********
Hep ölümüm nasıl olacak diye düşünürdüm sıcak yatağıma yatıp tavana baktığımda; meğer ölümüm beyaz karın üzerinde, soğuğun en deminde, yıldızlara bakarak olacakmış. Küçücük bir seslenişe bile cevap veremeyecek kadar aciz bir vaziyetteyim şu an. Azrail, kendim için bir an önce gelmeni arzuluyorum; ama yaşama sebeplerim var. Ne olur geldiysen eceli getirmek için değil, ecrini vermek için gel.
''Amca kalk, amca! Dede gelsene, dede!''
İnsanların tek çölde hayal gördüğünü zannederdim, karında vahaları varmış. Gözlerim soğuktan buz tutarak kapanmaya zorlansa da iki badem göz açık tutmama vesile oluyordu.
''Dede adam donmuş, gelsene!''
''Ne bağırıyorsun kargalar gibi?''
'Gel hele gel, çabuk)!''
''Dur elleme, uzaklaş oradan geliyorum.''
Yaşlının uyarısıyla çekti ellerini vücudumdan. Oysa ne umutlar bağlamıştım o ellerin dokunuşuna. Konuşmalardan bir şey anlamıyordum, anlasam da konuşamıyordum. Yere değen kanlı elim eldivenin içinde buz tutmuş, çantamın ağırlığı ise karın içine iyice gömmüştü beni. Çocuk etrafımda bir daire çiziyor, karın içini parmaklarıyla kürekleyerek gömüldüğüm yerden çıkartmaya çalışıyordu. Minik elleriyle karın içerisinde farklı bir soğukluktaki silahımla karşılaşınca şaşırıp kaldı:
''Uy bu nedir? Aaa dede silahı vardır!.''
''Geldim geldim.''
Küçük parmaklardan sonra yılları kendine yük etmiş yaşlı parmaklardaydı sıra vücudumda gezmek için. Donmuş ağzımı bir kıpırdatabilsem arkadaşlarımın yerini tarif edip onları kurtarmak için çareler arayacaktım; ama kar maskesinin yüzüme yapışmış hali ve dudaklarımın soğuktan birbiriyle birleşmesi konuşmama engel oluyordu.
''Mirza, tut kolundan kaldıralım.''
''Dede, ya silahı patlarsa?''
''Hele tut kolundan!Silah patlatacak hali mi kalmış?''
Ne yapsalar da kaldıramamışlardı beni, çantamı ayırdılar vücudumdan, sonra da silahımı. Donmuş ayaklarımın yürümeye gücü yoktu ve vücudumun ağırlığı tamamen üstlerine biniyordu.
''Dede ağırdır, gitmiyor.''
''At çantasını yere, sonra getirirsin.''
''Dede kimdir bu?''
''Askerdir, babayiğit bir asker.Bence ardında daha asker vardır dağda.''
Kurşuna, düşmana, zamana veya mekana değil de soğuğa yenilmekti tek korkum. Bir çocuk ve bir yaşlıyaydı umudum.
Kollarım omuzlardaydı; ama vücudumun yarısı yerde sürükleniyordu. Zor olsa da götürdüler beni sarı ışıklı küçücük dağ kulübesine. Yerde serili minderin üzerine ulaştırdılar sonunda. Yüzüme yapışmış kar maskemi yavaşça çıkardı ihtiyar.
''Asker, kalk asker.'' omzuma dokunan kırışık ellere hiçbir tepki veremeden öylece bekliyordum dilimin çözülmesini. Yattığım yerden ay ışığına değil de sarı bir lambaya bakıyordum artık. İki el vücudumda haritalar çizse de vücudumun hissizleşmesiyle dokunuşlara hiçbir tepki veremiyordum. Yandaki sobada ısıtılmış havluyu getirip yüzüme koymaya çalıştı küçük çocuk:
''He sen ne yapıyorsun?Adamın damarlarını mı patlatacaksın? Hele bir soyalım vücudunda morluk var mı?''
İhtiyarın elinin altında evrilip çevrilerek sırayla kar kıyafetim ve üniformam çıkarıldı. Soğuktan etkilenmemem için giydiğim siyah içliklerimle tanımadığım insanların arasında, bir dağ kulübesinde sadece etrafa donuk gözlerle bakarak olanları izliyordum.
''Oh, çok şükür! Hiçbir yerinde morluk yoktur.''
''Dede, ne dedin?''
Yaşlı amca başımın altındaki yastığı düzeltirken diğer yandan da çocuğa emirler savuruyordu. Vücudumdaki sıcaklık daha da arttıkça yapılanları hissediyor, küçük küçük tepkiler veriyordum. Yaralı kolumun ağrısı ise daha da artıyor, zonklamaları kalbime kalbime vuruyordu.
''Git, battaniye getir.''
Üzerime çekilen battaniye ile daha da ısınırken gözümü ve ağzımı yavaşça hareket ettirmeye başladım; ama dilimin hala konuşmaya gücü yoktu.
''Dede yarası var.''
''Bu yiğide yara değil, sinek ısırığıdır o.''
Yaranın verdiği acının eşliğinde sıcağında etkisiyle boncuk boncuk terlemeye başladım. Ne kadar terlesem de hala içim üşüyordu. Vücudumun keskin uyuşuk hali yavaşça geçiyor, ağrıyan her bir noktam, iğnelenen duyularım bıçak kesiği gibi acı veriyordu. Parmaklarımı yavaşça oynatmaya, gözlerimi ise göz yuvamın içinde döndürmeyi becerebiliyordum artık. Dişlerimdeki buz çözülüp dilim dönmeye başlayınca zorlukla konuşmaya başladım:
''Arkadaşlarım... Arkadaşlarım...'' ne kadar konuşmak istesem de kelimeler çıkamıyordu ağzımdan. Konuşmaya başlayacağım esnada elime dokunan küçük elleri hissettim. Minik avuçlarının arasına koca elimi sığdırarak usul usul nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu donmuş parmaklarımı. Elime değen her bir sıcaklık içime ürperti verirken bir nefesin yaşama bağlama gücünü öğretiyordu bana.
Amca yanıma yaklaştı ve söyleyeceklerimi daha iyi anlayabilmek için yüzüme doğru eğildi.
''Söyle asker, var mı devamın? Nerededir gardaşların?''
''Dağda... Iııh!'' İçimden gelen inlemeler konuşmama engel oluyordu; ama bir şekilde söylemem gerekti yerlerini.
''Ağlayan...Kaya, Gevaş- Mu...Muradiye yolu...''
'' Ağlayan Kaya'yı bilirim, yolu da bilirim. O yolun ne tarafındalar?''
''Yolun sağ tarafında...'' Yutkundum, boğazımı zorla temizleyip kısık ve çatallı sesimle yavaşça devam ettim anlatmaya:
''Yukarı doğru yüz adım biraz sağda koca bir kayanın yanında... Üçü canlı, bir şehit...''
''Anladım asker, o yeri Mirza iyi bilir. Şimdi kurtaracağız yoldaşlarını.''
Elini aşağı yukarı kaldırarak küçük çocuğu çağırdı:
''Hele Mirza gel buraya!Giy üstünü.Köpeği al yanına, kızağa bin. Köyde Hatice bacının yanına git, ağrı kesici otlarından al. Sonra da Hacı'yı al yanına Ağlayan Kaya'nın oraya gidin at arabasıyla. Alın oradan askerleri Hatice'ye götürün, iyileştirsin.) Kimseye de söylemeyin askerlerin yerini.''
''Dede, hemen gidiyorum.''
Çocuk küçük parmaklarının ucundan firar ettiği ince çorabının üzerine kenarından ipler sarkan yün patikleri geçiriverdi. Kollarında baya bir sökük olsa da kendini üşümekten koruyacak düğmesi kopuk kazağının üzerine dama desenli, kahverengi krem renklerinden oluşan örgü süveterini giydi. Yaşına göre fazla büyük olan yeşil montunun fermuarını çektikten sonra atkı, bere ve eldivenlerini de takarak siyah lastik botlarını ayaklarıyla buluşturdu.
Yaralı vücudumu hafifçe doğrultup ihtiyara sordum:
''Köy yakın mı?''
Sobanın içine odun atmakla meşgul olan amca bana bakmadan cevap verdi.
''Yarım saat falan uzaklıkta.''
İçime işlemiş ağrıların dışarı yansıması olan bir inlemeyle vücudumu tekrar yatağa bıraktım.
''Nasıl gidecek bu çocuk, dışarıda bir sürü yırtıcı hayvan var. Ben de gideceğim onunla.'' Elimi kıyafetlerime doğru uzattığımda ''Has...r!'' diyerek küfrü savurdum birden gelen acıya.
Yaşlı amca titreyen elleriyle bir tasın içerisine koyduğu sıcak sütün içine ekmek doğrayıp döke döke yavaşça getirdi önüme.
''Önce bunu bir iç, ekmekleri ye. Ben de yaranı temizleyecek malzemeleri hazırlayayım.''
Arkadaşlarımın kurtulamama korkusunun yanına bir de küçük bir çocuğun kaygısı binmişti üzerime. Dağ başında küçük bir çocuğu yalnız nasıl gönderilebilirdi?
''Yemek istemiyorum.'' diyerek ittim süt tasını. Değil sütü içmek, tası ağzıma götürecek mecalim yoktu.
''Nasıl güvenebildin tek başına küçücük çocuğu dağlara.''
İhtiyar eski bir makas yardımıyla beyaz bir çarşafı parçalara ayırıyor, ayırdığı kumaş parçalarını da tütün kolonyasına buluyordu. Yanıma yaklaşıp yaramın bulunduğu noktayı iyice açtı. Kolonyaya bezenmiş bezi yarama yapıştırdı.
''Aaa!'' diye dişlerimi sıkarak bağırdım. '' S..kt....ğimin kurşunu parçalamış geçmiş.'' dedim yarama bakarak. Bağırmama aldırmadan yavaş yavaş kuruyan kanları temizledi:
''Asker sen Mirza'ya kaygılanacağına arkadaşlarının sağ kalmalarına dua et. Mirza dağlara alışkındır. Koca koca mandalarla dağın tiftiğini attırır. '' İyice temizlediği yarama temiz bir bez koyarak etrafını sardı. Yastığımın üzerine bir yastık daha bıraktı, süt tasını yanıma yaklaştırıp içine daldırdığı kaşığı ağzıma uzattı ve konuşmasına devam etti.
''Mirza'yı merak etme asker. Mirza yeri gelir bir kurttan daha kurt, bir çakaldan daha çakal olur. Gözleri keskin, burnu iyi koku alır, attığı taş hayvanın kalbine isabet eder, kaçması gerektiğinde de tazıyla yarışır. O gittiği gibi dönecektir; ama arkadaşların nicedir bilemeyiz.''