battı, canım yanıyordu. Kendi kendime telkinlerde bulunuyordum. “Sakın ağlama, Dicle. Bu orospu çocuğunu sevindirme,” dedim içimden, dişlerimi sıkarak. Ama içimdeki savaş büyüyordu, korku, utanç ve öfke birbirine karışıyordu. Demir ağa, sağ mememin başını bir vakum gibi ağzına çekip emerken, diğer mememi baskı uygulayarak okşamaya başladı. Okşuyor, sıkıyor, hamur gibi yoğuruyordu. Parmakları sertti, her dokunuşu tenimde bir iz bırakıyormuş gibi hissediyordum. Ve o dokundukça, lanet olası bedenim gevşemeye, tepki vermeye başlamıştı. Bu nasıl olabilirdi? Nefret ettiğim, iğrendiğim bir adamın dokunuşu, bedenimi nasıl bu hale getirebilirdi? Kendimi anlamaya çalışırken, birden beni yatağa itti. Sırtüstü düştüm, yatağın eski yayları gıcırdadı. Gözlerimi hâlâ açmamıştım, açmak istemiyordum. Onun varlığını görmezsem, bu kâbusun gerçek olmadığını hayal edebilirdim belki. Diz kapaklarımın üstünde ellerini hissettim, sert ve kararlı bir şekilde bacaklarımı yukarı doğru itip iki yana ayırdı. İçimde başka bir duygu yükseldi: utanç. Kendimden ve tanımadığım bu adamdan utanıyordum. Vural’a olan sadakatimden, onun anısına ihanet ettiğimden utanıyordum. Suçluluk, korku, öfke… Bütün duygularım içimde birbiriyle savaşırken vajinamda ılık nefesini hissettim. Oraya üflüyordu, yavaş ve kasıtlı. Bu, kendimi daha kötü hissetmeme neden oldu. Çünkü iğrenme duygum, yerini başka bir şeye bırakıyordu: şehvet. Senelerdir bir erkeğin dokunuşuna aç olan bedenim, irademe ihanet ederek teslim oluyordu. Kendime onun bir sapık, zorba olduğunu hatırlatmaya çalışırken, dudaklarını vajinamda hissettim. Dili, kadınlığımın etrafında daireler çiziyor, emiyordu, her hareketi kasıtlı ve kontrollüydü. Birden ellerini uzatıp memelerimi avuçladı, nasırlı elleriyle sertçe sıkarken dilindeki baskıyı artırdı. Vücudum, kontrolüm dışında titremeye başladı. Sonra birden durdu. Yatağın gıcırtısını duydum, hareket ediyordu. Ne yaptığını bilmiyordum, ama uyluklarımdan tutup bacaklarımı kaldırdı. Kalçamın altına bir şey koyarak beni yükseltti, yastıktı. Tekrar dizlerimi tuttu, bacaklarımı ayırdı. Memelerimi okşarken, dilini vajinamın deliğine soktu. Arka arkaya gidip geliyordu, ritmik ve ısrarcı. İçimden ılık bir şeyler akıyordu, bedenim ona cevap veriyordu. Nefesim hızlandı, kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. İstemediğim bir haz dalgası beni ele geçiriyordu. Direnmeye çalıştım. Başaramıyordum. Kaslarım gerildi, tüm vücudum titremeye başladı. Bir an için ne her şeyi unuttum, korkuyu, utancı, öfkeyi. Bedenim sarsılarak orgazm oldu. Bu, aynı anda hem bir rahatlama hem de derin bir yıkım hissiydi. Sanki bedenim özgürleşmiş, ama ruhum zincirlenmişti. Haz, kısa bir an için tüm acıyı bastırmıştı, ama hemen ardından suçluluk ve utanç geri geldi, daha güçlü, daha yakıcı. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, içimde bir boşluk hissettim, sanki kendimden bir parça kaybolmuştu. Demir ağa, hareketlerini durdurdu. Yatağın gıcırtısını duydum, pozisyon değiştirdiğini hissettim. Gözlerimi hâlâ açmamıştım, açmak istemiyordum. Ama sonra, vajinamda sert, sıcak bir baskı hissettim. Aletini yavaşça içime sokuyordu. Kalınlığı, vajinamı doldururken soluğumu kesti, bir yanma hissiyle birlikte içimde bir doluluk vardı. O kadar kalındı ki nefes alamıyordum, içimde bir yerleri yırtıyordu sanki. Ellerim yatağın örtüsünü sıkıca kavradı. “Gözlerini aç,” dedi, sesi emredici ve tehditkârdı. “Nasıl girdiğimi izlemeni istiyorum.” Gözlerimi açmamak için direndim, ama sesindeki o iğrenç otorite, çaresizliğimi hatırlattı. Zorla gözlerimi açtım. Karşımda, şeytani bir tebessümle bana bakıyordu. O gülümseme, zafer ve tatminle doluydu. Bacaklarımı beline doladı, elleriyle kalçalarımı sıkıca tutarak birleştiğimiz noktaya baktı. Gidip gelmeye başladığında nasıl girip çıktığını izliyordu. “Bu kadar dar olacağını beklemiyordum,” dedi, Darbelerini sertleştirdi, her hareketinde yatak gıcırdıyor, odanın sessizliğini bozuyordu. Her köklediğinde, bedenim ileri doğru kayıyor, yatağın başlığı duvara çarpıyordu. Yaşadığım şey gerçek dışı gibi gelmeye başladı. Bu, ben miydim gerçekten? Onun ritmik hareketleriyle sarsılan bu beden bana mı aitti? Demir ağa, üzerime eğildi, memelerimi avuçladı, parmakları sertçe sıkarken hızlandı. Penisini köküne kadar en sert en hızlı şekilde sokup çekiyordu. Nefesi kesik kesik, hırıltılıydı. Bedenim, onun hareketlerine istemeden karşılık veriyordu, ama ruhum isyan içindeydi. Sonra birden durdu. Hırıltılı bir sesle, soluk soluğa, ağır ağır gidip gelerek içime boşaldı. Sıcaklığı içimde yayılırken, gözlerimden yaşlar süzüldü. Bu, sadece fiziksel bir birleşme değildi; ruhumun, onurumun, Vural’a olan sevgimin bir kez daha kırıldığı andı. Yatağın gıcırtısı durdu, ama içimdeki fırtına susmuyordu. Etimle, kemiğimle kendimden nefret ediyordum. İşi bitince içimden çıktı. Yüzüme bakmıyordu artık. Üzerini giyindi. Odadan çıktı. O gidince yerimde doğruldum. Ne yaşamıştım ben? Neydi bu? Kendi kendimi sorgularken bacağımın arasından akan ılık sıvıyı hissettim. Demir ağanın menileri, vajinamdan akıyordu. İşte bu, suratıma inen sert bir yumruktu. Delirmiş gibi üzerimi giyindim. Dolaba yerleştirdiğim havlumu alıp odamdan çıktım. Banyoya koştum. Boştu. İçeriye girip kapıyı kilitledim. Suyu açtım. Şampuan yoktu. O kadar kötüydüm ki normalde asla oturamayacağım, herkesin kullandığı taburenin üzerine oturdum. Kirlenmiştim. Öyle hissediyordum. Bir an önce arınmalıydım. Sadece bunu düşünüyordum. Bir kalıp sabunu aldım. Dokunduğu her yeri sabunla yıkamaya başladım. Sabunu sürttükçe gözyaşlarım hızlandı. Ardından ağlama krizi geldi. Sesim duyulmasın diye ağzımı kapattım. Neye öfkeliydim? Kime öfkeliydim ben? Kimden nefret ediyordum? Neyden iğreniyordum? Aslında cevap basitti. Ruhuma ihanet eden bedenimden…. Kısacası KENDİMDEN
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE