Asya’nın içinde bir sıkıntı vardı ama adını koyamıyordu. Bir şeyler kökünden değişmişti fakat ne olduğunu da bulamıyordu.
Her şey yolundaymış gibi davranıyordu Emre. Hülya eskisinden garipti ama hâlâ eski samimiyetle konuşmaya devam ediyordu.
Sabahları “dersimiz erken” diye artık otobüs durağında beklemiyorlar, yemeklere de sohbetlere de on dakikayı geçmiyordu.
Birçok kez sormuştu:
“Emre, bir sorun mu var? Artık bir bardak çay dahi içemiyoruz! Bu benim canımı çok sıkıyor.”
Ama aldığı cevap hep aynıydı:
“Sevgilim, biliyorsun son yıl. Dersler çok fazla, arkadaşlarla dışarı çıkıyoruz. Misafirimiz gelecek, şimdi konuşamam. Ben seni müsait olunca ararım.”
İki aydır bu bahaneleri mesaj olarak defalarca almıştı.
Onu ayakta tutan, en çok mutlu eden şey olan yemeklerle kendini avutmaya çalışıyordu. Son zamanlarda biraz daha kilo almıştı ama buna dikkat edecek enerjiyi kendinde bulamıyordu.
Sabah ilk dersine girmişti. Hocanın çıkmasıyla amfide bir hareketlenme başladı. Bütün organizasyonları yapan Doğukan, yıl sonu için bir parti düzenleyelim diyordu.
Hiçbirimiz çıkmadan hepimizden söz aldı.
Kafam o kadar doluydu ki “tamam” deyip geçmiştim.
Emre’ler çıkışta beni kantinde bekleyeceklerini söylemişlerdi. Oturdukları yere yaklaştığımda neredeyse ağız ağıza sohbet ediyorlardı. Hülya’nın eline dokunuyor gibiydi. Normalde bunu dert etmezdim ama gözlerindeki bakış beni rahatsız etmişti.
İçime bir kurt düştü.
Sonra hemen aklımdaki garip düşünceleri sildim:
“İyice saçmaladın Asya. Hayır, ne olmasını bekliyorsun yani?” deyip yanlarına doğru yürüdüm.
Emre beni görünce hemen ayağa kalkıp,
“Sevgilim, biz de seni bekliyorduk.” deyip yanağımdan öptü.
Emre beni öperken gözlerim Hülya’nın yüzündeydi. Bir anlık, yüzünde değişik bir ifade yakaladım ama hâlâ kuruntu yapıyorum diye kendime sinirlendim. Hiçbir şey belli etmeden yanlarına geçip oturdum.
Gayet normal, sıradan bir sohbet etmeye devam ediyorduk. Emre elimi tutup dudaklarına götürüp öptü ama benim gözüm hep Hülya’daydı. Sanki her hareketimde Hülya birazcık sıkılıyor, hareketleri değişiyor, bulunduğu ortamda mutlu gibi durmuyordu.
İçimden “Allah’ım, inşallah bunlar benim kuruntumdur.” diye bildim.
Sohbet devam ederken aklımdan tek geçen:
“Kızım saçmalama, aklına daha iyi bir şey gelmiyor mu? Sen iyice paranoyak oldun.”
Biraz sohbet ettikten sonra kalkıp evlere geçtik.
Önümüzdeki iki hafta okul telaşı, son dersler, bütünlemeler derken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım.
Son sınavları da verip hep birlikte bir nefes aldığımız anda Doğukan’ın sesi bütün amfiyi susturdu:
“Evet arkadaşlar, haftaya cumartesi partimizi vereceğimiz yer belli oldu. Konseptimiz kırmızı! Herkes kırmızı giyecek. Başka renk kıyafet kabul etmiyoruz. Herkes cumartesi akşam yedide hazır olsun.” deyip amfiden çıktı.
“Olamaz,” diye iç geçirdim. “Hiç kırmızı kıyafetim yok.”
Diğer kızları dinliyordum.
Asıl yanan benim, diye düşündü Asya.
Hem kırmızı elbise, hem de bir hafta kalmıştı.
Bulsa bile cebinde o kadar parası yoktu.
Ne yapıp ne edip bu partiye gitmekten vazgeçmesi gerekiyordu.
Kantine gittiğinde Hülya ve Emre yine baş başa oturuyorlardı.
“Selam gençlik, partiyi duydunuz mu?” diye yanlarına yanaştım.
Hülya hemen heyecanla:
“Duymaz olur muyuz! Harika bir kırmızı elbisem var, ben de bunu giymeyi düşünüyordum. Harika olacak!” dedi.
Emre de Hülya kadar heyecanlıydı:
“Sevgilim, harika bir gece olacak. Uzun zamandır dışarıda zaman geçirememiştik, bize de değişiklik olacak.”
Bu konuşmadan sonra o partiye kesinlikle gidileceğini anlamıştım.
Eve gider gitmez hemen annemin yanına gittim. Hal hatır sorduktan sonra:
“Anne, senden bir şey istemem gerekiyor.” diyerek yanaklarından öptüm.
“Bu kadar sırnaşıyorsan kesin para isteyeceksin.” deyip yanaklarımı sıktı.
“Anne, zor durumda olduğunuzu biliyorum ama okulun partisi var ve kırmızı elbise zorunlu. Kendime elbise almam gerekiyor. Söz, borçlarımı ödeyeceğim.” dedim.
Annemin aklına bir şey gelmiş gibi oldu:
“Kızım, benim bir elbisem var. Onu dener misin? Sana çok yakışacağını düşünüyorum.”
Annem yaşlı bir kadın değildi ama benden en az üç beden küçüktü.
“Annecim, senin elbisen bana nasıl olsun? Sen beni görmüyorsun galiba.” dedim.
“Neyin varmış senin? Aynaya bir bak. Gözlerin zeytin gibi, saçların ipek gibi. Yüzünün güzelliğini söylemeye bile gerek yok. Sen kendinin farkında değilsin.” diyerek yüzümü okşadı.
Pes edip, “Tamam anne, deneriz.” dedim.
Yatak odasına geçtiğimizde resmen 80’lerden kalmış bir elbise çıkardı. Konuşmamak için kendimi zor tuttum.
Annem hâlâ elbiseyi övüyordu:
“Bu sana çok yakışacak. Saçlarını da açık bırakırsın. Hafif bir makyaj yapınca senden güzeli olmaz.”
Elbise belimden geçmiyordu bile. Olmayacağını bile bile elime aldım, kafamdan geçirdim ama kollarımda kaldı, daha aşağı inmiyordu.
Sinirle üzerimden çıkardım:
“Anne, sana olmayacağını söylüyorum. Hâlâ bunu bana denetmekte ısrar ediyorsun. Çok para istemiyorum senden, idareten bir şey alacağım.” dedim.
“Tamam kızım, sakin ol. Yakışır diye düşünmüştüm… Azıcık kilo almışsın.” dedi.
Sonra elime birikmiş paralarının hepsini koyup:
“İdareten alma, kendine yakışanı—içine sineni al, güzel kızım.” deyip çıktı.
Ertesi gün okul çıkışı elbise aramaya başlayacaktım.
Umarım şansım yaver giderdi de hemen bulurdum.
Sabah Emre ve Hülya’ya akşam için elbise bakacağımı söyledim. Bana eşlik edebileceklerini söylediler.
Onların gelmesini hiç istemiyordum ama “gelmeyin” de diyemedim.
Akşam çıkışta buluştuk, elbise aramaya başladık ama girdiğimiz tüm mağazalarda,
“Senin bedeninde elbise yok maalesef.”
sözlerini duymaktan deli olacaktım.
“Büyük beden elbise bulunur” yazan mağazaya girdiğimde bayağı heyecanlanmıştım.
Artık yakışması değil, kırmızı olan ve bana olan bir elbise olması yeterliydi.
Ama büyük beden mağazada da en büyük beden 44’tü.
Birkaç tane denedim, o kadar sıkıyordu ki içinde nefes almam imkânsızdı. Uygun olan birkaç elbise de “anne modeli”ydi.
Kabinde uğraşırken dışarıdan gelen sesleri duydum.
Sanırım Hülya da elbise denemişti ve çalışan “harika olduğundan” bahsediyordu.
İçim tekrar kırıldı.
Ben üzerime uygun hiçbir şey bulamazken, o sanki dalga geçer gibi yeni elbise bakıyordu—üstelik giyecek elbisesi zaten vardı.
Dışarı çıktığımda üzerindeki kırmızı elbise gerçekten çok güzel görünüyordu.
Emre de hayran gözlerle Hülya’ya bakıyordu.
“Çok yakışmış, alacak mısın?” dedim.
“Aslında benim giyecek elbisem hazır ama bunu da çok beğendim. Dolabımda beklemesinin sakıncası yok.” dedi.
“Sen ne yaptın bu arada? Aradığın gibi bir şey bulabildin mi?” diye sordu.
“Yok, henüz bulamadım. Ben biraz daha bakacağım. Siz yorulduysanız eve geçebilirsiniz.” dedim.
Derslerinin bittiğini bildiğim halde Emre hiç itiraz etmeden,
“Evet, biraz derslere bakarız. Sen de rahatça dolaşırsın.” deyince
alışveriş merkezinin ön kapısında vedalaşıp ayrıldık.
O kadar sinirlenmiştim ki…
Hülya gitmek istese Emre’nin kalması lazımdı.
Son zamanlarda sinirlendiğimde midem bulanıyordu; yine harekete geçti.
Biraz ayakta bekleyip derin nefesler aldım.
Aslında burada istediğim hiçbir şeyi bulamayacağımı biliyordum ama dışarı çıkıp dolaşacak takatim de yoktu.
Moralim o kadar bozulmuştu ki partiye gitmemeye karar verdim.
Kendime gelip yürümeye başlayacakken arkamdan bir ses geldi:
“Asya!”
Döndüğümde en son beklediğim kişi—sınıfın ağır abisi Tolga—yanıma koşuyordu.
Yanına geldiğinde heyecanla konuştu:
“Asya, iyi misin? Üst kattaydım, seni iki büklüm gördüm. Merak edip yanına geldim. Bağırdım ama kusura bakma.”
Gülümseyerek yüzüne baktım:
“Son üç yılda konuştuğundan daha fazla konuştun, Tolga. Hiç alışık değilim bu hallerine, garip geldi. Kusura bakma.” dedim gülerek.
“Konuşmaya değer kimse olmayınca böyle oluyor.” dedi.
“Bana değer verip konuştuğun için teşekkür ederim. Midemde sorun vardı ama şimdi iyiyim. Görüşürüz.” deyip arkamı döndüm.
“Asya, vaktin varsa gel kahve içelim.” deyince şaşkınlıkla döndüm.
“Konuşmaktan vazgeçip level yükseltiyoruz yani? Çok isterdim Tolga ama o lanet parti için kendime elbise bulmam lazım. Ve bana olacak bir elbise yok biliyor musun?” dedim.
Gözlerim dolmuştu, hemen kafamı eğip uzaklaşmaya çalıştım.
Söylediklerimden utanmıştım.
Ama Tolga vazgeçmedi:
“Asya dur bir dakika. Aklıma bir şey geldi. Yarım saat içinde çözeriz işini.” dedi.
“Tolga, benimle kafa bulma. Sabahtan beri dolaşıyorum burada. Yarım saatte hallolmaz o iş. En iyisi partiye gitmemek.” dedim umutsuzca.
“Gel benimle.” deyip yürümeye başladı. Mecbur kalmış gibi arkasından gittim.
Alışveriş merkezinin en üst katına çıktık. Nereye gittiğimizi bilmiyordum.
Tam soru soracakken güler yüzlü bir kadın bizi karşıladı:
“Merhaba Tolga Bey, hoş geldiniz. Çalışma odasını mı kullanacaksınız?” dedi.
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım.
Tolga’nın bu AVM’de çalışma odası mı vardı?
Tolga:
“Çok teşekkür ederim Şeyma, ama senden bir şey isteyeceğim. Bana üç gün içinde harika bir elbise dikecek bir tasarımcı bulman lazım. Aklında biri varsa çalışma odasına gönderir misin?” dedi.
Şeyma önce anlamaz gibi baktı, sonra,
“Tabii Tolga Bey. Siz çalışma odasına geçin, ben hemen ilgileniyorum.” deyip gitti.
Tolga’nın yanına yaklaşıp,
“Ben hiçbir şey anlamadım.” dedim.
Tolga, her zamanki soğuk tavrıyla:
“Bu alışveriş merkezini biz işletiyoruz. Aynı zamanda tekstil işiyle de ilgileniyoruz. ‘Yarım saat içinde çözeriz’ demiştim.” dedi.
Sonra eliyle odayı gösterdi:
“Şimdi tasarımcı gelene kadar benimle bir kahve iç.”
Aklımdan tek geçen, tasarımcının parasını nasıl ödeyeceğim? oldu.
Odaya geçtik.
“Buyur, lütfen otur.” dedi.
Telefonu kaldırıp iki kahve söyledi, sonra bana dönüp:
“Nasıl içiyordun?” dedi.
“Orta.” dedim.
Telefona kapatınca:
“Tolga, çok teşekkür ederim ama bir tasarımcıya elbise diktirecek maddi imkanım yok. Kahveni içip buradan ayrılacağım. Düşünmen bile beni mutlu etti.” dedim.
Tolga’nın yüzünde tek bir mimik bile oynamadı.
“Ne kadar para verecektin elbiseye?” diye sordu.
“En fazla üç bin…”
“Tamam. Tasarımcı gelince kendin sorarsın. En fazla bin beş yüze hallederiz.” dedi.
“Gelince soralım. Senin dediğin gibiyse kabul.” dedim.
Orta yaşlarda güler yüzlü bir kadın geldi.
“Bu güzel kızımıza mı elbise dikeceğiz?” diye sordu.
Tolga başını salladı: “Evet, bu güzel kıza.”
Ölçüler alındı, model konuşuldu.
Fiyatı sorunca kadın: “Bin lira yeterli.” dedi.
“Nasıl olur? Gündelik elbise fiyatı bu.” deyip ısrar ettim.
“Makbul bir fiyat söyledim, lütfen ısrar etme.” deyince neredeyse kahkaha atacaktım.
Provaları Alsancak’taki dikimevinde yaptık. Kendimi mükemmel hissediyordum.
İnce askılı, düşük omuz, drapeli bir model önermişti.
Beni harika sarmıştı, tüm fazlalıklarımı kapatmıştı.
Uzun zaman sonra kendimi güzel hissettiğim bir elbisem olmuştu.
Emre o günden sonra elbise konusunda hiçbir şey sormadı. Ben de söylemedim. Partiye gitmem onun için de sürpriz olacaktı.
Saç, makyaj derken bayağı geç kalmıştım.
Emre ve Hülya aradığında:
“Belki gelmem, siz gidin.” dedim.
Konferans konuşması yapıyorduk, ikisi de “Sen bilirsin.” dedi.
Ben çok büyütüyorum diye üzerinde durmamıştım.
Partinin yapılacağı yere geldiğimde, taksiden inerken Tolga da arabasından indi.
Beni görünce gözleri parladı gibi oldu. Sonra yine o buz gibi ifadesiyle:
“Çok yakışmış.” deyip yolu gösterdi.
Bu ara baya paranoyaktım.
Ağır abimiz bana bir iyilik yaptı diye aklıma neler geliyordu…
Bana kur yapacak hali yoktu tabii ki.
Ama bakışında bir şey vardı…
Sonra düşünceleri savuşturdum.
Sanırım biraz abartıyordum.
Bir an önce Emre’yi bulmak için salona bakınmaya başladım.
En sonunda buldum…
Ama Hülya ile birbirine yapışık şekilde dans ediyorlardı.
Öyle samimi bir görüntü vardı ki önümde…
Ne kadar izlediğimi bilmeden orada kaldım.
Yanıma gelen Tolga:
“Gözünü aç.” deyip kalabalığa karıştı.